28 Eylül 2010

KOD ADI: 38 NUMARA ya da HİPERAKTİVİTE GENİ

“If only my friend
would return

and remove the leaves

from my eaves

troughs…”


Romantik değil mi? Bir de bana sor! Akşam akşam lise edebiyat kitabımı tırım tırıs arayıp (onu da saklıyorum, var mı? Evimin halini hayal etmek istemeyin) hafızamın derinliklerinde saklı kalan bu şiiri sizin için neden buldum, bilin bakalım? (Hafıza hafıza değil, Halkalı Çöplüğü!) Amerikalı kadın şair Lorine Niedecker’ın haiku’lara gönderme şeklinde yazdığı bu masum şiir de nereden çıktı şimdi? Kadın şair, dedim, evet. Çünkü “anacım, gel benim şu oluklarda biriken yaprakları temizle” cümlesinden şiir yaratacak başka bir cinsiyet tanımıyorum şu fani dünyada. Ama ben o romantik soydan değilim.(Övgü son zamanlarda sadece ideal sahibi insanlara olan hayranlığımın ayyuka çıkması yüzünden bana Lord Byron’ı sevgili olarak layık görse de. No, thank you! ) Ben bu şiirden “şekerim, gel şu konserveyi aç”, “lavabo tıkandı, imdat”, “şu torbalara bir el at”, tadı alıyorum. Nerden geldik buraya, yahu?

Evet, oluktaki yapraklardan. Her şey çalışma odamızın tepesinde mevzilenen oluğu tıkayan yaprakların temizlenmesiyle başladı. Duvarı su bastı. Don Camillo resmi ve Sevilla haritası lokumu yedi. (bknz. Yiğit Özgür) Ve biz bunu babamdan devlet sırrı gibi sakladık. Ne de olsa başımıza gelecekleri biliyorduk. Daha önceki umutsuz bricolage çalışmalarından bahsetmiştin vaktiyle. Dolayısıyla babamın bir metrekarelik duvarı boyaması en umut verici/iyimser bir rakamla bir ayı bulabilirdi. Dedik ya, kader uzak olsa da bizi buluyor. Bu akşam eve geldiğime kapıyı babam sırtında her Türk erkeğinin çekmecesinde mutlaka en az bir adet mevcut olan İbrahim Tatlıses atleti ve baksırıyla açtı. Buraya kadar her şey nispeten normaldi. Babamın elindeki devasa boya fırçasını görünce kötü kaderin ta uzaktan (şehrin öteki ucundan) geldiğini anlayıverdim.

Benim elimdeki içinde babam tarafından -Allah’a şükür- tanımlanamayan üç koca nesnenin konuşlandığı koca çantamda babamla kapıda karşı karşıya kalmamız ise tam P. Tinto filminden bir kareydi. Dev çantadan tam tamına üç adet boy boy slikon tabancası fışkırıyordu. Miss Bricolage meets Mr. Bricolage. Bu korkunç anı ölümsüzleştirmeden hemen malları yatak odasına sakladım. (Mişi’nin bricolage-kolik eşinden ödünç aldım onları) Çünkü maazallah babam küveti slikonlamak istediğimi sezip silahları eline alarak bu işi kendi yapmaya kalkışabilirdi ki, bu da hafızamda kalıcı hasara sebep olabilirdi. (Buna gülmediyseniz bir de şunu deneyin.) Ben bugün o slikon tabancalarıyla İstanbul Modern’e girdim. Dilini yutmakta olan güvenlik görevlisini “bir dakika, açıklayabilirim” diyerek atlatıp sinema salonuna kadar sirayet ettim. Aletleri ayaklarımın önüne sererek filmi izledim. Çıkarken aletlerime takılıp tökezleyen adamın neye bastığını görünce yüzünü görmeliydiniz. “Etrafınız sarıldı, kımıldamayın” dediysem de o hiç gülmedi. Bununla kalsam yine iyi. Dışarı bir çıktık, kokteylciler basmış mekânı! Yanımda da kadim dostum ve Almanca hocam Nurten Hanım… Bir sürü tanıdıkla karşılaştık, kara bahtın oyunu. Kulaklarıma kadar gülümsediysem de bile Nurten Hoca’nın Alman arkadaşlarına elimde o aletlerle sempatik görünme ihtimalim sıfırın kat be kat altındaydı.

Velhasıl böyle. Bir aydır öküz gibi yatıp su aygırı gibi yediğim için hızla şişmeye devam ediyorum. Helyum bile böyle bir işe imza atamaz. Fuarlarda balon formunda satılacak kıvama geldim. “Hiçbir şey yemiyorum, yine de zayıflayamıyorum” savunması da işe yaramıyor. Kardeşim çözdü olayı: “Evet abla, yemiyorsun, içiyorsun.” Anaaam, bir farkettim ki, gerçekten dört gündür mola vermemişiz. Karaciğer karalar bağlamış fazla mesaiden. Özer’le biraları götürdük. Eve geldik, söz verdim Merve’ye. “Yarın alkol, dolayısıyla hayvani boyutta kalori yok”. Aaaa, Deniz Festivali’nin kapanış yemeği varmış, hem de Karaköy-Liman’da. Dostum Hakkı Şen çağıracak, ben gitmeyeceğim, olacak iş değil. Gittim, içmeyeceğim. Olmaz! Coşkun Aral da gelmiş. Onunla yemek tarihinin büyülü dünyasında tatlı tatlı konuşurken baktım Yunancıklarımın deyimiyle “aspro pato” (beyaz dip/fondip) oluvermiş. Sonraki gün üniversitenin açılış kokteyli: dünyanın en güzel terasında, sucuk-ekmek, şarap. Elimde değil. Ama iki gözüm önüme aksın, şuradan şuraya gitmek nasip olmasın ki bugün kararlıydım alcohol-free bir akşam geçirmeye. Şekerim, çıktık filmden, kokteylcanlar ellerinde şarap kadehleriyle fır dönüyorlar etrafımda. Bir baktım, benim elime de konuvermiş bir tane. Zaten içinde yanlışlıkla da olsa müzik olmayan bir Alman filminden çıkmışız, ben içmeyeyim de kimler içsin anaaacımm… Bu arada sıkı durun, filmin adı geliyor: Whisky mit Wodka… Yine Alaman işi bir şarkıyla duruma açıklık getirmek gerekirse: Wotka ist gut, derim, olur biter. Duuuruun, daha bitmedi. Ankara’dan beraber dönmeyi arzuladığım bir arkadaşım yemeğe-içmeye çağırdı yarın. Dosssstlar, ben içmeyeyim, kimler içsin. (Ankara’da tarih kongresinde bunaldım tabii. Yaş ortalaması 258. “God’s waiting room” durumu. Daha doğrusu sendromu. Yemeklerde H2O. Şansın yaver giderse vişne suyu.) Sonuç itibariyle böyle bir fuar balonu olarak derse gireceğim bu yıl, kapılara sıkıştıkça tereyağlarım kendimi. Kardeşime artık söz veremiyorum. Söz verirken de yine çılgın bir Yiğit Özgür karikatürü geliyor aklıma. Benim verdiğim sözler bu kadar oluyor. Şööle bişi:
   Yemekten içmekten söz açılmışken… Yarın göreceğim ve siyasi tavrına, cesaretine pek bir hayran olduğum arkadaşım bizde bir yemeğe katıldıktan sonra (son yıllarda tek hayran olduğum insan desem, abartmam) eski sevgililerimin bana geldiklerinde sırım gibi olduklarını, onları kısa zamanda domuz gibi yaptığıma dair bir teori yarattı. “Bu mudur intikamın?” dedi. Yemeklerim “narkoz” etkisi yapıyormuş. Bunu öğrendiğim iyi oldu. “Ben neredeyim?”, “Buraya nasıl geldim?” türevleriyle dolu bir yıl bekliyor beni. Kurbanlarınızı getirin, özenle bayıltalım. Ayılana kadar sizin olsunlar. Bu arada gecenin repliği sevgili Metin’den geldi. (Kaçan) Bütün gece etin biraz sert çıktığı gerçeğini unutmaya ve unutturmaya çalışırken, “bizon çok güzel olmuş!” demez mi! Ağzımda ne varsa masaya saçıldı. (Ama yüzsüzüm ya, hiç utanmadım)… Hasan da bizonu duyunca, “benim sette işim var” diyerek çaktırmadan süzüldü ortamdan, hem de ışık hızıyla. Sevgili Hasan soyadıyla hiç bu kadar bir olmamıştır korkarım.

Yukarıda bahsi geçen arkadaşım egzotik bir ülke yolcusu. Ayak numaramı sordu. 38, dedim. “Not aldım”, deyince korktum biraz. Nasıl bir not bu, merak ettim. Özlem, 38; Aslı, 36; Mihrişah, 37; Gözde, 39; Özden, 36; Bahar, 35, cinsinden bir şey olmasından tırstım tabii. Resiprokal güldük. Adım da 38 numara kaldı. Pek bir beğendim doğrusu. Benimsedim. O dönene kadar hala 38 numara giyiyor olmak için dua ediyorum. Olmazsa da ayaklarımı tereyağlar, yine de girerim o terliklere anacııımmm…

İki günde iki kez vaftiz edilmiş oldum. Üniversitemiz bir genetik mühendisine fahri doktora verdi dün. Hal böyle olunca genler de gündeme oturdu tabii. Buruşuk bezelye geyikleri derken, Mr. Mutluluk Hattı bana yepyeni bir isim buldu: Hiperaktivite geni. Pek hoşuma gitti.

Votka deyince, hatırlayıverdim. Size ne zamandır anlatmak istediğim bir Shakespeare hocam var. Boğaziçi hayatımın en anlamlı yanıdır. 90 yaşının arifesinde. Eksiksiz olarak her gün telefonda konuşuruz. Ahizeyi her seferinde kahkahalarla kapatırız. Her fırsatta ziyaret ederim. Kendi votkasını evde kendi yapar. Extra leziz olur. O yıl votka yapmamışsa da bittikçe bakkaldan telefonla ister. Telefonla alkol siparişi yapmanın yasak olduğunu öğrendiği günden beri mahallenin bakkalıyla arasında şöyle esrarengiz bir diyalog geçiyor.

-Bana maldan bir şişe gönder.

-Tamamdır, hocam.

Telefon dinleyenlere selam olsun, anacııımm.. Yetmez, ama hayırrrrr…Alooo, As-1 Market mi? Ankara, çık aradan…

26 Eylül 2010

“BABA BENİ TAKSİM’E GÖTÜR” ya da İSTANBUL CALLING

Arpa suyuyla şenlendirilmiş halimi pek bir seviyorum. Şöyle kardeşimle bir Taksim’e uzanalım, domuzlar gibi tantuni yiyelim dedik ve misyonumuzu var gücümüzle yerine getirip (özellikle ‘domuz gibi’ kısmını) kendimizi bir sahafa attık. Ne çeşit bir kaderdir bilinmez, kardeşim oracıkta bir Don Camillo buldu. Hem de Almanca! Bana soracak olursanız Don Camillo’ya gülebilen Alman’a bundan gayrı Alman filan denmez. Necati bile denebilir, ama Alman (bundan sonra Necati olarak anılacaktır) asla! Eşelerken başka bir tane daha buluverdik. Neşe içinde yeme, içme, semirme misyonunda ter dökmek, kan akıtmak için yeniden yola düzüldük. Çok sevdiğimiz bir kitapçı taşınmış. Kapıda yeni dükkânın krokisi var, lakin ters yapıştırılmış. Yemedik bu ayakları, sürdük izini, doldurduk çuvalı. Kardeşim krokinin beni şaşırtmak için yapıştırıldığını, yolu bulunca da kitapçının “amanin, yine buldu geldi manyak yazar” dediğini iddia etti. Pek bir güldüm. Aklıma bayıldığım o karikatür geldi. Uzaklara bırakılıp kaçılmış kedi telefon kabininden sahibini arar: “Andon, Levent sapağındayım, gel al beni.”


Eve döner, ayaklarımızı uzatır, Leffe’mizi içer, patatesimizi yer semirmeye kaldığımız yerden devam ederiz hayalleri içindeyiz. Mr. Mutluluk Hattı’ndan “Tabutta Rövaşata”yı indiragandi yapmışım, eve gidip izleyeceğim, sound-track’in kanımca bombası “Bana beni Taksim’e götür”ü dinleyeceğim. Senaryoya hazırım. Kapıdan çıkarken bir de baktım Özer. Efsanevi Kronik grubunun gitaristi, beyni. Geçen gün Camino filminden dönerken Harbiye’de karşılaştık. Elimde kocaman bir şeker yastıkla evlere şenlik bir halde yakalandım daha doğrusu. “Bir dakika, açıklayabilirim”, demedim. O kadar sık karşılaşıyoruz ki, o sefer “Bir sonrakinde oturup bira içeceğiz” diye sözleşmiştik. Hal böyle olunca attık kendimizi açık hava Rock barlarından birine. Özer’le fi tarihinde kaç röportaj yaptım hatırlamıyorum, ama bu gece anlattığı o akıl almaz hikâyelerden hiçbirini dinlememiştim. Afiş yapıştırırken “kımıldamayın” komutuyla yakalanıp nezareti boylamaları, İstanbul’da şube-merkez arası seyahatleri, geceleyin unla yapılmış yapışkanla yapıştırdıkları ve şehri donattıkları afişlerin sabah bir kurabiye gibi un renginde kalakaldığı (ve dolayısıyla Kronik resminden eser kalmadığı) başta olmak üzere bir sürü anı paylaştı Özer. İnsafsızca güldürdü bizi.

Özer bizi güldürerek aslında borcunu ödedi. Nitekim bundan yaklaşık 17 yıl önce de ben onu bol keseden güldürmüştüm. O günden sonra beni yolda yolakta tanımazdan gelmediğine inanamıyorum. Efenim, ’93 yılı. O zamanların sevilen radyolarından Hür FM’de bir programa başladık. Sert bir Rock programı, adı da “Düriyemin Güğümleri”. İki kişiyiz, lakin diğer arkadaş annesine bir radyoda programı yapmaya başladığını söylemeye cesaret edip izin alamadığı için sap gibi kalmışım ilk canlı yayında. İnanılır gibi değil, ama siz inanın. İlk konuğumuz da Özer. Özer o zamanlar Kent FM’de sayısız program yapıyor, (Azı dişi kerpeteni, Kara tren, vs. Hatta o yayındayken bile telefonda sınırsız dedikodu ettiğimiz için o zamanlardan şöyle bir replik buldum günlüğümde: “Parçayı değiştirip geliyorum”!) Konuya hâkim. Zaten sahne adamı, radyo vız gelir, tırıs geçer. “Endless War” albümleri tavan yapıyor, “Lie” parçası herkesin dilinde: Mama said this music is not good for my health. (Şarkıyı programı yaptığım arkadaşa gönderdim o gece). “Sizin anneniz hala bu müziğin sağlığınıza zararlı olduğunu mu düşünüyor?” diye başlıyorum programa… Devamı: pot üstüne pot.

Kaseti sizin için 17 yıl sonra dinleyip deşifre ettim. İşte canlı bağlantılardan biri.



-İyi akşamlar. (Aferin, Özlem, gayet başarılı bir başlangıç yaptın. Haydi, you can do it!)

-İyi akşamlar, ben Nil. (Sana da aferin)

-Ah canım, nasılsın. Nil, Badluck ve Kargo grubunu giydiren Carpe Diem şirketinden. (Ben de sazangillerden Özlem Kumrular)

-Ben mi, yooo, o Nil ben değilim. (Geri zekâlının başkanı, ilkokul bilgilerine dön, hıldır hıldır, soyadı kanununu hatırla. Aradığım kriterlerde bir veriye rastlanamadı mı yoksa? Orası Yapı Kredi değil mi?)



Program boyunca Özer tarafından en çok kurulan cümle “Düriye de insan, olur tabii o kadar”. Levent Kırca’nın “Associated Press’ini aratmayan şenlikler. Bir Twisted Sister diyemeyişim var ki, duymadan geçmeyin.

Pentagram’ın ilk gitaristlerinden Ümit Yılbar’ın şehit olduğu haberi geliyor. “Kendisine baş sağlığı diliyoruz ve onun anısına “Fly Forever”ı çalıyoruz.” (Yorumsuz)

“Mitolojiden aldığımız habere göre Athena ilk albümü için stüdyoya girmiş.” (Var ya, hiç komik değil. Athena, ilk albüm! Vay anasını, yaşlanıyoruz.)

Bir taraftan kulağım hâlâ programda. Güzel parçalar seçmişim. Ugly Kid Joe’dan “Everything about you”, Faith No More “Midlife Crisis”… Düriyemin güğümlerini kalaylamaya devam ediyoruz..



Program bitiyor, gecenin bir yarısı eve dönüyorum ve masamda annemden kocaman bir teleks kâğıdına yazılmış not buluyorum. Psikopat bir arşivci olduğum için sadece programın kasetini değil, annemin notunu da saklamışım. (Belge sapıklığında zirve)



-Durmadan evet deyip durma. (Elimde değil)

-Çok hızlı konuşma (Modelim bu)

--Yo değil, -yor. (Teoride haklısın, anne, ama pratikte öyle olmuyo-r.)

-Müzik çok güzel. Parçalar. (Vay anasını, demek bundan sonra annemle Twister Sister, Kronik dinleyeceğük)

Hepsi bu, iyi geceler… (Sana da)

-Telefon numaralarını yavaş oku. (Söyleyecekleri bitmemiş, kimin annesi)









Yıllar yılı yediği, içtiği, sıçtığını gün be gün yazmış biri olarak eski günlüklerimi de çıkarayım da şenliğimiz tam olsun, dedim. Hakikatli bir psikopatlık örneği göstererek tam 10 yıl boyunca (roman yazmaya başlayınca bu sapık arşivcilik oraya geçti) gün içinde geçen her türlü saçma diyalogu kaydetmişim. O gece program arasında şöyle bir diyalog daha geçmiş:

-Üüü, Özer, bir bilezik diyemedim.

-Onu bırak, iki saattir telefon numarasını doğru söyleyemedin.



Gecenin bombası yine Özer’den: “DAT’ın iki yüzü olduğunu sandığını kimseye söylemiycem”.

Bir gün Türk Rock tarihi yazılırsa günlüklerim ağırlığınca altın değerince olcek. Şöyle bir baktım da, neler neler… Yıllar yılı kardeşimi Demirhan Baylan’ın demosundaki “Yangın” adlı parçayla korkutmuşum. Polis sirenlerinin bol olduğu bu şarkı sayesinde bayağı rahat etmişim… “Polis demosu” diye vaftiz ettiğim bu demoyla huzura kavuşmuşum. “Yemeğini yemezsen geliyor polis demosu”… Aylinciğim Metallica konserine ekmek arası fotoğraf makinesiyle girmiş… Dahası için tıkla.

Velhasıl. Biz “üçü birlik” şekilde biraları löpürdedip kikirderken Mr. Mutluluk hattı arayıp yarın Feriköy’de bir Yunan tiyatro grubunun Don Camillo’yu Yunanca sahneleyeceğini, yeri olduğunu söyledi. Almanca Don Camillo’dan sonra, “This is too much for one James Bond”! Geçen akşamki Kore filminde de diyordu zaten: Ne kadar uzak olursan ol kader seni bulur. (O filmi izlerken kötülerin kötüsü kaderin beni ta Kore’den gelip bulduğunda bunu yeterince anlamıştım zaten)

    İşte bu şehre bu yüzden aşığım. On beş milyon insandan, kitapçının çıkışında gördüğüm zatın arkadaşım çıktığı başka çılgın bir kent olabilir mi?
    Bugün hayatımın temizliğinin son parçasını icra ettim ve bütün öküzlere buradan Twister Sister’den bir/pir parça gönderiyorum:

“We’re not gonna take it anymore…”
   İstanbul beni çağırıyoo anacım... Haydi, kaçtım.

17 Eylül 2010

ESKİ KURBAĞALARINIZDAN PRENS YAPILIR ya da DÖRT KIZ KOCAYA GİRDİK BU BAYRAM…

Narkoz bana iyi gelmedi, anacım. Zaten gramaj eksiği vardı. Kalanı da gitti. Öv’cüğümün annesinin bana Hıdrellez’de aldığı prenses tacı kafamda, Retro’dan alınmış (ve büyük ihtimalle en son o yumuk yumuk elleriyle türlü yemekler yapan bir Çinli tarafından giyilmiş) geceliğimle yattığım yerden yazıyorum. En komik Woody Allen filmlerinden daha komiğim mevcut görüntümle. Neyse. Velhasıl evde çok sıkılıyorum tek kişilik aktivitelerimle ve kardeşim gelince de onu heyecanla kapıda karşılıyorum. Dün akşam geceliğim ve tacımla kapıda onu banyodaki kurbağalardan birini (tam 26 tane var) öperek karşıladım. Hiç gülmedi. Gülmemekle kalmayıp acıklı bir statiksel istihbarat verdi. Kızlaaaar, kurbağaların yüzde sekseni dişiymiş! Öpmeyin anacım öyle her gördüğünüz kurbağayı, mazallahhh… Vay anasını, dünya üzerinde düzgün erkek kalmadı diye ağlaşırken bir de prens olmaya aday kurbağaların bile yüzde sekseni bizden çıktı. Halimiz harap kızlar.


Retro demişken. İyileşip Retro’ya gitmek, bütün elbiseleri karıştırmak, ortalığı dağıtmak, kombinezon bavulundan türlü türlü komik kombinezon seçmek istiyorum. Tabutta Rövaşata’nın sound-track’inden bir bölümle belirtmek gerekirse: “Baba beni Taksim’e götür”. Ah, pırlanta gibi albümdür. Olsa da dinlesek.

Ataletsizlik bana göre değil, gençler. Dün öğle vakti çok sevdiğim bir arkadaşım aradı İspanya’dan. Uzun uzun dedikodu ettik. Eski, daha doğrusu eskimeyen hippilerden. Her geldiğinde Kemancı’ya gider tepiniriz. Rektör yardımcılığı ve kültürel işler daire başkanı olduğu için ülkenin en sağlam sanatçı kitlesiyle yüz göz Allah’ın her günü. “Sofia buradaydı üç gün önce, enfes bir sergi açtık.” Ne denir? Carlos olmasa bence Sofia da Fernando’ya âşık olurdu ya, haydi neyse. Bir tanedir Ferdi. Ama sorun o değil. Kraliçeyle koca bir gün geçirmiş. (Kraliçe de tam benlik kombinasyon. Sen git Yunan’da doğ, İspanya’ya kraliçe ol. Şansa, bala bak.) Ferdi’ye cevaben ne diyeceğimi bilemedim. Bir de bana bak! “Üç haftadır öküz gibi, öküzün geçtiği yerde yatıyorum, anacım… Bos-phorus!” Sonra da kadere bak, dedim. Sofia sana, üstüne oturamadığım kıç bana, kader işte! Fernondocuğum aslında taziyelerini bildirmek için aramış. Referandum sonuçlanınca beni anmışlar cümleten. Tam bir Yiğit Özgür karikatürü gibi. Şekil aşağıda, anacım.

Çok komik değil mi? Ama daha komiği var. O da elinde kocaman iki kenarı kurdeleli şeker yastığıyla sinemaya giden aklı zayi kız görüntüsü. “Camino” filminin galası varmış. Mr. Mutluluk Hattı “yanımda götürebileceğim güzel bir kız arıyorum”, deyince özellikle şekil itibariyle son zamanlarda bu pozisyona pek uygun olmasam da hemen bir cv verdim kendisine. Kötürüm mötürüm demedi sağ olsun, taktı koluna, götürdü galaya. Elimde koca şeker yastığımla birinci dereceden bir geri zekâlı gibi (gibisi fala diyeni vururum) daldık salona. Filmi alkışlayan tek ben oldum. Uzun zamandır böyle bir afet izlememiştim. Bizdeki Fethullah hareketinin Katolik versiyonu sayılabilecek Opus Dei’ye mensup bir kadının ölmekte olan kızını tek kelimeyle muhteşem işlemiş. Ekrana saldırıp kadının ağzını burnunu kırmak istiyorsunuz. Sonra düşündüm de bunların bizdeki versiyonuna bu mevcut hayatta saldırganlaşmadan iyi dayanıyorum. Öyle ince paralellikler ve göndermeler vardı ki cümlesini alnından öpesim geldi. Bu filmi kaçırmaya kalkmayın diyor ve kelimeler anlatmaya kâfi gelmeyeceğinden yok oluyorum.

Temizlik gibi akıl da imandan geldiği için, hala yolda anacım. Bize ulaşana kadar eşek cennetine intikal ederiz. Salamanca’da arkadaşlarla konuşuyorduk. Şöyle bir şey yaşanmış şehrin bir köyünde Aznar zamanındaki seçimlerden birinde. Bizimkiler bir masada oturuyorlarmış. Hepsi de işçi partisine oy vermiş. “Aa, ben de”, “Ben de” dedikçe şaşıp kalmışlar… O masada oturan dört kişinin oyuna rağmen o küçücük köyde sandıktan işçi partisine tek oy çıkmamış! İspanya’da durum buyken, biz ne yapalım anacım. Neyse, arkayı dörtleme zamanı geldi. Üç arkadaş daha bulursam bir koca alacağım kendime. Anlaşırsak dört kişi danaya, ay pardon, kocaya giricezzz… Laf lafı açıyor. Geçen kurban bayramında bizim Hande Sardinyalı kocası Maurizio’yla bayram ziyaretine annemlere gelmişlerdi. Babam Maurizio’nun ne kadar Türkçe bildiğini bilmediğinden onunla beginner level Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Üçüncü cümlede Maurizio babama “biz beş aile danaya girdik” deyince Kumrular ailesi 2009’un kahkahasını hunharca harcamak zorunda kaldı. İlahi Maurizio. Anacım, bu İtalyanları alıp kendimize benzetiyoruz. İtalya, Türk-İtalyan evliliğine bir kısıtlama getirmezse yakında güzelim İtalya çok fena danaya girecek. (Ve de çıkamayacak, işin kötüsü!)

Sakatlıktan yağ çıkaralım bari düşüncesiyle 13 adet yemek filmi alıp eve geldim. “Fırıncının Karısı”yla başlayayım dedim. Anam, son iki günde iki tarifsiz güzellikte film bünyeye iyi gelmedi. Beden iyi olana olan alışkanlığını kaybetmiş. Benden bile yaşlı olan bu siyah-beyazı bunca zaman nasıl olup da seyretmemişim. Utanç (ve kıç ağrısı) içinde izledim. Hikâye romanla aynı. Fransa’nın unutulmuş bir köyüne yeni gelen ve iyiliğin yeryüzündeki temsilcisi sayılan bir fırıncının güzel karısı belediye başkanının yakışıklı çobanıyla kaçar. Kaçma vakası çobanın gece yarısı kadına yaptığı İtalyanca serenattan sonra vuku bulduğu için bizim zavallı fırıncı belediye başkanına bundan sonra İtalyanca’nın, hatta özellikle de İtalyanca şarkı söylemenin yasaklanması gerektiğini söyler. Şu repliği duyunca kötürüm halimle koltuktan düşüyordum: “İtalyanca’yı kimse anlamıyor. Kadınlar hariç!” Velhasıl bu erkeklerin İtalyan, dolayısıyla İtalyanca korkusunun aslında bizim Türk erkeklerine has bir şey olmadığını anlamış bulundum. Haydi kızlar, sıra bizde. Türkçeyi yasaklatacak hale getirelim. Buzukimi alıp geliyorum anacımmm…

Filmlerden açılmışken yeni bir romanda kullanmayı düşündüğüm enfes bir diyalog geliştirdim. Şöyle bişi:

-Üç saatte el değmeden öldüren şey nedir.

-Tarkovski filmi.

-Üç saate öldürmeyen, ama sadece süründüren şey?

-Bir Angelopoulos filmi!
Bu kötürüm günlerimde eski Don Camillo’ları yeniden okudum, çocukluğumu bedelli yapmış gibi güldüm. Don Quijote’den sonra edebiyat dünyasında ikinci sırayı aldığına bir kez daha kanaat getirdim. Don Camillo okumadan bu zamana kadar gelmiş olan herkes gençliğini atlamış demektir. Gidin sahafa, bulun, okuyun ve sakın okumadan ölmeyin. Po kenarında bir kuzey İtalya köyünün papazı ve kızıl belediye başkanı arasında geçen eğlenceli hikâyelerle ikiye bölünmüş İtalya’yı pek bir komik anlatır Guareschi. Don Camillo’yu tanıyınca ona cüppeyi astırasınız gelir. (Kurbağadan faysa yok, ruhban sınıfından seçelim bari). Edinin, okuyun anacım… Ben sevdiklerim için sahaflardan toplama girişimine başladım bile.

Pansumanlarımı müstakbel doktor olan kardeşim yapıyor. Bugün öldürdü beni: “Abla, yüzünü unuttum”. (Malum operasyon arka sahaya yapıldı) Ama geçen gün daha iyisini söylemişti: “Abla, önümüzdeki on yıl içinde kıçını görmek istemiyorum mümkünse.” (Ay, bu word programı öldürecek beni. Hep yorum, hep yorum! “Argo veya kaba sözcük”müş! Peh!)

“Haydi yavrum, haydi evladım”, “Ayyy, yüzü gözü maskeli çocuk hiç beceremiyor”, “Atamıyor o, çıkarsınlar onu. Niye çıkarmıyorlar?” Evet gençler, bu replikler ailecek seyredilen Slovenya-Türkiye maçında annemin oturduğu yerden rüzgarla gelen replikler. Babam ve kardeşim tarafından uzun zamandır heyecanla ve korkuyla beklenen gün gelip çatınca maaile ekran karşısına geçtik. Heyecan doruktaydı. Uzun zamandır korku saçan Slovenya’yı tam anlamıyla maymun etmenin zevkini çıkarırken annemin eğlenceli fon cümleleriyle neşe bulduk. “Ay, Hidayet boştaydı, o niye atmadı ki sanki?” Kardeşim: “Senin kadar basketbol tecrübesi yok çocuğun tabii anne”. Annemle futbol da, basketbol da ayrı bir eğlencedir zaten. Ama dün babamın performansı da fena değildi hani. Sloven takımında oynayan Beciroviç nam oyuncunun antrenör Mehmet Beciroviç’in oğlu olduğunu iddia etti babam. Sonra bu bilgi ekranda onaylanınca babamın bunu nereden bildiğini sorduk. “Eskilerden biri söylemişti”, dedi. Yorumsuz. (Benden bundan sonra kaynak bulamayınca dipnotlara böyle yazacağım.)

Sırpskilerle maçımız daha bir şenlikli geçti. Çünkü komşumuz Zekiye Teyze ve kocası torunlarını da kapıp geldiler. Ramazan çıkışı türlü alkolle kutlandı. Ailecek maç izlendi. Zekiye Teyze’nin yanında annemin esamisi okunmadı. İçeride meyve tabağı hazırlıyordum. “Yok, yok. Bişeycik olmaz. Şimdi geçer. Haydi güzelim, ” şeklinde bir cümle duyunca bir anlam veremedim. Keşke hiç anlamasaydım: Zekiye Teyze yüzüne top gelen bir basketçimizle konuşuyormuş! Bir sonraki maça kayıt aletiyle oturacağız. Sırpskileri Balkan Ekspres’le yolladık “Ove je Balkan” şarkılarıyla. Ama ne yapalım, more, buraya kadarmış.

David gitti. Annemle Beylerbeyi-Kanlıca arası bir sahil günü geçirttik ona. Çok güldük. Kötürüm günlerimde iyi geldi. Annesi bana ve Merviş’e enfes birer şapka örmüş. Salamanca’nın en özel mahzeninden kokusu baş döndüren şaraplar getirmiş. Akşam annem mutfakta yemek yaparken biz de salonda saatlerce çene çaldık. Daha doğrusu, ben günlerdir yapayalnız olduğum için tüm konuşma ihtiyacımı zavallı David’le giderdim. Hiç susmadım.

“Evladım, bu kız sabahtan beri başını ütüledi, çok üzgünüm” dedi annem çocuğun haline acıyıp. “Teyze, kızınız çok komik”. Bilse David, bu kız neden komik. Neyse. İspanyolca’ya çevrilen romanımı almış: “Aşkın Beş Hali”. (İspanyolca’ya “İstanbul’dan Rodos’a” adıyla çevrilmişti) İmzalatmaya getirmiş. “Ay Öz, her saniyeyi her an ben de çıkabilirim diye korku içinde okudum”, dedi, sonra da “Senin kitapların da erkeklerin sonu çok kötü oluyor da”, diye bastı kahkahayı. Hak ediyorlar da, ondan.

Aklımı kaybettim. Hükümsüzdür. Benden başka kimseye de yaramaz. Bulursanız sakın vermeyin. Böyle iyiyim. Karnımda kelebekler uçuşuyorrrr… Pazar günü çok sevdiğim bir sürü arkadaşım yemeğe geliyor. Murat Belge bu yemeklerde denediğim tarifleri “Biz Yedik Ölmedik” adı altında bir kitapta toplamamı önermişti. Altına masamda olan herkes imza atacak. Bayıldım fikre. İki cilt halinde çıkarırım artık: “Biz Yedik Ölmedik” ve “Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye”. Neyse, parmak yedirten bir ekmek tarifi denedim. Koca bir kabın içinde mutfakta, üstü bezle örtülü duruyorlardı. Kardeşim bu hayli rustik manzarayı görünce, “abla, içeri gideceğim, ama korkuyorum”, dedi, “Allah bilir salona da tarhana sermişsindir”. Velhasıl, gayet domez oldum. Antreye de ipi serdim mi biraz kışlık patlıcan, biber filan kuruturum, yarın da biraz erişte açar keserim diye düşünüyorum ve kendi kendimi imha ediyorum…



Ama önce, blog sakinlerine ev ödevi:

-Fırıncı’nın Karısı’nı bul, izle. Başına gelmesin diye dua et, İtalyanca artı şan kursuna yazıl.

-Sahaf sahaf dolaşıp tüm Don Camillo’ları topla. Fazlasını sevdiklerine hediye et.

-Bregoviç geliyor. (Düşündüm de adam her sene aynı tarihte geliyor, gün sapmadan) Bilet al. Unutma. Konserde aradığım cinsten bir Sırpça hocası bulursan bize getir.

-Camino’yu sakın ola kaçırma. F tipinden uzak dur. Her an her taşın altından çıkabilir, gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde olabilirsin mazaaaalllah…

-Hayatındaki bütün vefasızları tek kalemde sil, hard diski temizle!


   Öptüüüüümmmmmmmm...

6 Eylül 2010

HİPERAKTİFLERE ÖLÜM DÖŞEĞİ…

“Özlem Hanım, bu yıl da leyleği havada gördünüz”, “Ayyy, kızım artık şu kıçının üstüne bir otur artık”, “Yine nereye ayol?”, “Bu ay da bir gün yerinde durmadın”, “Ozzz, non fermi mai?” (Özzz, hiç yerinde durmaz mısın sen?), “Ozzzz, sei sempre in movimento” (Özzz, hep hareket halindesin)… Son ikisi Leo’ya ait olmak üzere yakın çevremin aşırı hareket durumuma serzenişi sayesinde şu anda kıçımın üstünde bile oturamıyorum. Nazarrrr değdirdiler… Yıllar yılı her gittiğim yere götürdüğüm yağ bezesi kaşla göz arasında devasa boyutlara erişince onu pek bir rahatta olduğu mekândan ayırmak gerekti. Öyle bir büyüdü ki bir sabah kalktığımda onu bana yatağa kahvaltı getirirken bulmaktan çoook korkuyordum. Velhasıl bu sevgili yağ bezesinden ayrılma vakti gelince hiç gözümün yaşına bakmadan cart diye boydan boya kesiverdiler beni anacımmm. Cartlak kebabı oldum… Oh, no! Altı gündür altına imza atabildiğim tek aktivite boylu boyunca yatmak. “Başka türlü kıçının üstüne oturacağın yoktu, oh olsun,” diyor annem. Ona bile razıyım, ama oturmak bile önümüzdeki iki haftalık kalkınma planım içinde görünmüyor. Serkan da arayıp aynı cümleyi kurmaz mı? Eski-yeni sevgililerimin anneme çooook benzemesi beni çok ürkütüyor.


Piccolo mondo di Don Camillo… Ben de öyle küçük bir dünya yarattım kendime yatakta. Atlas, sözlükler, kitaplar, çay bardakları, kalemler, renk renk, desen desen ilaç, Avrupa Yakası’nın cümlesi… Yine de çok sıkılıyorum yeavruumm… Sağ olsun arkadaşlarım hiç yalnız bırakmadılar. Arka tarafta hasıl olan koca dikişli yer yarığı izin verdiği sürece bolca güldürdüler beni. Sürprizlerle çıkıp geldiler. Bir hiperaktif için sınırsız yatak ne demek bilemezsiniz. En son başıma İspanya’da yaşarken gelmişti. Meksika lokantasında tavuktan zehirlenmiş ve dört gün yataktan çıkamamıştım. Dört günde dört kilo zayıflamıştım. Çoook mutluydum. Oysa şimdi evde moratoryum ilan ettirecek düzeyde yiyorum. Yatağım seyyar bir mutfak gibi. Baktım da aynaya sığmıyorum. Yakında kapılardan ancak tereyağlanmak suretiyle geçebileceğim. Gözlüklerimin çerçevesinden de taşıyorum. Dün Avrupa Yakası’nda duyduğum bir replikle anlatmak gerekirse: “Sıfır beden olma ihtimalim sıfırın altında.” Arcimboldo, Leonardo, Velázquez filan yalan anacımmm. En sevdiğim tablolar Güllüoğlu’nun tabloları. Bir sıra fındıklı, bir sıra cevizli, bir sıra Sütlü Nuriye… Tablo diye ona derim ben.

Konu gelmişken, Osmanlıca hocamız katıksız bir gerzek olduğuma kanaat getirmiştir artık şüphesiz. Yorgun argın iş çıkışı Rika okumaya kalkışınca daha iyisi olamıyor ne yapalım. Son derste artık iyiden iyiye kızmış bağırıyordu. “Askeriye nasıldır?” Soruyu anlayamadık. Sonra farklı şekilde sordu: “Nuriye nasıldır?” (Cevap: müennes (dişi) olacak.) Anacım, zaten yorgunum. Yok, soruyu anlasam, cevabı biliyorum. Artı o saatte olduğu var sayılan zeka kapasitesi sıfırın altında seyrediyor. “Süüütlüü” diye cevap vermişim. Yalan mı, Nuriye dediğin sütlü olur. Yücel Hoca gelecek sezon beni ihraç edebilir. Yatakta Sütlü Nuriyeleri bir bir götürürken onu anıyorum bol bol. Kendisi mavi yolculukta. Seneye kene gibi ben de yapışacağım. Tekneye almazsa, kılık değiştirip gireceğim. O da olmazsa, dipten delip sızacağım güverteye. Ama kaçırmayacağım o bir haftalık eğlenceyi.

Aksi gibi çok sevdiğim iki arkadaşım İstanbul’da ve ben onlara şefkat gösteremiyorum. Dimosthenis U2 konserine geldi. Kendisi Alexandroupolis, namı diğer Dedeağaç’ta ikamet ediyor. Sultan’ın Mutfağı çıkmadan önce Yunan televizyonunda röportaj vermiştim. Çok eğlenceli geçince bütün kanallar çağırmıştı iki gün içinde. Yunanca da komiklik yapabildiğime çok sevinmiş, iyice coşmuştum. Programın yapımcı ve sunucusu Dimo’ydu. Sonrasında çok iyi arkadaş olduk. Yaşlanınca İstanbul’a yerleşmeyi düşünüyor. İstanbul’daki konserlerin hiçbirini kaçırmıyor. Üç buçuk saatlik yol topu topu. Harika bir fotoğrafçı. Bizans eserleri üzerine ardı ardına kitap çıkarıyor. Her hafta başı posta kutumda ondan bir sürpriz oluyor. O seyahatte bir sürü gerçek dost edindim. Hepsini yeni romanıma saklıyorum. İki aylık kalkınma (yataktan kalkınma) planım içinde bir triptik çıkarıp uçarak onları ziyarete gitmek var.

Yarın da David geliyor ziyarete. Sen kalk ta Salamanca’dan gel, ben yek pare olamayayım. Neyse, adresi verdik. Bakalım yarın onu nereden toplayacağız. David hayatta bana en çok benzeyen üç dostumdan biri. Hatta en benzeyeni. Erkek-İspanyol versiyonum. Kankam. On bir yıl önce otobüste tanışmıştık. Canım çok sıkılıyordu ve Salamanca yolu bitmek bilmiyordu. Kırk bir kez söylersen olur batıl inancına güvenip “biri benle konuşsun” cümlesini tekrarlamaya başlamıştım ki, yandaki uzun saçlı yeşil gözlü yolcu bana suyunu uzatıp “su ister misin?” demişti. Sonra da susturulamamıştı. Bir daha da hiç ayrılmadık. Can dostu olduk David’le. Hayatta yaşam tarzı, espri anlayışı, aile yapısı, aile fertleri, hayalleri en çok bana benzeyen dostumdur. Müzik zevki çoook sağlamdır. Bundan kendime pay çıkardığım sanılmasın, ben sonradan raydan çıktım. Mesela yarın ona bir Amr Diab filan dinleteyim de bir güzel aforoz edileyim.

David’in koskoca şu hayatta başka kimseciklerde olmayan akıl almaz bir özelliği vardır. Bir vitrin önünde aptal aptal bakınırken o an neyi beğendiğimi hisseder. Veee ertesi gün o gönlümün kaldığı nesne David’in elinde bir hediye paketi içinde bana doğru gelir. Bu sürprizlerin rekoru ise neredeyse gerçek boyutlarda bir İkea geyiğidir. İkea’nın İspanya’da bile mevcut olmadığı fi tarihinde bir gece yarısı karanlık bir vitrinde gördüğüm pofuduk boynuzlu süper sempatik bir geyik paspasının yerinde ertesi gün yeller esiyordu. David sabahın köründe geyik sevdasıyla oraya koştuğumu bilmiyordu, aramızda lafı bile geçmemişti. Ama David’den kaçar mı? Aradan bir hafta geçmeden İsveç’teki yengesine vitrinde yatan tombul geyiği göndertmişti bile. Onu Noel Baba’nın geyiğinin adıyla vaftiz ettik: Rudolf. Salamanca’nın buzlu gecelerinde hep yorganımın üstünde, ayakucumda uyudu.

Süper komiktir arkadaşım. Dünyanın en komik fıkraları ondadır. En garip haberleri o takip eder. En güzel canlı müzik yapılan barları, en enfes lokantaları o bilir. Saatlerce, günlerce konuşsanız bıkmazsınız. Derin Kastilya’yı boydan boya o gezdirmiştir bana motorla. Bu dünyadan diğerine en kısa yoldan göçmeme de onun motoru üzerinde ramak kalmıştır. Hayır, hızdan filan değil. Uykudan! Öyle çılgın bir ritimde gezmiştik dönüş yolunda arkada ona koala gibi yapışık bir şekilde uyuyakalmıştım! Ellerimin kaydığını görünce telaşa kapılmış zavallı. Bir daha da uzun yola götürmedi beni.

Rahibe Teresa’nın şehri Avila’ya gitmiştik David’le motor üstü. (Makedon Madre Teresa, İspanyol Rahibe Teresa… Hayatımdaki Teresaların nüfusu beni ürkütmeye başladı!) Avila’nın kendinden meşhur yumurta tatlısından yemiştik bir gölgede. O an, o tatlıyı yerken ölmediysem bir daha da ölmem kesin. Yumurta sarısının toz şekerle kaplanmış ve dondurulmuş hali! Ne dersiniz? Ölümcül değil mi? Ben ki âlemi gezdim, türlü börtü böcek yedim, böyle rezalet görmedim. Bilirsiniz, rahibe tatlıları meşhurdur. (Yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için tatlı yapıyor İsa’nın gelinleri. Öteki dünya diye bir şey yoksa bu hepimiz için, en çok da onlar için kötü bir sürpriz olacak.) Yarın ölecekmiş gibi tatlı yapıyor bu bahtsız kızlarımız, sonra da cilt cilt tarif kitapları basıyorlar. Zamora’da evlenen kızlar da düğünden önce rahibelere 24 adet yumurta götürürlermiş düğünlerinde yağmur yağmasın diye. Ben de götüreceğim, ama Avila’dakilere değil. (Maazallah yumurta tatlısı yaparlar.) Ben kendi adıma devasa bir kır düğünü istiyorum. Şu meşhur loto çıkarsa da Galata’da terastan vazgeçip hakkımı düğünde Shantel ya da Bregoviç’in çalması lüksüne, sandalyeleri de dans malullerine bırakacağım. “Kara kedi, ak kedi”deki nehir kenarında çılgın masalar ve Balkan müzisyenleri! Deliler gibi eğlenip tam nikah memuru geldiğinde bir deus machina gibi gökten inecek helikopterle kaçmayı düşünüyorum. Nasıl plan ama?

David’den geldik nerelere… Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anacım… Bir haftadır evdeyim ve yalnızım, sustur susturabilirsen. Evet, canım arkadaşımla son yedi yıldır hiç konuşmadık, görüşmedik. Bilin bakalım neden? Sevgilisi kıskandığı için! Beni ilk gördüğü gün yasaklamış benimle konuşmasını, David de bunca yıl birlikte yaşadığı bu kıza verdiği sözü sadık bir âşık gibi tuttu. Uzun uzun yazıp durumu açıkladı yedi yıl önce, ben de hayatımda ilk defa anlayışlı oldum. Ama anladım mı? Hayır. Ne kızı, ne onu. Bana böyle yasak getirecek sevgilinin kolunu bacağını kırar, yerlerini değiştiririm. (Bacak kırmışlığım vardır, şehir efsanesi değildir.)

Kočani Orkestar dinliyorum gençler. (Harf kardeşimden hediye. Sırpça öğreneceğiz ya, havaya girelim diye klavyeye Sırpski eklemiş vakitlice). Makedon çılgınlar bunlar. İlk albümlerini Salamanca’da almıştım. Tam o sırada çılgın kuzen Ozzy, Kemancı’da deli bir konser verdiklerini söylemiş kıskandırmıştı beni. Uzun yoldan çala çala gelmiş ve öyle girmişler Kemancı’ya. Hayat tesadüflerle dolu. Koçani, dedelerin Koçani’si işte. Kan çekiyor. Ah, konsere gelseler yine de gidip kurtlarımızı döksek. Ama önce birisi şu beni boydan boya geçen devasa mavi dikişleri çözsün. Kurtarın beni anacımmm… Mamma i dottori!!!