23 Temmuz 2010

YÜKSEK YÜKSEK UMUTSUZ TEPELER

-Hiç evlenmediniz mi?


-Ayy, unuttumm..



Güzel replik değil mi? Mr. Mutluluk Hattı’nın kendisine şaşkınlıkla yukarıdaki saçma soruyu yönelten kadına verdiği cevap bu. Süper bence. Ben de sevmem “Hiç evlenmedin mi?” sorusunu. Alternatif yanıt, “Biraz evlendim, çok değil”, olabilir. Evde yıllardır süren ve şiddeti maalesef gittikçe yükselen bir parabolle gösterilebilen baskıya rağmen hâlâ hiç mi hiç evlenmedim. Toplum baskısı dediğiniz nedir ki? İffet baskısıyla tanışsanız toplum baskısı denen şeyin devede kulak olduğunu görürsünüz. Sen şu güzel hayatı bırak, evlen. Akıl yok bunlarda anacım. Düşünüyordum da evli olsaydım ve kocam olacak bahtsız adama geçen hafta sonunda şöyle deseydim nasıl olurdu acaba? “Kocacım, ben hafta sonu bir arkadaşımın evinde kamp kuracağım, Pazar akşamı mangala davetliyim, Pazartesi dans kursu var, Salı akşamı Osmanlıca kursu çıkışı bir tarihçi arkadaşımla kaynatıp dedikodu yapacağım, Çarşamba spor çıkışı bir yere davetliyim, Perşembe akşamı kurs çıkışı hocamızla Giritli’de içmeye ve sohbete gidiyoruz, bu akşam da eski sevgilim bana yemek hazırlamış, gitmesem olmaz. Kahvaltıda görüşelim diyeceğim, ama sabahları de deniz kenarında Mişi’yle kahvaltı yapmayı pek bir seviyorum, yunoowwww... Sen en iyisi bi resmini çek, bana mail’le. Haydi, öptüm anacım. Siyuleytırrrr”, deyip çantamı da koluma takıp kapıdan çıksam, çıkabilir miyim sizce? Bence çıkarım, ama bir daha girebilir miyim meçhul. Sonra da benden bir daha haber alamazsınız bittabi. Failiün failün meçhulün oluveririm maazallah. Dolayısıyla benim evlenebilitem ve şu güzeller güzeli hayattan vazgeçebilitem yok. Biri anneme anlatırsa sevinirim.

Şimdi duyacağınız hikâye sizi dağıtabilir, tikat. Efenim, beş yaşındaydım ve renkli televizyon tabir edilen çok gelişmiş aygıt daha yeni yeni memleketten içeri giriyordu. Rengarenk bir televizyon hayaliyle yanıp tutuşuyordum. Hatta geceleri sık sık gördüğüm bir rüya vardı: televizyonumuza iki tane pil takıyordum ve renkli oluyordu! Lakin bu mutluluk sadece bir rüya boyu sürdüğü için beni pek tatmim etmiyordu. Neyse, bir gün annemle babam sabahın köründe kayıplara karıştılar. Akşam üstü geri geldiklerinde ellerinde o güne kadar hayatta gördüğüm en büyük kutu vardı. “Aşağı gel de yardım et”, dediler. Evet, işte bu, dedim. İşte renkli televizyon, bana sürpriz yapacaklar. Sizi gidi sempatik ana-baba, dedim. Mutluluğum kutuyu açana dek sürdü. Gözlerime inanamıyordum. Hiçbir yerde bu kadar çok tabak ve çanağı yan yana görmemiştim. Annem tarifsiz bir gururla kutunun yanında dikilip “yemek takımı”, dedi. “Hem de 120 parça”. O kadar üzgündüm ki, o an o yemek takımını tam tamına 240 parça haline getirmediysem annem bunu yıkılmışlığıma borçluydu. Ama müthiş final bu değildi. “Sana çeyiz aldık”. Sanırım evlilikle aramdaki nahoş ilişki ilk o zaman başladı. Ve korkarım ıslah olabilitesi de yok.

Siz daha önce çocuğu beş yaşındayken çeyize başlayan bir anne gördünüz mü? Benden kurtulma azmi neler yaptırdı kadıncağıza. Oh, annemin bu çılgın faaliyetleri artarak sürdü. Dolapların üstleri, altları, hurçlar, bohçalar derken yeni bir dolap yaptırıldı boydan boya. Ve pek tabii tıka basa dolduruldu. Evde bize yer kalmayana dek alındı o çeyiz. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında bu umutsuz koleksiyona ekler yapıldı. Bir gün açık arttırmayla hepsini satıp Güney Amerika’ya kaçmayı düşünüyorum. (Ne de olsa çoğu artık nadir eser). Bu arada, hurçların en derinlerinde bugün kahkaha komalarına girmemize sebep olan ve "tanımlanamayan çürüyen nesneler" bulduk. (URO). Malum, hurcun içinde 80lerin başına doğru inildikçe tarifsiz şeyler çıktı. Üzerinde “Lüks televizyon örtüsü” yazan bir nesne bulduk bir gün mesela. Nasıl kullanılacağı da bir fotoğrafla gösterilmiş: Televizyon üstüne çapraz örtülüyor. Çoook yorumsuzdu anacııım...

Dün gece Giritli’de şehrin en eğlenceli masasında anlatırken hatırladığım başka bir an daha. Yunanca kursuna başlamışız. Tarütaze kelimelerimizle cümlecikler kurmaya çalışıyoruz. Pek yakışıklı bir hocamız var. Fazla yakışıklı olduğu için kızlar biraz çekiniyorlar. Ama ben ormanda şebekler tarafından büyütüldüğüm için doğama karşı koyamıyorum. Hoca herkese “evli misin?” diye soruyor, gençler de “evli” ya da “bekar” cevabı veriyor haliyle. Sıra amansızca bize yaklaşıyor. Biz de eh geçkince sayılan üç kız bir kenarda oturuyoruz. (Otuz yaşın o zaman geçkin olduğunu sanıyordum) Delikanlılar cevaplarken ben de aradan parazitleyip hocaya “Ayy, sıra bize gelmeden kızkurusu nasıl deniyor söyleyin de biz de cümle kuralım”, diyorum. Arkadaşlardan biri “aaa, ne münasebet. Ben evlendim, boşandım” deyince “affferin sana” dememek için zor tutuyorum kendimi. Ama şunu dememe kendim bile engel olamıyorum: “O zaman şendul nasıl deniyor arkadaşa söyleyin vakitlice de, cümlesini kursun”. Ohhh, she hated me!!!

Bilinen evrenin en harika Osmanlıca hocasını hafta iki gün görünce hiçbir şeyciğimiz kalmıyor. Mr. Mutluluk Hattı hocamız şimdi diyecek ki, “Öööözlem, süperlatiflerle en kullanılmaz. Onların zaten kendileri ‘en’”. Doğrudur. Ama bizim hocamızı tanısaydı her türlü süperlatife gelecek en’e layık olduğuna o da kanaat getirirdi. Süper Latif. (Espri için özür dilerim, dayanamadım). Dönelim hocamıza. Efendim, hocamız Osmanlıca gibi öğrenilmesinin Nazi işkencesinden beter olduğu bir dili öyle bir öğretiyor ki, işi gücü bırakıp her gün derse gitmek istiyorsunuz. Her saat bir yıllık kahkaha stoğunuza denk düşüyor. Hele bir de ders çıkışı cümbür cemaat güzel bir yerde yemeye, içmeye ve sohbete gitmişsek bu bir ömürlük stok demektir.

Son iki seferdir Giritli’ye gidiyoruz. Ben yarın ölecekmiş gibi ahiret için öyle bir topik yiyorum ki sormayın. Hocamız haşerat-ı bahriye sevmediğini beyan etti dün, dolayısıyla ahtapot ve kalamarlara elini sürmedi. Ada börülcesi, fava, peynirli turşu dolması, cevizli zeytin.... Ay daha fazla sayamayacağım, umutsuz bir rejimdeyim. Dünya tatlısı bir Ermeni papaz, kahkaha makinası tatlı mı tatlı bir gazeteci, gönlümüzün sultanı şefimiz, tariflere sığmayan hocamız ve deliler âlemini temsilen de bendenizden ibaret bir masa düşünebiliyor musunuz? Yok, yok. Ben gerçekten kahkaha ihracatına başlayacağım. Bünyem kaldırmıyor fazlasını. Excess baggage resmen. Dün bir ara yığılıp kalacağım diye çok korktum. Papaz fıkraları başta olmak üzere sayısız fıkra anlatıldı. Ruhumuzun sultanı şefimiz ise derse elinde kocaman bir borcam dolusu “akademik yaprak sarması”yla gelince onu da garsonların şaşkın bakışları içinde masamıza koyduk. Bunu açıklayabilirdik, ama şefimizin bahçesinde özel yetiştirdiği dikenli salatalıklardan en büyüğünün masanın baş köşesindeki konumunu açıklamakta zorlandık. Sonunda “poşete” girdi. Gece boyunca kontrolsüz güldüğüm sayısız hikâyeyi anlatmama imkân olmadığı için bir iki tanesini anlatayım bari. Efenim, papaz arkadaşımızın bir dostu Kör Agop’un meyhanesinin telefonunu almak üzere 118’i aramış zamanında. 118’deki memur da “Kolsuz Agop’u arıyor olmayasın?” demiş. Ukala dümbeleği. “Hayır”, demiş ısrarla dostu. Memurdan cevap: “Kardeşim, sizin de biriniz kör, biriniz kolsuz. Sağlamınız yok mu hiç!”. Dağıldım izninizle. Bir de şuna bayıldım. Hocamızın arkadaşlarından biri ona “Hocam, sana dua da edilmez. Dua senden seker”, demiş. Çooook süper. Süper Latif. Bundan sonra şarap yasak malum, üzüm neyinize yetmiyor. Sevgili gazeteci arkadaşımız da kahkaha tufanına İstanbul yöresinden bir parça ile katıldı: “Dün akşam bütün manavlarını dolaştım İstanbul’un”. Bundan sonra RTÜK şarkıları değiştirip, onları “zararsız” bir hale getirecek korkarım.

Bir, ki, üç deyip kendi kendimi imha ediyorum. Ama önce size Meksikalı grup Molotov’tan “Gimme the Power” geliyor. Sert günümdeyim. Protest bir şarkı gider size.

Bir, ki, üç....

22 Temmuz 2010

COOL COOZEN OZZY


Kuzenlerden biri çoğalmış geçen gün. Ben de hemen bunu Barcelona’da yaşayan çatlak kuzen Ozy’ye haber verdim. Baktım önce Fulya’nın (Çoğalan kuzen) dünyaya gelme gafletinde bulunan dünya tatlısı bebişinin feysteki resminin altına “iki Dakka boş bıraktık herkes üremeye koyulmuş” diye not düşmüş. Akabinde de bana kendi aksiyonlarını anlatan bir mail yazmış. Kendi kendini yeterince tanıtan bir yazı olduğunu düşündüğüm için aynen naklediyorum:




“Kuzen, delirmişler, herkes delirmiş:) Harikalar, çok güzeller, çok cesurlar:) Benim de paralel evrende bi suru vardır herhalde:)  (Çocuk demek istiyo. Y.n.) Bu evrende daha bi kadınla aynı evde yasamayı beceremedim:)

Kuzen, yazın Japon’a gitmek istiyorum, ama şu an zor görünüyo. Büyük ihtimalle Bruxelle’in serin parklarında Fransızca cukulata yiyo olucam. Bi de okul yapıp kendimi meşgul ederim ki çocuk falan aklıma gelmesin:)

Bütün Türk korkularını aldım, korkularımı yendiğim bi zaman okuyacam.

Barcelona çok sıcak. Denize bi cadde mesafede bi loft stüdyo tuttuk. Harika, gelip görmen lazım. Sanal dünya yapıyoruz. Sanal plaza mayor, hala sanal çocuklar:)

Bi yandan generative art ve experimental video ile uğraşıyorum. Bir iki enstalasyon yaptım burada. Biri Santa Monica da Rambla üzerinde, Alicia Framis gölgesinde:) Küçük bi köşe ayırdılar sağ olsunlar. Bush’un yalanlarının üzerine fractal animasyonlar montajladim. Bunun Katalancası var mı diye sordular:)

bi yandan işle, bi yandan kendi projelerimle uğraşıyorum. Neyse ki çok uzak değiller , yoksa psikologun saatini iki katına çıkarmak gerekirdi. O zamanda seni en çok seven ikinci kişi olurdu herhalde bankadan sonra.”



Anlaşılmıştır herhalde benim çatlak kuzenin muhteviyatı. Annem babama kızdığı zaman sülalesini delilikle suçlar. Bana soracak olursanız iki taraf da tam bir deliliğe övgüdür. Mevcut Türkiye şartlarında sülalesinde bu kadar komik olan bir vatandaş daha yoktur. Herkes Allahlıktır bizde. Sülaleden yanlışlıkla iki kişinin bir araya gelmesi komiklik âleminde volkanların patlaması demektir. Hal böyle olunca da ben de ortaya alevli bir karışık oluverdim çaresiz.

Ozancığım 2002 güzünde tası tarağı toplayıp Güzel Sanatlar resim bölümüne Salamanca Üniversitesi’nde devam etmek için çılgın şehre gelmiş, bize yakın bir evde konuşlanmıştı. Ben de doktora için halıyı sermiştim şehre. Okul kısmını pek hatırlamıyorum, ama dans ve eğlence hiç fena değildi. Bir de Kuzen Ozzy’nin çapkınlıklarını. Anlatsam inandıramam, onun için vazgeçiyorum başlamadan. “Hafif uzun” dediği saçları Plaza Mayor’dan nehre kadar uzanıyordu. Çılgın bir koleksiyon yapmaya başlamış (resim koleksiyonu, ama diğerinde de vardı halihazırda) bu arada yanlışlıkla vegan olmuştu. Trakyalı’dan vegan, ayıdan post olmaz anacımmm. Ama apansızın oluvermişti işte. Süpermarket süpermarket dolaşıp ona soya sütü arıyorduk. Gayrilaktik bir hayat içinde yaşayacağım diye didiniyordu. Bir ara İstanbul’a kaçmıştım. Haber vermeyi unutmuşum. Bana hala sakladığım şu maili yazmıştı:



“Kuzenim, kayboldun, merak ettim. Güzel kuzenimi kaçırıp kolunu bacağını kırdılar diye endişelendim. Birkaç gün haber çıkmayınca her şeyin yolunda olduğunu anladım. Bu sefer herkesi kaçırıp kolunu bacağını kırdığını düşünerek endişelendim. Elimde fotoğrafınla barlarda gezdim bir süre. “Bu kızı daha önce burada gördünüz mü?” dedim. “Özlem’i bir iki gündür görmedik”, dediler. Ellerinde kitabın vardı. Bütün hocalarına sordum. “Delirtmedik hoca kalmayınca gitmiştir”, dediler. Hemen nette ozlemkumrular.com diye bir site açtım. Bütün büyük sitelere reklam verdim. “Aranıyor” banner’ları hazırladım. Adına sergiler açtım. 25 yıl aradım. Sonunda quantum ve relativity’den sonra daha anlaşılır orta çaplı bir teori geliştirdim. Normal bir armoni içinde enerjinin form değiştirmesini inceleyip bunu bizim de yapabileceğimizi, bunun için ölümü beklemeye gerek olmadığını keşfettim. Tek yapmam gereken hayat aktivitelerini en aza indirgin bir konumda (uyku gibi) başka bir maddenin enerjisine eklenmek. Zaman olgusu sadece bizim için var olduğundan zamana da bağımlı olmaktan kurtulacaktım. İnsanlık tarihinde 9 Eylül 2002 diye işaretlenen tarihte kullandığın bavul oldum. Formumu değiştirdiğimde yüksekteydik. Uçuyorduk. İstanbul’da kahvaltıyı kaçırmıştım yani. Madrid’de bantta buluşacağımızın hayaliyle yolculuğun ve bu deneyimin keyfini çıkarmaya karar verdim. Formu yeniden değiştirip göz falan edinince de yeni kitabı okuyacaktık tabii. Güzel bir iki bavul vardı uçakta, bavul olarak kendimle bir gurur duydum ki sorma. Almanların bavulları geç olduğu için kilitliydi. İtalya’dan deri fuarından gelen harika deri çantalar vardı, sabah akşam gurur duyulacak. Tabii pembe deri bir çantayla uçakta gurur duyulmaz. Paris’te bir otel gerekir bu iş için. Ya da egzotik bir seyahat. Neyse, yolculuğun sonunda kimse beni banttan almadı. Saatlerce dönüp durdum. “He gurban, sence bu bavulun sahibesi yok mudur?” diye sesler duyunca boku yediğimi anladım. Hala İstanbul’daydım. Yıllar sonra bir bavul olarak İstanbul’a dönmüştüm. Uzun yıllar içinde bir türlü kendi formuma dönemedim. Ancak 2037’de 78 yaşında yaşlı bir adam olarak Salamanca’ya yolculuk yaptım. 26 galaksilik uzun bir yolculuktu. O sıralar insan yapımı kristal bir gezegende bir nebulada yaşıyordum. Bizim sıkıcı Samanyolu’nu terk edeli çok olmuştu. On binlerce yıl önce yaşadığım insan formunu buldum. Tarih 22 Eylül 2002 idi. Genç, sarı saçları hafif uzun, bordo kazak giyen genç kuzenine mail yazıyordu. İlkel bir klavye ve yazıları görmek için ilkel bir ekran vardı masanın üzerinde. Dedim ki sabah sabah eşeğin bir yerine su kaçırmışsın. Bu kadar uzun mail yazılır mı? Nasıl okuyacak kız bunu şimdi? Yüzüme bakıp sen pembe kâğıtlara yazı yazıp zarfın içine koyup yaladığımız zamanları görseydin, dedi. Yalama kısmı yabancı gelmedi, ama zarf falan anlamadım. Ne dinlesek şimdi? Raymond Scott Lullaby.. Çok iyi. Öptüm Kuzenim.”



Nasıl? Van Gogh bile Theo’ya böyle bir şey yazamadı ya… Neyse, kuzen uzun zamandır Barcelona’da ikamet ediyor.(Kısa zamanda anladığınız üzere Barcelona onu unutmayacak). Ara sıra da Floransa’ya taşınıyor. Hayalimin hayatını yaşıyor anlayacağınız benim adıma. Bilahare size ondan bolca bahsederim efeniiim. Bol yıldızlı geceler.

21 Temmuz 2010

AYYYY BANA BİR OTOMATİK NEŞE GELDİ...

(Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bek...)




Öyle üj bej gün sesim çıkmadı diye benden kurtulabileceğinizi sandınız değil mi? Nı ha ha! Çoook yanıldınız. “Shake your bodyyyy!” Dum tıssss. Yok, anacım, Sortie’den filan gelmiyorum. Spor salonundan geliyorum. Karın kası yapacağım derken hafta sonu çok fena göbek yağı yaptığım için bu hafta cezalıyım, her gün telef olana kadar salondayım, ölmeden çıkmıyorum. Kışın tıka basa dolan salonda yaz sıcaklarında çok hücrelileri temsilen bir ben, bir de Müzeyyen Teyze var. Müzeyyen teyze idolüm. Yaşı sayma sayılarıyla sayılamıyor. Her gün salonda. Şeykittudırayt, şeykittudileft... Bu sabah sözlük dolusu kelimeyle anlatılamayan bir enerjiyle uyanıp okul içinde sağda solda yaptığım komikliklerle enerji deposunu tüketemeyince salona ışık hızıyla girerek gördüğüm herşeyi hızla indirip kaldırmaya başladım. Bu esnada biceps ağırlıklarında benden önce bir suaygırının çalıştığını ve kilo baremini bir katır yükünde bıraktığını farketmemişim bile. Pek yakında sinemalardayım anlayacağınız. Arnıldddddıngen.

Cuma gününden beri kesintisiz gülme hali yaşıyorum. Pek bir hedonist bir vikend geçirdim. Cuma günü bohçamı alıp Alice'lerin evine kamp kurduktan sonra, televizyonun karşısında amip gibi yayılarak televizyon seyretmekten ziyade, rejimi bozup tıka basa pizza yememin de bu mutlulukta payı var tabii... Önce bohçamı gösterip Alice ve biricik kardeşini korkutmak istemedim. Sonra çaktırmadan uyguladığım yayılma politikasıyla Pazar günü çelik kuvvetle evden atılacak hale gelene kadar eve nüfuz ettim ve son anda da halının saçaklarına yapıştım. Yedik, içtik, terliksi hayvansal şekillerde kitap okuduk, film seyrettik ve pek tabii biraz içtik. (Bu gidişle yakında kendimize birer Rus bulup huzura ereceğiz. Sevdiğim bir şarkı şöyle der: Vodka ist gut! Huzur Rus’ta anacım.) Kusturica’nın görmediğim tek filmini de izleyerek seriyi kapattım. Alice nefret etti filmden: “Hayat bir mucizedir”. Hal böyle olunca ben de bayıldığımı ancak şu friii forumda söyleyebiliyorum tabii. Ve pek tabii tatil planlarımızı yaptık... Yunan adalarını basıyoruz dört kız Ağustos sonu. Sakız’la başlıyoruz, sonra Midilli, Sisam, Allah ne verdiyse. Artık kızlar dönerken bir spatula alıp beni kazırlar. Orada da gidip sakız ağacının saçaklarına yapışırım...

Pazar günü de Tavşancıl’da Alice'çiğimin anneannesinin denize bakan enfes bahçesinde amipsel ve gastronomik faaliyetlerimize devam ettik. Salıncakta kitap okuduk. Hızımızı alamayaıp deniz kenarında balık yemeye indik. Aaa, bir baktık belediye değişince likit menüsü de değişmiş. Anlayacağınız balığın yanında zemzem suyu vardı. Allahım aklıma mukayyet ol! Yosun kokusu, deniz, balık ve nar suyu! Bir deus ex machina gelip bizi kurtacak bir gün. Biliyorum!

Pazar akşamı İzmir marşıyla evime gönderildim. Yolunu unuttuğum evimde geçirdiğim yarım saatten sonra gezegen aksiyonlarım devam etti. Memleketin ve mübalağasız gelmiş gelmiş tüm zamanların en şeker rektörüne bahçede mangala davetliydik. Dünya tatlısı hocamız ve dünya tatlısı eşinin yanı sıra dil tarihimin en bitirim, en fıstık Almanca hocası da olunca hafta sonu enfes bir kapanış yapmış oldu. Rejim de ızgara sucuklarla hayata veda etti tabii. Bahçede, ayaklarımız altında gece boyu pır pır dolaşan yumuşacık tavşancık da cabası. Fıkralar değiş tokuş edildi, karın kasları fazla mesai yaptı. Gözlerden yaş geldi. Uzaklardan gelen islamik düğün seslerine hayretler içinde şahit olundu. Artık düğünlerde müzik de yok şekerim. Aklınız şaşar! Bizimki şaştı mesela.

Dün de tarih camiasından bir arkadaşımla sınırsız dedikodu yaptık...Gündüz saatlerinde Sabancısal bir “çalışmak, çalışmak, çalışmak” sendromu yaşadığım için, saat sekizi vurunca kendimi alemlere salmayı adet belledim. Ohhh, açıldım vallahi. Beyoğlu’nda güzel bir terasta anlata anlata bitiremedik. Dört saati bulmuş laklakiyatımız. Bir o kadar daha vardı anlatacak, ama baktım arkadaşım bayılmanın arifesinde, hemen müdahele edip kalan dedikoduları başka bir tarihe sakladım. (Bu arada sanırım özel tarihimden duyduğu son dedikodular onda geçici şok etkisi yaptı). Kırdığım cevizlere bir tek kızlar arasında biz gülüyorduk sanıyordum. Meğer Big Brother was watching us!

Üç kız Sırpça kursuna başlıyoruz yapraklar dökülünce. Mişi, Elçin, ben... Malum Sırpça kursu olmadığı için uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir hoca bulacağız. (Vallahi çaresizlikten anacımmm. Kısa boylu, esmer ve çirkin bir Sırp vardı da biz mi ders almadık ondan? Onu bulmak daha zor.) Kocaların kıskançlık yapma ihtimalini de hesaplayıp hemen çıkış yolu bulduk: Bizim Sırpski’nin gay olduğunu söyleyeceğiz. Ciniz, cin.

Kesintisiz kahkaha hattı öğlen üniversitemizin terasında devam etti. Korkarım artık orada öğlen yemeği yiyemeyeceğiz. Resimlerimiz boy boy şehrin tüm restoranlarına dağıtılacak, çok tırsssiiiyoruuumm yeaaaavrum. Neyse, bugün de kovulmadan önce kantar kantar, kental kental güldük. Kahkaha krizini kimin başlattığını söylememe sanırım gerek yok. Mr. Mutluluk Hattı hocamız hayatımızın en büyük gaflarını yarıştırdığımız bir anda son noktayı koydu. Öğrencilik yıllarında bir gün tatilde denize dalıp altan altan giderken birden yumuşak birşeye çarpmış. Bilin bakalım neymiş! Tez hocasının ta kendisi! (Ayıp olmasın diye böyle toparladım, ama bilmem toparlandı mı? ) Su üstüne çıkıp manzarayı görünce tam gaz sahile tabii. Sevgili Boorch ise kahkaha ateşini körükledi. Onun hikayesi sonunda topyekün dağılmıştık ve etrafımızda konuşlanan akademik kadroyu artık gözlükle bile göremez olmuştuk. Anglosakson bir ülkede (doktor kötü şeyleri unut dediği için hangisi olduğunu hatırlayamıyorum galiba) dalgın bir alışveriş sonrası kasiyere “thank you” diyeceğine, “fuck you” demiş! Açıklanabilitesi olmasa da o elinden geleni yapmış. Üstelik kız zenciymiş. Toparla toparlanırsa. Bizim öğle yemeği saatler sürdü haliyle.

Son zamanlarda bir de Burhan’ın “otomatik neşe” formatına bir girdim ki sormayın. Özdenciğim aradı, alo bile diyemeden kahkahayı basınca hemen teşhis koydu hastalığıma: “Sana otomatik neşe gelmiş”. Acaba diyorum hücrelerimden doğal extacy filan mı yaptırsam. Köşe olur pılıyı pırtıyı toplar Lizbon’a yerleşirim.

Ühüüü.. Artık kimse ne yapıyorsun, diye sormuyor. Serkancığım aradı. Uzun uzun maceralarını anlattı (Tabii ki, iş maceralarını) Tam anlatma sırası bana gelmişti, heyecanla başlıyordum ki (Bütün gün evde Osmanlıca çalışmıştım, çok sıkılmıştım, çooook, çok konuşmak istiyordum) ilk kelimeden sonra “biliyorum, blogdan okuyorum”, dedi. Ühüüü. Anlatamadım.

Bu da hafta’nın fotoğrafı. 2005’ten. Arkadaşımız Yorgo’nun çaldığı klas bir restoran olan Ta Nisia’ya şekilde görülen tavşan kulaklarıyla girip onu sahnede şarkı söylerken öpüp bizi tanımamısı için elimizden geleni yapmıştık. Suç arkadaşım Tuğçecim’le... Resme baktıktan sonra bu anı hiç yaşamamış sayın. Haydi öptümmm...



(Şimdi karşıya geçebilirsiniz, şimdi karşıya geçebilirsiniz, şimdi karşıya geçebilirsiniz...)

16 Temmuz 2010

TÜKENEN ORANGUTAN

Dün gece konser çıkışı hayaller kurarak Ortaköy-Beşiktaş hattında ilerlerken Selmacım öğrencilerinin “eski” anlayışlarından dert yanıyordu. Mesela “Hocam ya, o çok eski bir film. 2004 yapımı” şeklinde cümlelerin telaffuz edilmesinden pek bir müteessir olmuş arkadaşım. Bu da bir şey mi canım! Artık tohuma kaçan kardeşim Michael Jackson’ın eskiden zenci olduğunu öğrendiğinde geçici kalp krizi geçirmişti. (Ben de o arada gülmekten mide spazmı geçiriyor olmalıydım). Bu olay, bundan dört yıl önce cereyan ettiğinde o zaman artık eşşşek kadar -17 yaşında- bir kız olan kardeşimin artık bir kartopundan ve tüm eskimolardan beyaz Maykıl’ın o bonus kafa, zifiri resimlerini gördüğünde pörtleyen gözlerini kaçırdınız ya, ne acı! Velhasıl yaşlanıyoruz anacım.


Hayatımın en güzel yazını geçiriyorum. Bunun sırrı çok basitmiş. İstanbul’da kalmak ve tam gün doğmadan eve dönmek. (Ayaklarınız evin yolunu hatırlayacak kadar abartsanız yeter). İspinoz kuşu kardeşim “baba ya, ablam eve hiç uğramıyoooo,” diye beni babama ispiyonlasa da hiç oralı olmadım. (İnanın babam da olmadı). Henüz kimse ev kapısının kilidini de değiştirmediğine göre asayiş hâlâ berkemal demektir. Bu yaz İstanbul’a bir kez daha âşık oldum. Her yaz Avrupa’nın (sadece Akdeniz ülkeleri bittabi) sevdiğim bir şehrinde ev kiralayıp pılıyı pırtıyı toplar, bir heyecan gider, sonra dayanamayıp en az bir hafta erken dönerim. Roma’dan bile erkenden dönmüşlüğüm, kiramı yakmışlığım var. Bir tek Selanik’ten dönmedim. Sırrı pek basitmiş yahu. İstanbul’da hayat varmış.

Dün gece Esma Sultan’da Ayhan Sicimoğlu konserindeydik. Nilüfer Hoca gidemeyince konser bileti bendenize kaldı. Erkenden gidip bahçede salındık. Bahçeye yerleştirdikleri yarı çapları en az 4-5 metre olan şemsiyeleri görünce Japonların atalarının hangi şemsiyelere bakarak “….’e giren şemsiye açılmaz” sözünü söylediklerini anladım. Ayhan Abi ve Latin All Stars grubu biraz geç açıldılar. (Yıldızları biraz düşüktü, ya da bulutlu havada yıldızlar görünmüyordu). Ben herkesin Latin müziği yapmamasından yanayım. Hele Türklerin asla. Vücut ritmimiz başta olmak üzere çılgın bir uyumsuzluk içindeyiz Latinlerle. İş böyle olunca sahnede bir papatya gibi salınan, ya da hafiften göbek atan ablaların başka müziğe eşlik etmeleri farz oluyor. Lakin biz pek eğlendik. Tepine tepine dans etme özlemimi giderdim. Grubun yıldızı Kolombiyalı Luis’ti. (O da kesin Kolombiya’da emlakçılık, son ütücülük, daire başkanlığı, vb. yapıyordur). Ayhan Abi’yle ilk defa Hronis, Niça ve Antoş’la Karpenisi dağlarına tırmanırken tanışmıştım. İstanbul’da bilmediğim ne varsa Hronis’ten öğrenmiş olmam da akıllara ziyandır. Midye mafyası, çöp mafyası, Karadeniz pazarı, en iyi ekmek ve poğaça satan yerler de buna dâhildir…(Ve daha neler neler).

Osmanlıca tam gaz. Dünyanın en muhteşem Osmanlıca hocasının adresini veren Feryal’i buradan öpüyorum. Sadece sınırsız gülmekle kalmıyor, ders çıkışı gülme seanslarımıza devam etmek için lezzetli bir yere gidiyoruz. İki gece önce Giritli’deydik ve asma yaprağında sardalyeleri o biçim löpürdettik. Ben de zimmetime geçirdiğim topikleri yalamadan yuttum vallahi. Hepimiz kısa zamanda Yücelist olduk. Bugün zihnimiz açılsın diye derste bize votkaya yatırılmış vişne verdi Yücel hocamız. Antenlerimiz osssat çalışmaya başladı.

Hayatımda bu yaz güldüğüm kadar güldüğümü hiç hatırlamıyorum. Çocukluğumu bedelli yapmış gibi gülüyorum anacım. Kahkaha fazlasını paketleyip ihtiyacı olan ülkelere göndermeyi düşünüyorum. Salı günleri öğle yemeklerinde uzun zamandır Mişi ve Bengü ile birlikte Beşiktaş’ın envai çeşit lokantasındaki garson, idareci ve müşterilerden oluşan kalabalık bir gruba unutulmaz anlar yaşatıyoruz. Pek yakında tüm restoranların giriş kapısında üzerinde çarpı işareti olan resmimizi göreceğiz. (Buna layığız bence.) Her gün başka bir yere gitmemizde son gittiğimiz yerde artık barınamayacak hale gelmemizin de payı var tabii. Özellikle Bengü. Garsona “roka salatası getirirseniz çok seviniriz”, demeye çalışırken fiili istemsizce işteşli çekmesi garsonun Şansal tarafından durdurulmuş bir futbolcu gibi donakalmasıyla sonuçlandı. Roka salatasını getirse bir türlü, getirmese bir türlü. Çift cinsiyetli isim olduğuna bakıp aldanmayın, Bengücüğümüz pek yakışıklı bir arkadaşımızdır. Garsonun bu konuda tam olarak ne düşündüğünü henüz bilmiyoruz. Bugün yepisyeni bir mekânda kahkaha tufanına devam ettik. Ben şu aralar İtalya güdümlü olduğum içim balık hafızamda tıkalı kalan carabinieri fıkralarına nefes aldırmaya çalıştım. Ama noktayı “tükenen orangutan” adlı fıkrasıyla Bengü koydu. Yüksek müsaadeleriyle burada anlatmak istiyorum:

Soyu tükenmekte olan dişi bir orangutanın soyunu devam ettirmek için çare aranmaktadır. Sonunda şeklen orangutana en benzeyen adamın getirtilip, orangutanın soyunu kurtaracak olan operasyona el (ya da her neyse) atmasına karar verilir. Bu hizmeti için adama 40.000 dolar verilecektir. Bu ilişkinin bedelinin 40.000 dolar olduğu ilan edilir. Adam gelir, düşünür, taşınır, sonunda: “Tamam”, der, “Ama üç şartım var. Bir: öpüşmem. İki: çocuk erkek olursa ona dedemin adını koyarım. Üç: 40.000 doları üç taksitte veririm”.

Haberleri dinlediniz. Şimdi özetler:

Bugün yolda Levent Yüksel’i gördüm. O da çaresiz beni gördü. (Spartaküs ayakkabılarım ve koca güllü dantel eteğimle beni görmese ona ayıp olurdu). Bir süre geri dönüp takip ettim. Sonra baktım şebeklik yapmak için hayli yaşlıyım, Burhansal bir “bas geri” yaptım.

Leone “days go by” diye şarkı göndermiş sabah bana. Başına da 22 yazmış. Gün sayıyor olmalı. Başına geleceklerden haberi olmadığı için son mutlu günlerinin şeceresini çıkarıyor olduğunu düşünüyoruz. Final Countdown. Bütün yollar nereye çıkar bir düşünün bakalım?

Yarın iş çıkışı Övgücüğüm’le havuza gidiyoruz. Heyecanlıyım. Bu yaz güneşte dolaşmam yasak, anlayacağınız tam bir havuz problemi olacak… Akşam da sizin için güzel filmler seyredeceğiz. Acaba kedisinin hayat sigortası var mı?

İstanbul yöresinden derlenmiş bir şarkı seçtim size, Emel’den. (Kardeşime Emel Müftüoğlu’nun eskiden erkek olduğunu söyleyerek eğlenmeye devam edebilir miyim acaba?) “Deli et beni”. Bu şarkıyı neden çok seviyorum bilmiyorum. (Korkuyorum bunu açıklayamayacağım). Çalın, dans edin anacım. İstanbulllll uyuyor mu?!!

Selmacım ve ben, konser çıkışı. Dans ederken hafif dağılmış olmanın neticesi resimdeki gibidir.

12 Temmuz 2010

TOP YUVARLAKTIR, AMA İSPANYAM DEĞİL…

Koalaları koalalıklarından utandıracak tembelniyazi bir tatilden sonra güzel Türkçemizde “rahat hat” ya da “suit” tabir edilen koca koltuklu bir otobüsün orta yerinde ön koltuğa yapışık ekranda iki yüz yılda bir taktığım gözlüklerimle, kalbim elimde izledim İspanya-Hollanda maçını. Kulaklar tıkalı olunca otobüste yaptığım gürültüyü ve savurduğum küfürleri de duymadım tabii. Anacım, bu Türkler de garip. Herkesin önünde bir ekran, devasa otobüste maçı tek izleyen delikanlı bendim. Olacak iş değil. Halkım alışmış kötü futbola, olay göze hitap edince erkekliği bozuyor galiba.


Detaylara takıldım. Ağzında sakızıyla dört dönen memleketlim del Bosque’ye (Salamancalıdır kendisi) baktım bir, bir de boynunda Fransız stil bağlanmış atkısı ve rüzgârda uçan saçları ile poz kesen (ne yalan söyleyeyim pek de yakışıklıymış) Hollanda teknik direktörüne… İspanyolları neden sevdiğimi bir kez daha anladım. Sayısını unuttuğum faulle maç fair-play’den çıkıp Ramos ve Puyol’un sayesinde tam bir hair-play oldu. (Çam terebentin havuzunda yatsam, ısırgan otunda yüzsem öyle saçlarım olamaz). Severim saçlarını paçalarına kadar uzatan futbolcuları. Sporun da bir estetiği olmalı anacım. Bende de bu sene şans yok. 2010 yılında topu topu iki maç izledim, skorum bir gol!

Diğeri de hayatımda capcanlı izlediğim ilk maçtı. Ayyy, ayrı bir şenlikti. Meslekten bir arkadaşımın yaptığı enfes bir sürprizdi. Ali Sami Yen’de bir GS-Bursa Spor maçıydı. İkimiz de ne GS’li ne de BS’li idik. Üstelik de partiye gider gibi giyinmiştik. O da TV’de canlı bir programdan çıktığı için yüzü gözü pudra içindeydi. (Erkek olduğu için bunu açıklaması biraz zor olabilirdi. Ben de onu kurtaracak kaslara sahip değildim) Neyse, cillop gibi kıyafetlerimiz, arkadaşın pudralı yüzü, bıçak gibi ütülenmiş bembeyaz gömleği ve benim hiçbir yere yetişmeyen boyumla tam bir maceraydı. Kale arkasındaydık bir de, siz düşünün. Üstümüze üstümüze gelen “bağırmazsanız ölümlerden ölüm beğenin” ifadeli, en az sekiz leşi varmış tadındaki ızbandutlar yaklaştığında ben de hemen kollar havaya yapıp bağırıyordum korkudan. Ay, ne diyeyim, ölüm korkusuyla ben de“Yemyeşil Bursa’nın bembeyaz oğlanları” diye bağırmışsam, affola. Postu deldirme korku kaynaklıdır tamamen.

Dönelim kupaya. Mola yerinde ekranlar da kapanınca otobüsten tamgaz fırlayarak ilk bulduğum ekrana çöreklendim. Ve golü buradaki beş dakikada kuyruğundan yakaladım. Çocuklar gibi şendim, o gün Alçak Ülkeleri yendim. Tüm İspanyol dostlara mesaj çekip “gazamız mübarek olsun”, dedim. “¡Arriba España! İlk cevap eski sevgilimden geldi. “Ben Katalanım.” O an uzayda kavga rekorları kıran Jordi’yle evlenmemiş, sekiz de çocuk yapmamış olduğum için çok sevindim. (Düğüne tam tamına on gün kala kaçmış ve otantik bir runaway bride olmuştum). Sonra fırsatı ganimet bilip hemen telefon açtı. Bir gece önce bir buçuk milyon Katalan Barselona’da gösteri yapmış. İspanyolların onlara neler yaptıklarını ben bilemezmişim. Sürünüyorlarmış. Ne kupasıymış! Kapısında bir BMW Z4 cabrio, şehrin en süper semtinde iki koca ev ve zengin gurmelerin yuvası Xoxo üyeliğiyle Jordi’nin sürünmesi benim de böğrümü deliyor, ama elden de bir şey gelmiyor ki anacım. Allah kurtarsın. Sadece maçı alan takımın yarısının Katalan olduğunu söylemekle yetindim.

Mola mekânında mevcut olan tüm Türklerin İspanyamı tutmasına şaşırmadım. Geçenlerde bir canlı yayında “Türk halkı futbolda kimi, neden tutar?” sorusuna çok cevap vermek istemiş, sonra babam kemiklerimi kırmasın diye dizimi kırıp oturmuştum. Efendim, sanırım Avrupa kupası idi, birkaç yıl önce. Portekiz ve Yunanistan oynayacaktı. Babam da koltuğa vakitlice kurulmuş, havaya girmişti. “Kimi tutuyorsun, baba?” dedim. “Hiçbirini”, dedi. Bir Selanik göçmeni olarak Yunanistan’ı tutmamasını anlayamamıştım, ama buna takılmadım. Portekiz gibi zararsız, uslu, sempatik bir ülkeyi neden tutmuyordu babam? İşte cevap: “Bize yıllardır Örovizyon’da tek bir puan vermedi herifler!”

Babamla futbol izlemek kardeşimle benim için eşsiz benzersiz bir eğlencedir. Mesela babamın Rüştü’yle yıldızı hiç barışmamıştır. Onun gibi muhlis, beşinci archangel bir adamın Rüştü’nün her gafı ile üç boyutlu bir canavara dönüştüğünü görmek bize imkânsızdan hallice gelmiş, koltuğun arkasına pusu kurup maç boyunca kırılmışızdır Merve’yle. Daha bitmedi, durun. Bir de İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerin maçlarında yanlış pas veren, gol kaçıran bahtsızlara takar, maç bittikten sonra “şerefsiz sarışın” diye zavallılara bir kızışı vardır ki dillere destan. “Baba, hangi sarışın? Hepsi sarışın bunların”.

Bu arada, maçı Hollanda alacak olsaydı, tam bir tarihi rezalet olurdu bence. Sen gel adamları sömür, sonra da kupasını al git. Sonuç böyle güzel oldu kanımca.

Dört yıl önce İtalya’nın kupayı aldığı gün İtalya’daydım. Canım arkadaşım Antonello ile arabayla Roma’dan yola çıkmış, çizmeyi boydan boya geçmiş, Malta’ya gidecek olan feribota binmek üzere Sicilya’yı geçiyorduk. Messina’dan Catania’ya giden kıyı boyu dağlar içine oyulmuş bitmek tükenmek bilmeyen tünellere girdikçe (ve kilometrelerce çıkamadıkça) radyomuz çekmiyordu, biz de hızlı çıkalım diye çılgınca basıyorduk gaza. Maçı dinleyeceğiz diye Alitalia'yla yarışıyorduk. Messina-Catania karayolu böyle hız görmemiştir yakın tarihinde. Çok şanslıydık, çünkü polisler de aynı işle iştigal ettiklerinden hız manyaklarıyla uğraşacak durumları yoktu. Tam Taxi III’ten bir sahne oluvermiştik. Kupayı almış bir İtalya’nın sokaklarında o gece yaşanan manzarayı anlatmaya ne Türkçem, ne de İtalyamcam yetmez.

İtalyancam deyince… Özdenciğim sabah ofisime geldi. Masamın üzerinde yığılan nesnelerin genelde son durumumu belirtir nitelikte olduğunu keşfedeli yıllar olmuş. Komik kızdır Özden. O daha kapıdan içeri girmeden gülmeye başlarım desem yalandan ölmem. Sözlük yığının üzerinde duran “İtalyanca fiil çekimleri” sözlüğünü görüp bastı kahkahayı. (Faydalı işlerde kullandığımı hemen anladı, cadaloz). Doğrudur, sözlüklerin sırası aşk haritam gibidir. Woody Allen’ı hatırladım. Düzensiz, kıllı bir İspanyolca fiil tarafından kovalanıyormuş. Nereden gelir bu adamın aklına bunca saçmalık! Bayılıyorum ona. Hangi kitabındaydı, sormayın. Ama ille de soracaksınız, ben şahsen düzenli, (mümkünse kılsız), yakışıklı bir İtalyan tarafından kovalanmayı (ve mümkünse yakalanmayı) isterim.

İtalyan deyince… Leone (bundan sonra Mimar Mambo olarak anılacaktır) bir avukatlık bürosu yapıyormuş bu aralar. Paris’te sıcaktan bayılıyormuş. Deniz kenarında çekilmiş bir resmini göndermiş bugün. Gözlerinde t-a-t-i-l yazıyordu resmen. Roma’sını özlemiş. Gelse de bana, kedilerin ve saz arkadaşlarının giremeyeceği, hani şu Karadeniz’deki mısır depoları gibi bir ofis yapsa eli değmişken. Biletim ve takvimim beni şaşırtmıyorsa gelecek ay bugün, bu saatlerde elimde dünya kadar bir dondurmayla Trastevere sokaklarında cirit atıyor ve en cırtlak sesimle “semo romani, trasteverini” şarkısını söylüyor olacağım. (Leone bunu henüz bilmiyor, aramızda kalsın). Roma’nın saçaklarına yapışacağım, çelik kuvvetle çıkaramayacaklar beni, anaacııımmm…

9 Temmuz 2010

OBLOMOVGİLLER ya da DOLCE FARNIENTE

Yaşasın tatil! Evet, nihayet ailecek pılıyı pırtıyı toplayıp yola çıktık. Hem de öyle böyle değil. Neye ihtiyacımız yoksa arabaya tıkıp sonra da içine binmeye çalıştığımızda bize camda bir Garfield kadar bile yer kalmadığını fark ettik. Lakin çok geçti. Yolda solladığımız D, NL, B plakalı Almancıların (ve respectively diğerlerinin) bile arabalarında nefes alacak yer kalmıştı, oysa biz güneye indikçe fill in the blanks yapmaya, her gördüğümüz meyvacı-sebzeci kadın tezgâhında durmaya devam ediyorduk. Babamın yanında teddy-bear niyetine getirdiği ve kucağından indirmemekte direndiği fesleğeniyle (ve de devasa saksısıyla pek tabii) 750 km yol yapması takdirimizi kazandı. Kardeşim de babamın onu bakkala gönderirken sık sık söylediği “evin küçüğü olacağına, ayının büyüğü ol” atasözünün artık fesleğene uygulanması gerektiği konusunda ısrarlı oldu. İffet Kumrular yönetimindeki araç Antalya’ya intikal ettiğinde hiçbir kimyasal üzerimize yapışan eşyaları çözecek güçte değildi.


Yaşasın dolce farniente! Yunanca tabiriyle, tembeliazo… (Türkçe’den Yunanca’ya geçen en anlamlı fiil olduğunu düşünüyorum, bayılıyorum.) Tam bir holy-day, nasıl kutsal, nasıl kutsal! Akdeniz’in mis kokulu esintisi karşısında kendini şezlonga bırakan eklemlerim hâlâ şaşkınlık içindeler. Adaptasyon zorluğu yaşıyorlar. Ailecek Oblomovlar gibi yayıldık. Mutfaktan su getirmek için saatlerce birbirimize yalvarıyoruz. Şezlonglarla yekpare oldu vücutlarımız.

Akşamları kuzenler de gelince hikâyeler derinleşip sülalenin tüm kirli çamaşırları ortaya çıkıyor. Mesela dün gece neden bir kedigil düşmanı olduğumu bu sayede anladım. Efendim, anneannemin de beyaz bir kedisi varmış. Ama sadece ve sadece onu seviyormuş. Kedi ne zaman yavrulasa yavrucakları bir torbaya koyup trene bırakıp kaçıyormuş. Benim kedi sevmem genetik biliminin külliyen çökmesi demek olurmuş zaten. Ben bu hikâyeleri Türk filmlerinin kötü kadın kahramanları kahkahasıyla dinlerken veteriner adayı minik kuzen Meltemcik hiç gülmüyordu doğrusu. Kendisi adli tıpla ilgileniyor. Veterinerlikte ne denli heyecanlı olabileceğini ve nerede kullanılabileceğini tasavvur ederken de çok eğlendik. Ölen bir ineğin ardından sürüyle yapılan mülakatta “düşmanı var mıydı?” şeklinde olmadığı kesin. Gerçeği esef içinde öğrendik. En çok adı geçen vaka eşek tecavüzüymüş. Haydi canlarım, ben İtalya’ya kaçtım. Siz de başınızın çaresine bakın.

Bu arada Botero’ya da gidemedim. (Aslına bakarsanız annem varken pek de gerek yok, ama haydi neyse. ) Hastasıyım Botero’nun. Resimlerini toplayan kitapları yıllarca her gördüğüm yerden kapıp gelmişimdir. Botero bir yana, tam bir ayaklı Arcimboldo tablosu oldum bu aralar. Onun sebze-meyvelerden mürekkep portreleri var ya, tam o haldeyim. Olur da yanlışlıkla güzelleşirim diye sayısız meyve maskesi uyguluyorum. Yüzümde kayısılar, çilekler, salatalıklar cirit atıyor. Evet, haklısınız, sucuya kapıyı o şekilde açmam büyük bir hataydı. Hele hele karanlıkta. Adam suyun parasını almadan gitti yahu… Taktik de fena değilmiş hani. Anacım, simya bilimini fazla zorluyorum galiba. Çileklerle Claudia Schiffer olunduğu nerede görülmüş. Eldeki malzeme belli.

Kitap okumak dolce farniente’ye dâhil tabii. O da aylaklık kabilinden sayılıyor. Dün rekorumu kırarak üç buçuk kitap okudum. Hesaplarımda yanılmazsam getirdiğim bir bavul kitap bitmeden buradan ayrılmayacağım ve yine hesaplarım doğru giderse dün gece başlayan şiddetli baş ağrısı ben İstanbul’a varmadan önce migrene dönüşecek. Getirdiklerim arasında en çok Deniz Gürsoy’un bira kitabını beğendim. Herkese tavsiye olunur. Böyle lezzetli ve eğlenceli bir kitap okumamıştım ne zamandır. Tek celsede, tuvalete bile gitmeden/gidemeden bitirdim kitabı. Lakin karaciğeri nadasa bıraktığım (başka bir deyişle 10.000 bakımı yaptırdığım için) dolaptaki renk renk, desen desen biralara bakıp yanındaki diet-cola’yı kapmakla yetiniyorum çaresiz.

CNBC bana bir sürpriz yaptı geçen gün. “Gente di Roma” (Roma’nın İnsanları) filmini verdi, Roma ziyaretime bir prolog, bir mukaddime babında. Filmi izlerken Roma’nın hayatımda kaç defa gittiğimi saymadığım şehirlerden biri olduğunu fark ettim. Anacım, Trevi’ye beş Liret atmışlığım da yok, ama kaderin cilvesi işte. Tersten okununca dünyanın en anlamlı şehri olur Roma: amor. Aşığım Roma’ya. Bir aralar o denli sık gider olmuştum ki, başıma şöyle bir şey gelmişti. Alitalia’nın Roma-Madrid uçuşunda bir cam kenarı istemiştim. Uçağa bindim, baktım cam kenarında bir velet, yanında da annesi. “Ayy, çocuk işte. Cam kenarı istiyor, ağlıyor”, demişti cazgır İtalyan. Ya sabır çekip koridor koltuğuna büzülmüştüm. (içimden bol keseden küfür savurarak pek tabii). Yolculukta hiç sevmem çocuk mocuk. Mümkünse tenhalarda cimciririm onları. Aradan aylar geçti, ben yine Roma-Madrid arası gidiyorum. Yine Alitalia. Cam kenarı istiyorum. Allahım, aklıma mukayyet ol! Tam yerime oturacağım ki bunun dünyanın en imkânsız olasılık hesabının eseri olduğuna şaşarak yine aynı veledi ve annesini görüyorum. Ve pek tabii velet koltuğumda oturuyor. Ulan, siz benim başıma bela mısınız İtalyan familyası! Bu sefer yemiyorum, cebren ve hile ile ele geçirilmiş koltuğumdaki çocuğu silkeleyerek kuruluyorum cam kenarına. Bunu açıklayabilecek bir probability formülü var mı yahu? Frequent flyer değil, tortured flyer olmuşum anacım…

Ayy, size Bulutsuzluk Özlemi’nden “Güneye Giderken” şarkısını gönderiyorum. Ne ballı şarkıdır o! “Yolda güneş yükseliyordu güneye giderken”… Yıllar önce yaptığım bir röportajda Nejat Yavaşoğulları şarkının orijinal sözlerinin “solda güneş yükseliyordu” şeklinde olduğunu söylemişti. Diğer pek çok söz gibi sansüre uğramış. Korsan Mırık, Halil Amca olmuştu mesela. Neyse, güneye inenlere benden gidiyor… Esen kalın anacım...

4 Temmuz 2010

“SENSİZ GEÇEN YILLARIM ROKASIZ SALATAYA BENZER"


Kardeşimi ne zamandır göremiyordum. “Abla, blog’undan takip ediyorum seni. İyi olduğunu görüp rahatlıyorum”, dedi geçenlerde telefonda. Dün gece evde tesadüfen karşılaştık. Evet, dolu dolu (hatta istiap haddini fazlaca aşmış) bir haftanın sonuna geldik. Haftayı da fiyakalı kapattık. Dün Galata Kulesi dibinde yeni açılan bir mahzende enfes şaraplar tatmaya götürdü bizi Serkan. İçerideki kutup ortamına enfes şaraplar ve peynir çeşitleri de eklenince insanın hiç dışarı çıkası gelmiyor doğrusu. Sensus namlı mekâna gerçekten bayıldık. Bu sade-şık mekânın özelliği sadece ve sadece Türk şarapları ve peynirlerinin olması. Dolayısıyla vinofil ecnebi misafirlerinizi göğsünüzü gere gere götürebileceğiniz bir yeriniz mevcut artık.


Macbeth’in Üç Cadısı olarak günbatımını Galata’nın (ve kanımca İstanbul’un) en harika terasında izledik. Korkarım bu yaz Serkan’ın terası benden kolay kurtulamayacak. Romantizm damarlarımı yüzyıllar önce aldırmış ve kalbimi Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasına açmış olmama rağmen yaptığım dj’lik sonunda kalbimde hâlâ canlı hücreler bulunduğunu fark ettim. “Çıplak Tango” filminden “Esperanza” şarkısını bütün bir hafta dinleyen Nilüfer Hoca’nın ritminden enfes şarkılarla devam ettik akşamüstüne. İtalya, Portekiz ve İspanya dolaylarında gezindik. Tatlı tatlı sohbet ettik.

Yusuf Hoca caz festivali için abonelik almış. Bütün konserler için plastik bir bilezik vermişler. Festival boyunca takıyorsun. Muhtemelen banyoda da çıkarmıyorsun. Resmen pire tasmasına benziyor. Yusuf Hoca’nın dünyayla derdi olmadığı için takıyor. Ben de takarım takmasına, ama ayıp canım. Kim akıl etti bunu kardeşim? Kolye, küpe verseydiniz, bir işe yarardı bari. Zaten misofelin günler geçiriyoruz şurada.

Simay ve dünya tatlısı ailesi çılgın mezeleriyle geldiklerinde esas bayram başlamıştı. Bütün malzemeleri İzmir’den gelen benzersiz lezzetler. Hepsi de ev yapımı. Daha önce hiç yoğurtlu deniz börülcesi yememiştim. (Aslına bakarsanız dün gece de yiyemedim, tabakta kalan siluetini gördüm.) Geceye en sakininden Haliç, Boğaz ve Kule manzarası karşısında Egesel bir sohbetle devam ettik. Simay’ın babasından İzmir’de çok kullanılan (ama benim hiç duymadığım) bir deyim duydum: “Sensiz geçen yıllarım rokasız salataya benzer”. Dünyanın sayılı rokakoliklerden olduğum ve yaz-kış deli gibi roka yediğim için olsa gerek, pek bir bayıldım doğrusu. Ekstra bir bilgi daha, roka İzmir’de 20 kuruşmuş. İspanya’daki son süpermarket alışverişimde her şeyin İstanbul’dan ucuz olduğunu görüp şok geçirmiştim. Bunu Yunanistan’da da doğruladım iki ay önce. Çok pis kazıklanıyoruz gençler.

Gece boyunca atraksiyon hiç bitmedi. (İşte bu yüzden aşığım bu şehre) Kabataş-Üsküdar motorunda arkamda haince konuşlanan üç kişiden mürekkep musiki grubu beni öldürdüler. Yolculuk boyunca devam eden kavun konusunda bilgi değiş-tokuşu eylemlerine bir süre sonra büsbütün kahkaha bazında tepki gösterdim. Manisa’nın Kırkağaç kavunu varmış efenim. “Bembeyaz tenli, ağzına atınca mideye kayar ve suları da ağzından dışarı akar”. Aynen bu kelimelerle! Bir de Halil Bey kavunu varmış: sert, kokulu ve sapsarı çizgili… Bir kavun ansiklopedisinin en az iki fasikülünü oluşturacak kadar bilgi edindim. Bırakın musikiyi anacım, yazar olun.

Çok hareketli bir hafta oldu gerçekten. Çarşamba akşamı Tophane-i Amire’de Cervantes’in La Gran Sultana’sını izledik. Benim gibi bir Cervantesperest’in nasıl heyecanlandığını tahmin edebilirsiniz. Özellikle de altı su olan saydam bir cam sahne üzerinde! Madrigal’i oynayan Cüneyt Mete’nin tek kelimeyle muhteşem performansı ve Sultan Murat rolündeki Durukan Ordu’nun sahneyi ve kalplerimizi dolduran yakışıklılığından bahsetmeyeceğim. Türkiye’de de yakışıklı olduğunu yıllar sonra hatırladık. (İyi ki tiyatro eleştirmeni olmamışım, oyun tahliline bak! ) Her ne kadar ses tesisatı oyuna seslendirilmiş bir film tadı kazandırsa da Cervantes’imin parmakları yeter. En sevdiğim dörtlüğü de katmayı unutmamışlar: “Nerede görülmüş senyör / İki kişi bir yatakta / Birinin kalbinde İsa / Diğerinin Muhammed?”

Lakin Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’in oyun kitapçığına yazdığı yazıyı okunca darma duman oldum. Cümle aynen şöyleydi: “Pessoa’nın, Unamuno’nun, Lorca’nın, Alberti’nin ışıltılı sesinin yeryüzüne yayıldığı yerdir İspanya”. Efenim Pessoa, Comões’ten sonra Portekiz topraklarında yetişen en büyük yazardır kanımca ve dolayısıyla Portekizlidir. Bu bir sınır komşuluğu meselesiyse, Kazancakis’e Türk, Pirandello’ya Fransız demek kadar acıklıdır.

Pessoa deyince romantik oluverdim apansızın. Bir Mayıs akşamı günbatımında Portekiz’in minicik bir şehrinde, Evora’da, şehrin minicik meydanında tarifsiz bir gökyüzünün altında Nilüfer Hoca’yla yemek yediğimiz an geldi aklıma. Birden sokaklardan birinden devasa bir Pessoa balonu çıkıvermişti. Beş-altı insan büyüklüğünde, güzel bir kadının ipinden tutup götürdüğü, Pessoa’nın o kimseciklerle karıştırılamayacak şapkalı, gözlüklü balonu bütün sokakları dolaşıp şimdi de meydana gelmişti. Yeşil şarap, akşamın dokuzunda bile hala turkuvaz bir gökyüzü, meydanı süsleyen sütbeyaz bir kilise ve Pessoa… Portekiz’e gidelim, n’olurrr...

Cuma akşamı da malumunuz Opera Şehre İndi. Festivalin açılışı için Rossini’den Fatih Sultan Mehmet seçilmiş. Çok majestik bir açılış oldu gerçekten. Hele hele Fatih’i canlandıran Macar Istvan Kovacs’ın sahneye beyaz bir atla gelmesi kalplerimizde heyecan yarattı. Küçükken kereviz sevmezdim. Pırasa, ıspanak ve karnabahar da. Sonradan müptelası oldum hepsinin. Ama operayı hep sevdim. Sonradan sevenlerden de değilim. Belki de daha bacak kadar çocukken altı sesli koroda söylediğimiz madrigallerin bunda payı vardır. Gastoldi, Gibbons ve Zuckmayer’den söylerdik. Vay be! Ne günlermiş. Şimdiki çocukların neden opera sevemedikleri belli. Yavrucaklar ses kirliliği içinde büyüyorlar. Tanrım, acı onlara.

Nitekim bir haftada iki tane konusu ecnebi kıza aşık Türk erkeği olan eser gördük. Uzun/sıkıcı tarihsel/sosyolojik yorumlarımızla sıkmayacağım sizi. Sadede geleceğim. Bu sadece tiyatro ve operayı süsleyen bir tema olarak kalmalı bence. Bir arkadaşım diyordu dün, “şu gavurlarla evlenen Türk kızlarını anlayamıyorum”, diye. Ben de onun neden anlayamadığını anlayamıyorum doğrusu.

Evet, şortlu günler devam ediyor. Çocuklarımıza şort giyilecek bir Türkiye bırakalım derken postu deldireceğiz, bir şey değil. Dozu da arttırıyoruz, çaktırmadan. Dün gece kardeşim eve dönünce “Bu şortu bir daha giyeceğin zaman haber ver, helalleşelim”, dedi. Hiç korkmamaktan korkuyorum. Neyse, kitabe-i seng-i mezar hazır.

Günün parçası Rebel Moves’dan geliyor… “Oh be, sevgilim yok rahatım”. Bunu da mutlaka bulun, dinleyin ve eğlenin anacım... Biz öyle yaptık. Post scriptum (ya da post secret): bu enfes fotoların faili Yusuf Hoca'dır.

KEDİGİLLERE TEKZİP

Geçen akşam Hande’yle konuştum. Pia bana küsmüş. Pia hayatımın felin familyasından tek erkeği. Kedilerle ilgili vahşi planlarım ürkütmüş onu. Gerçekten de aslan ve kaplan formatında fakültede dolaşan canavar kediler yüzünden onu da es geçmişim. Hayatımda sevdiğim tek kedidir Pia. Hande onu “Macar Konsolosu” olarak vaftiz etti. Sadece sarışın ve renkli gözlü olması açısından değil, tarif edilmez bir Macar konsolosu havası olmasından. Valla ne yalan söyleyeyim, hayatımda hiç Macar konsolosu görmedim, ama Pia’ya bakınca “Evet, gerçek bir Macar Konsolosu” diyebiliyorum.( Korkarım bu hissi açıklayamayacağım.) Hronis’in beni salya sümük ağlamaya gark ettiği ve Hande’nin beni iyleştirmeye mahkum olduğu günlerde hep yanımda olmuştur. Kızcağazın bana hazırladığı yatağa benden önce girip ayak ucunda izolasyon ve ısıtma işlemlerine başlamıştır. Dolayısıyla geceyi bir Macar Konsolosu’yla aynı yatakta geçirmiş olduğum gerçeği Hronis için sonradan travmatik kalmış, Macar konsolosunun felin familyasından olduğunu öğrenecek şansı asla olmamıştır.


Hande’nin oğlu 17 aylık oldu: Massimo. Türkçesi Battal. Massimeddo (yani Sardo’da Massimocuk) deniyor daha ziyade. Hande Ona Moşimoto demeyi tercih ediyor. Bunu da ancak bir Avrupayakasıkolik anlayabilir. Neyse, Pia Moşimoto’yu kıskandığı için artık yatakta dört kişi yatıyorlarmış: Massimo, Hande, Moşimoto ve Pia. “Belediye otobüsü gibi”, diyor Hande. “Yatağa girerken akbil basıyoruz.” Komiktir Hande. Netekim dün çok güldürdü beni. Babası yolda giderken kollarının altında iki koca karpuz taşıyan birine yol soruyor. O da sakince Mete Amca’ya “şunları bir dakika tut”, dedikten sonra boşalan kollarını havaya kaldırıp “ne bileyim ben!” diyor. Bir gün bir film yaparsam bu sahneyi kullanmam farz oldu.

Korkarım bundan sonra en sevdiğim felin Leone olacak (Vahşi kedilerin günlüğü). Gönderdiği maillerin altına Mambo Leo diye imza atıyor artık. (Mambo Italiano yazımı görmüş, araştırmacı gençlik. Şükürler olsun ki tek kelime anlama olasılığı yok. Türkçe öğrenene kadar rahatız.) Darma duman oldum gülmekten. Mambolizm başladı yakın çevrede. “İtalya senin yüzünden Türklere vizeye çeşitli engeller çıkaracak”, korkusu içinde Hande. “1974 doğumlu Boğaziçililer ayvayı yedi, dolayısıyla ben de”, dedi. “Senin yüzünden İtalya’ya giden Türklerin kulaklarının arkasında Orman Bakanlığı damgalı bir çiple dolaşmaları gerekecek”. Yedi yıldır uğraşmadığı İtalya vatandaşlığını hızlandırmaya karar verdi. Benim yüzümden kayınfamilyasını görmeye gidemeyecek Sardinya’ya. Buna en çok dört ayaklılar ve Sardinya sakinleri sevinecek. Kayınfamilyası toprak ağası olduğundan her gelişlerinde adadaki tüm dört ayaklılar bahçede cızbız oluyor. Bir milyon nüfuslu adada moratoryum ilan ediliyor. (Yukarıdaki fotoda post-moratoryum hallerini görebilirsiniz).

Bu aralar İtalyan olan herşeye konsantre yaşıyorum. Yarım kalmış Pirandello ve Pratoloni'lerimi okuyorum. (Birisi çevirsin şu güzel adamları Türkçe’ye yahuuu.) Eski şarkıları dinliyorum. Osmanlıca okurken sevgili hocamız yanlış okuduğumuzda “bir de bakarak oku”, diyor. Ben de bu sefer duyarak dinledim şarkıları. İtalyanların pek bir nefret ettiği, buram buram çocukluğum kokan bir şarkıyı dinledim yeniden. “Lasciatemi cantare”. Sözlerine dikkat kesilince bakın ne güzel şeyler buldum. “Buongiorno Dio… Sai che ci sono anch’io”, Yani “İyi günler Tanrım, biliyorsun ki ben de varım”... Heyyy, ben de buradayım, gör beni, anlamında. Buradan Tanrı’ya sesleniyorum. Beni hep gördüğün için sana teşekkür ederim.

Hande pek bir bahtsız çıktı. (Sardinya’nın besin ve doğal kaynaklarını kurutma girişimleri konusundaki ekstra şansını saymazsak tabii) Kocası Maurizio tam bir denizkestanesi canavarı. Dolayısıyla Maldivleri solda sıfır bırakan Sardinya sahillerinde yapılabilecek en korkunç tatili yapıyor her yaz. Malumunuz denizkestanesi tabir edilen hayvanlar kayalıkların arasında yaşıyorlar. Maurizio keçi gibi kayadan kayaya atlayıp bulduğu kestaneleri oracıkta mideye indirirken, Hande de kertenkele gibi en yakın kayaya hayata tutunur gibi yapışıp denize ve dünyaya 45 derece eğik bir şekilde güneşlenmeye çalışıyor bütün bir yaz. Genç kızlarımıza duyurulur. İtalyan’ın deniz kestanesi sevemeyeni makbuldür, anacım. Evlenmeden önce teste tabi tutun, komşulara sorun soruşturun, damat adayı yaz günü kayalıklarda elinde dikenli bir nesneyle sıçrarken görülmüşse bir sonraki yakışıklı aday’a doğru yelken açtırın umutlarınıza.

Felinlerden açılmışken ve sabahtan beri bitirmeye çalıştığım tarih makalemi bitiremezken İbrahim Tatlıses’ten de bahsedeyim. (Bu adı ona fakülte sakinleri koymuş) Fakültemizin en yeni elemanı. Kaplan görünümlü kedi. Sadace görünümlü de değil aromalı ve efektli. Tam konsantrasyon denen şey (ve asla sağlanamayan) ele geçirilmişken kafasını açık camdan içeri uzatıp kükrüyor. Aslanhaneye götüreceğim onu. Vahşi yaratığın tek sevilebilir yanı renkleri: siyah-beyaz. Siyah-beyaz demişken, yüzyıllık bir Beşiktaşlı olarak İnönü Stadı’na ilk defa bu bugün mezuniyet töreni sebebiyle girecek olmam çok trajik, değil mi. Böyle olsun istemezdim.

Dün yolda bir kelime ürettim. “Trelog”. Sanıldığı gibi monolog ve diyalog gibi konuşmayı yapan kişi sayısıyla ilintili değil. Yani burada üç kişi yok. “Trelog”, trelos’tan (τρελός) yani “deli”den geliyor. Kendisiyle diyalog kurmanın imkansız olduğu bir arkadaşım var, “a” dediğimde cevaben “ğ” diyor. Aslında beni hiç dinlemeden kendi kendine konuşuyor. (Bir çeşit tre-soliloque da denebilir buna galiba) Onunla neden hiçbir zaman bir sonuca varamadığımızı anladım. Çünkü o bir deli (psikiyatristler daha tıbbi bir açıklama getireceklerdir eminim) ve sadece kendini düşünerek konuşuyor. Etrafındaki herkes de aynı Shakespeare’in dediği gibi: (And all the men and women merely players). Böyle hasta kafalılardan sakınınız anacım. Kelimeyi de bu arada hiçbir ücret talep etmeden Yunan Dil Kurumu’na hediye ediyorum.

Tatilimin ilk bölümüne Pazartesi günü giriyorum. Bir bavul kitapla “hadi Güneye, hadi denize”. ( “Sana selâm getirsem güneyden biraz/ Bu kalbimin sesi, bu da arkadaşım yaz”, güzel sözlermiş.) Tam bu işte bir yanlışlık var, diye düşünürken baktım başka bir arkadaş da kendini kaptırmış çalışıyor. Bu ne biçim yaz, bu ne biçim tatil? Neden senenin 365 günü çalışıyorum? Ercüment Hoca’nın dediği gibi işkolik mi oldum? Nasıl kurtulurum? Sınavlardan önce bir doz (sadece bir öğün) çalışan ve çatır çatır geçen (hem de Çapa Tıp gibi mekânda) kardeşimden geçmiş olamaz. Bütün bu soruları düşünürken Kitabe-i Seng-i Mezar çıktı ortaya. Evet, evet, mezar taşıma ne yazdıracağımı biliyorum artık: BUNU BEN İSTEDİM. Nasıl? (Arkadaşımızın dediği gibi: “You asked for it and you got it!” Bir de şu eskiden katiplerin giydiği siyah kolluklardan yaptıracağım kendime. Dirseklerim eskidi anacım.

Radyosunu yeni açanlar için: Celentano’dan geliyor “il tempo se ne va”. Celentano’yu sevmem, ama eski bir arkadaşımın keşfi olan bu parçasına bayıldım. Siz de bayılın anacım. Bulun dinleyin, İtalya düşleyin. Benim biletim hazır valla. Alitalia’dan. Neyin kısaltması olduğunu da Napoli uçağında bir İtalyandan öğrendim: Always Late In Taking off, Always Late In Arriving!

PS. Şu anda (Bir Pazar sabahı) fakültede bir kediyle yapayalnızım ve buraya gelmeden önce Adli Tıp’ta okuyan bir arkadaşla karşılaştım. Nı ha ha...