28 Kasım 2010

HOP, HOP,HOP… OVO JE BALKAN! (PART I)

Evet, anacııımm… Şu anda size Ljubljana-Zagreb treninin cam kenarından bağlanmış durumdayım. İçinden geçtiğimiz akıl almaz güzellikte doğa neden Osmanlı’nın Balkanlar’a halının saçaklarına yapışır gibi yapıştığını pek bir güzel açıklıyor. Yanımızdan yemyeşil Drava nehri geçiyor. Yola çıkmadan önce Hakkı Bey sormuştu, bayramda ne taraflara gidiyorsun, diye. Balkan ellerine geldiğimi öğrenince de rahatlayıp “Oh, pek sevindim. Ben de Uzak Doğu’ya gidiyorum. Demek ki bir sıkıntı yok”, deyince kavradım durumu. Gittiğim yerde felaket yarattığım için artık benim gittiğim istikametin tersine gitmeye karar vermiş kendisi. Yunanistan yangınlarından sonra adını öğrenemediğimin volkanını uyandırıp Londra ellerinde mahsur kalınca artık arkadaşlar benden korkar oldu haliyle.


Gelelim Slovenya’ya. Küçük bir masal ülkesi gibi. Ülkenin mimarlarınca baştan tasarlanan eski cezaevinde kalıyoruz: Celica. (cell yani) Bir hücrede hem de! Çılgın bir hostal şeklinde hizmet ediyor. akşamları konserimiz bile oluyor. Hücremize demir parmaklıklardan giriyoruz. Bugün mekânı terk ederken acaba fantezi olsun diye tünel kazarak mı çıksak diye düşünmedik değil. Bayramın ilk günü de burada uyandığımız için “cezaevinde bayram görüşmesi” şarkısını söyleyip Bulutsuzluk Özlemi'ni aldık. Lokum ve temiz çamaşır esprisi ağzımızda pelesenk halde.

Şehir de masallardan düşmüş gibi. Bu Slovenler Balkanların sınırlarında bulundukları için ne Orta Avrupalı ne de Balkanski gibiler. Bambaşka bir halk bu anacım. Böyle nezaket, böyle incelik ve sıcak kanlılık hiçbir yerde yok. Nasıl tatlılar bilemezsiniz. İstasyonda karşılaştığımız bir amca Türkçe olarak bayramımızı bile kutladı. Gerçi bir harf çaldı, ama biz onu anladık: “İyi ayramlar!” Oracıkta elini öpseydk, bayram harçlığımızı bile çıkarabilirdik, ama durumu zorlamadık.

Memlekette nüfus iki milyon, başkentte 270 bin! Şöyle anlatayım: İlk akşam şehri gezdik boydan boya ve bir kızı iki kez gördük! Ertesi gün de her türlü rüyayı süsleyebilecek nitelikteki Bled gölüne gittik. Göl kenarını dolaştık, küçük bir göl kenarı restoranında konaklayıp Avusturya belgelerinde sık sık karşılaştığım Malvasier şarabını tattık. (Yaza kadar alkol yok mu demiştim? Hiiiççç hatırlamıyorum.) Sonra da başka bir enfes restoranda yedik, mekânda üç kişi sadece ve sadece 15 avro verdik desem… Bu Slovenler çıldırmış olmalı. Üstelik ne zamandır da AB ülkesi bunlar.

Bled dönüşü Ljubljana Üniversitesi’nde bir konuşma yapacaktım 16. yy’da yiyeceklerin gizemli seyahatiyle ilgili. Prof. Jezernik bizi istasyondan alacaktı. Lakin ufak bir sorun vardı: onu tanımıyordum, ayrıca karanfilimiz de yoktu. Böylelikle istasyondaki tüm nüfusa (ki bu tahmin edeceğiniz gibi abaküs boncuklarından bile azdı) tek tek “Mösyö Jezernik?” diye sordum. “I wish I were” le başlayan geniş bir ranjda çeşitli cevaplar aldım. Ama hiçbiri beni şu kadar şaşırtmadı. “Ben değilim, ama onu gördüm. İçeride. Yüzünü tanıyorum.” Olacak iş değil, anacım. Bu olayın Haydarpaşa’da gerçekleşme ihtimalini düşünün. Velhasıl gerçekte de Bay Jezernik’miş. İçinde makalem olan bir kitabımız Sırpça’ya çevrilmiş. Pek hoşuma gitti baskısı. Hemen saçaklarına yapışıp üniversiteye gittik. Konu yemek olunca izleyici bereketli oluyor. Ülkenin en klas gazetesinin yazarından bir Türk lokantası sahibine kadar envai çeşit eğlenceli izleyici vardı. İşin güzel yanı çıkışta bizi yemeğe davet edip güldürmeye devam etmeleri oldu. Sloven ellerinde bu kadar güleceğimi söyleseler asla inanmazdım.

Çılgın bir çevirmen de vardı masamızda. Masada o kadar “evsiz” olunca mesele çaresiz evliliğe geldi ve kadınlar imece halinde beni evlendirmeye karar verdiler. Restoran sahibi “I can offer you my brother” dedi. Ben de “If you give him for free, why not?” dedim. Sonra beni bu kızkurusu formatında kurtarmak için uzun dersler vermeye başladılar. Barbara erkeklere nasıl şeyler söylenmesi gerektiğini anlatırken örnek cümleler verdi: “You have very original ideas”, “You are the most interesting person I have ever met”. Ayrıca uyardı: No Spanish jokes. (Kendisine İspanyol feminist esprilerinden bir aranjman yapmıştım da)… Annem ve kardeşimden sonra evlendirmek yoluyla benden kurtulmaya azmeden kitle Slovenler. Umutları ise hiç yok gibi.

Kıpkırmızı çatılı bembeyaz dağ evleri, tüten bacalar, yemyeşil köknar ve çam ormanları ve pırıl pırıl Drava’nın kıvrımlarından geçmeye devam ediyor trenimiz. Bizimkiler sızdılar. Bense manzaraya bakarak sadece tek bir kelime edebiliyorum: wayzingen. (Arif Hoca’nın kulakları çınlasın). Çantamda Jezernik Amca’nın kitabı. Bu arada kendisinin enfes kitaplarından biri Türkçe’ye çevrildi: Vahşi Avrupa, Küre Yayınları’ndan bulun ve “mutlaka” okuyun. Hayatımda okuduğum sayılı tarih-imgebilim kitaplarından oldu. Kitaptaki Balkanlar’da içilen “S..ktirgit kahvesi”nden, kuyruklu adamlara kadar sayısız çatlak bilgi var. Bozidar Jezernik sayısız dilde taradığı akıl almaz detaylardan oluşturduğu bu etnografik çalışmayı sakın ola kaçırmayın. Uzun zamandır iyi kitap okumayanlara ilaç, Türk imgesi çalışanlara da iksir gibi gelecek.

Az önce Hırvatski sınırında pasaportlarımıza şaşkın şaşkın bakan polisin bu latitüdlerde hiç Turski görmediğinden şüphe yok. Hemen elinde telsizle adlarımızı merkeze kodladı. 70 milyonluk, 800 yüz bin metre karelik memlette Lüleburgaz, Ceyhan kullanmak zorunda kalan biz Türkler yanında 2 milyonluk, Marmara Bölgesi’nden kat kat küçük Sloven ellerinde sanırım kodlamada semt adlarına kadar düşmüşlerdir. (“Kodluyorum: Maribor…”dan sonrasını anlamadık.) Hırvat ellerine gerçek bir cezaevine düşmeden girdiğimiz iyi oldu. Nitekim Nurten Hoca ta İstanbul’dan özenle getirip bizi beslediği, çantamızda mevzilediğimiz dereotlu poğaçalardan polise vermeye kalkışında kardeşim “Alo, merkez. Bana bu Türkler bişi verdiler. Kodluyorum: dereotu, peynir…” diye nasıl olsa Turski bunlara “yabancı” dil, anlamazlar düşüncesiyle espri yapmaya kalkışında pek çaresiz bastık kahkahayı. Az kalsın son gülen, iyi gülüyordu vallahi…O poğaçaları akşam gerçek “celica”da yerdik, hem de temiz çamaşır ve lokumsuz.

Lahana kokusundan okunmayan Rus romanlarından sonra pazarlarında küfe küfe çiğ lahananın, kazan kazan haşlanmış lahananın satıldığı bir yerdeyiz. Pazarcılar da herkes gibi pek sempatik. Bay Jezernik bana küçük bir şehir turu yaptırdı. Türkler hakkında bolca yazan Valvasar’ın doğduğu evin önündeki mekânda “şehrin en iyi” kahvesini içirdi. Yağmur bir gün bile durmak bilmedi. Şaşkınlıkla kafe, restoran ve birahanelerin önündeki masalarda konuşlanan Slovenlere bakıyoruz. İç mekânlar bomboş. Halkım dışarıda. Kardeşim yola çıkmadan önce Coelho’nun Ljubljana’da geçen “Veronika ölmek istiyor” romanını okumuştu. Derimi yüzseler bana Coelho okutamazlar, ama başlıktan Veronika’nın neden ölmek istediğini havayı görünce osssaat anladım. Anacııım, Almanlardan neden sağlam filozoflar çıktığını biliyoruz. Alman sabah camı açıyor, bakıyor hava buz gibi. İçeri girip düşüneyim, bari diyor. Olay bu. Slovenlerin de güneş yüzü görememekten mütevellit yapacakları en iyi şey yazmak, çizmek, okumak oluyor. (Birisi onlara yapacak daha iyi şeyler olduğunu söylesin bari. Bu enfes halka bu nüfus pek az.) Yok ben yardım edeyim diyeceğim, ama sonra kardeşimin anlattığı bir Çinli fıkrası gibi olacak.

Efendim, bir Çinli’nin nur topu gibi bir çocuğu olur. Düz saçlı, orta boylu, çekik gözlü. Bildiğiniz Çinli işte. Adını Çing Çang Çong koyar. Sonra bir tane daha olur. Aynı cinsten: çekik göz, orta boy… Bunun adını da Fang Fing Fong koyar. Üçüncüsü Çinli’yi bile şaşırtır. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü… düşünür, taşınır ve buna da bir isim bulur: Something Wrong.

     Haydi sağlıcakla kalın anacım… Biz Zagreb’e geldik...

14 Kasım 2010

GİDERAYAK ya da GÜNEŞİMDEN KAÇ ya da MEDENİYET VARDİYASI

Evet, gençler. Kapıda bavullar, kalpte bir heyecan. Yarın istikamet Sloven elleri. Kardeşim internete yumulmuş Ljubljana’nın sanatsal aktivitelerini yokluyor. Ben de yatağıma gömülmüştüm ki, kendisinden şöyle bir ses geldi. “Adamın yarın konseri varmış Ljubljana’da”. Haberlendirme burada bitmedi: “Peh, pek de yaşlıymış”. Kafamı kaldırıp olaya müdahale ettiğimde söz konusu ihtiyarın Joe Cocker olduğunu anladım. Yaşlanıyoruz anacım. Kuzunun maskarası olmuş durumdayız. Neyse, adını bir türlü yazamadığımın Ljubljana’sında film festivali de varmış. Hemen filmlerimizi seçtik. Renkli günler bizi bekliyor. Bu arada dolapta giyilmek için sırasını bekleyen mini etekler de bavula kondu. Anlayacağınız etekler medeniyet vardiyasındalar.


Mini etek, medeniyet derken valideyi de anayım. Bizim ediyle büdü çok çılgın bir gezi klubüne kayıtlı. Geçen hafta on günlük bir İran seyahatine çıktılar. Annem de hazırlık bâbına kendine pazardan bir eşarp almış. Küçük bir sorunu var, fazla transparan. “Anne”, dedim,” dikkat et, ahlâk polisi görmesin bu halini.” Yumruğunu sıkıp “başlatmasın ahlâk polisi” diye bastı çığlığı. Gerçekten, zavallı İran neyle karşılaşacağının farkında değil henüz. Ben annemi tanıyorsam, mevcut ahlâk polislerinin cümlesini kırar, burunlarını kulaklarına tıkar. Bildikleri duaları etmeye başlasalar fena olmaz hani.

Bir daha yeryüzüne gelsem, hiç tereddüt etmeden yine Özlem Kumrular olmak isterdim. Bu hafta buna iyice emin oldum. (Ama yeryüzünün bu konuda şüpheleri vardır, kesin). Özellikle de Arif Hoca’nın yılın sürprizi olan mantar toplama operasyonundan sonra. Çocukluğumdan beri hayalimdir mantar toplamak. Toscana’da yaşayan ve sadece mantarları resmeden bir ressam arkadaşım var. Kendi de adı gibi: Paris. Onun başrolde renk renk, desen desen mantarların olduğu devasa yağlıboya tablolarına baktıkça hep sonbaharı yakasından yakalayıp mantar toplamaya çıkma şevki gelirdi. Adapazarı’nın enfes Çiğdem yaylasına kısmetmiş. Beş tarihçi bir arabaya doluşup bir yaylaya mantar toplamaya giderse ne olur? Cevap veriyorum: çoooook eğlenirler. Rüya gibi bir gündü. Kızıl, sarı ağaçlar arasında enfes bir tren yolcuğundan sonra Arifiye’ye vardım. Ormanda geçireceğimiz aç saatleri kapatmak için tarihi ıslama köftesi ile doldurduk midelerimizi. Köfteler içinde birinci seçiyorum onu. Sonra da Arif Hoca’nın yolların fatihi dört çekerine doluşup başladık tırmanmaya. Güle oynaya, Bolu türküleri dinleyerek, sınırsız kahkaha eşliğinde döne döne çıktık yolları. Hep düşünürdüm bu sakin şehirde bu hocalar nasıl bu kadar eğlenceli bir hayat sürür diye. Nereden bilirdim her biri ayrı bir maden olan bu hocalarımızın bir araya gelince Potosi’yi madenliğinden utandırdığını! Şeytanın aklına gelmeyen komiklikler onlarda saklıymış meğer.



Yolda azimle Lehçe öğrenip Polonya’daki Osmanlı’ya dair belgeleri gün ışığına çıkaran arkadaşımız Hacer’i andık. Polonya’ya gönderilen bir büyükelçinin memleketin kraliçesine yazdığı aşk mektuplarını bulmuş Hacer. Ben makaleyi okuyamadım henüz ama Haşim Hoca’nın anlattığına göre kraliçe bu zatla bir güzel oynamış. Kahramanımız olan zat da görev süresi bitip de geri dönerken kraliçeye “benimle gel”, demiş. Darma duman oldum gülmekten. Kraliçeye “güzelim sen bırak şu tahtı, benle memlekete gel” diyen erkek sadece bizim topraklarda yetişmiş olabilir zaten. Evinin kraliçesi ol. Çalışmanı istemiyorum!

Güle oynaya yaylaya vardık. Göletçikler kenarında verdiğimiz pozlarla bizi Rock star değil de tarihçi yapan kadere biraz sövdük. Sonra da sık ormana daldık. Yaprakların altına saklanan turuncu Kanlıca mantarlarını bulmak, onları hiç direnmeden saklandıkları o yumuşacık toprağın altından lokum gibi çekmek tarifsiz bir hismiş. Sınırsız “son sözleri” geyiğiyle bu romantik anları karnavala dönüştürdük: “Ben bunları tanıyorum, zehirsiz bunlar”, türevi son sözler yarattık. Haşim Hoca üçüncü sayfa klasiklerinden “yedikleri mantardan zehirlenen …” söz öbeğinin saçmalığına işaret etti. (Yemedikleri mantardan zehirlenenler kimdir?) Bu bana kremlerin üzerinde yazan “haricen kullanınız” ibaresini hatırlattı. Türkiye’de bu kremlerin ağız yoluyla alındığına şahit olunmuş. Buradan soruyorum, kremi yiyen şahsiyet acaba “haricen kullanma” tabiri karşısında ne kadar umut vaat eder?

Dönelim mantar âlemine. Boy boy mantarlarımızı topladıktan sonra bir grup kamp ateşini yaktı, diğeri de yayladaki evlerden tuz ve ekmek istemeye gitti. Biz ateşi yakan grup, diğerini elleri kolları çörekler, mısır ekmekleri, köy ekmekleri dolu devasa bir torbayla görünce dünyanın en cömert köylerinin ve en koca kalpli köylülerinin bizde olduğunu bir kez daha anladık. Amcam evini, kalbini boşaltmış. Karanlıkta yıldızlar altında mantarlarımızı bir güzel pişirdik, çöreklerimizi ısıttık. Sonra da yolda hangi hayvanları göreceğimiz konusunda fal tuttuk. Ben kirpi ile kazananlardım. Uça uça üniversiteye döndük ve “kalan sağlar bizimdir” ekibinden dünya tatlısı bir grup öğrenciyle tatlı bir sohbete daldık. Yarım saat gecikmemize rağmen azimle bekleyen öğrencileri görünce şaşkına döndüm. “15 academic minutes” durumunu aşmış bir öğrenci grubunun sadece yerçekimsiz ortamda olduğunu sanırdım. Pek tatlı, ballı öğrencilermiş. Gıpta ettim.



Cocagne sendromu yaşıyorum sanırım. (Az önce bu durumu kendim vaftiz ettim, anacım.) Ortaçağ’da yazılan manzum bir eserin yokyeri, hayal ülkesi Cocagne. Orada kim daha çok uyursa, o kadar çok kazanıyormuş. Bu sıralar tek ihtiyacım bu. Rejim sayesinde günlerim uzadı, üstünüze afiyet. Aç bilaç yatağı zor bulduğum için, gün ağarmadan midemde ölümcül bir kazıntıyla uyanıyor, kargalarla birlikte kahvaltı ediyor, okulun kapısını açıyorum günlerdir. Açlık beni az uykuyla uzun günlere gark etti. Ruha döndüm. Napolyon’un dediği gibi sekiz saat uyuyan aptalsa, ben tepeden tırnağa zekâ küpüm bu aralar, eldeki malzeme gereği.

Dün gece de yıldızlar altındaydım. Hocamız bizi ders çıkışı toplayıp içtima için (Vurgu geleneksel olarak ilk hecede) Giritli’ye götürdü. Üç saat non-stop Osmanlıca Yücel Hoca’nın dersinde bile baş ağrısı yapabiliyormuş. Çılgın baş ağrısına, hocamızın bana verdiği topik sözünü unutmuş olması gerçeği de eklenince küsüp kendimi yollara attım. (Haksızlık bence, ben onun vişnelerini hiç unutmadım.) Kendimi mutlu etmek için bir ayakkabı aldım. (İki saniye içince seçip aldığım ve beni pigmelerin kraliçesi yapan ayakkabıyla eskisinden daha mutsuz oldum, ama artık çok geçti.) Ceylan’ı aradım. Halime çok güldü. Keyfimiz tam olsun diye hayatını İtalya’da geçirmiş yakışıklı kuzenini çağırdı. O da enfes bir yarım tekerlek peyniri kapıp geldi, bizi Galata’ya götürdü. Sensus’tan güzel bir şarap ve bardaklar alıp kulenin dibinde kendimize bistro yarattık. Jonglörler, müzisyenlerle gerçekten de Signore Kuzen’in dediği gibi bir Ortaçağ pazarına benziyordu meydan. O saatten sonra Buket Adası’nın doğum günün kutlamak için Salacak’a gidecek enerjim kalmıştı. Gülmeye devam ettik. Gün sonunda eve vardığımda yatağın yolunu bulabildiğime artık ben bile inanmakta zorlanıyorum. Beni klonlasalar Türkiye’nin (hatta Ortadoğu’nun ve Balkanların) tüm enerji ihtiyacı sona erer anacııım.

Bu arada benim topiğimi unutan hocamız, Osmanlıca dersinde emektar sınıf başkanımız Ruşen Bey’e üzerinde Osmanlıca “mümessil” yazan bir ilkokul kolluğu yaptırmış. Kıskanmadım desem yalan olur. Ben de sevgili arkadaşım Hande İtalyan lisanında yeminli tercüman olunca ona bir kaşe yaptırmıştım. “İki gözüm önüme aksın”. Kaşeye yapan adamı bir daha görmedim. Bu tür kaşeleri yaptırdığınız bir dükkâna bir daha uğrama ihtimaliniz pek olmuyor doğal olarak. Hronis’e de yaptırmıştım. Neyse ki Yunanca’ydı da, rezaletin boyutları Kaşeci Mösyö Bey Amca tarafından algılanamamıştı.

Topik faciasından sonra bir karar aldım. Bundan sonra dünyayla uyum içinde yaşamak için incelik damarlarımı aldıracağım. Hatta bu sabah deniz kenarında Züzü’yle kahvaltı ederken bu kararımı uygulamaya başlayarak, güneşimizi kapatan garsona vahşice saldırdım. Klube hoş geldim anacıııım. “İncelikler yüzünden” üzüldüğüme değmez. Yarın Ljubljana’dan bağlanacağım yayına. Bu arada, baktım da bu kadar saçma harfi yan yana getirip şehir adı yapan Sloven halkını buradan kutsuyorum. Dokuz tane saçma sapan harf seç, yan yana getir, deseler ben şahsen bu kadarını başaramam. Ama yapan yapıyor anacııım…

Günün anlamına ve önemine uygun bir şarkıyla sahneden çekiliyorum. Bulutsuzluk Özlemi’nden “Güneşimden kaç” geliyor.

10 Kasım 2010

RÜYADA OSMANLICA HOCASINI PEMBE CONVERSE’Lİ GÖRMEK

Korkarım fazla mesaiden iyice şirazeden çıktım. İki adet Osmanlıca kursu, mütemadi sempozyumlar, sosyal hayat, üniversite, okuma-yazma eylemleri, mutfaksal faaliyetler, temizlik (nam-ı diğer tozları görünmeyen yerlere sıvama sanatı), alışveriş, sanatsal atraksiyonlar derken on ikiden tozuttum. Dün gece Osmanlıca ödevimi bitirmeden yattığım için nasıl bir korku sardıysa beni rüyamda hocamızı gördüm. Hem de uçuk pembe converse’ler içinde! Sabah kalktığımda hiçbir rüya tabirleri sözlüğünde “rüyada Osmanlıca hocasını pembe Converse’li görmek” diye bir madde olmadığına kanaat getirip, hemen paparayı yemeden ödevimi yapmakla yetindim. Akabinde Mr. Mutluluk Hattı Hocamız'a anlattım durumu. Kendisi önce “cevap veriyorum: kıçın açıkta kalmış” demeyi arzulamış olabilir pekâlâ. Ama sağ olsun bu durumu ciddiye alarak yorumlar yapmış, araştırmış. Pembe, olmayacak bir hayalin peşinde koşmakmış. (Tam bana göre. Hayal dediğin olmayacak cinsten olur. Yoksa esprisi kalmaz). Sonra da rüyada hoca görmeye dair enfes bir anısını anlattı. (Sandalyeden düşüyordum).Yıllar önce bir kız öğrencisi -yanında erkek arkadaşı olduğu halde- kendisine “Hocam sizi dün rüyamda gördüm” demiş. O da kıza şöööyle bir tepeden bakıp “Doğru, sen beni ancak rüyanda görürsün,” demiş. Bu esnada kızın erkek arkadaşı gülmekten bin parçaya ayrılmış tabii. Ayakkabı da iş değiştirmekmiş Mişi’nin dediğine göre. Umarım iş değiştiren Osmanlıca hocamız değildir. İki sebepten: 1) Onsuz biz bir hiçiz. 2) İş değiştiren ben olacağım galiba.


Evet, dün 12 yıllık üniversite hayatımda ilk defa istifa edip dağlara kaçmak istedim. Hatta ön sıradaki öğrencilerden birine sordum “Katil olsam, bu işte para var mı yavrum?” dedim. Cevap faydalıydı: “Seri katil olun olmuşken, hocam.” Bugünlerde bana pek bir yaraşacağını düşünüyorum. Misal: Dün derse yetişirken, benden önce derste olması gereken bir kız öğrenci elinde bir fifi köpekle gezerek bana “hocam, 10 dakika geç gelsem olur mu?” demez mi? Cevap verme gereği duymadım, lakin az önce Avrupa Yakası’nın eski bir bölümünden kaptığım bir replik tam da bu duruma oturuyormuş: “Senin tıpta karşılığın var mı? Merak ediyorum!”.

Akşamüstü İrini Hoca'nın profesörlüğünü ikinci kez sahilde üç kız eskileri anarak kutladık. Biricik Süheyl Batum hocamız Atatürk’ümün partisine genel sekreter oldu malum. (O da bizi kurtaramazsa, kimse kurtaramaz gayrı). Süheyl Hoca üniversitede karşılaştığı komik öğrenci vakalarının kaydedilmesi gerektiğini söylemiş bir zamanlar. Hatta öğrenci velilerinin saldırılarına bile uğramış. Bunun üzerine –konu seri katil olmamın tarihine ışık tutuyor- yıllar yılı başımıza gelen vakaları düşünüp güldük. Bakın neler var:



Vaka 1.

Dönem başlamış, kayıtlar yapılıyor. 1. sınıf öğrencisine “danışmanın imzası gerektiği” söyleniyor. Her öğrencinin bir danışmanı var tabii! Öğrenci “danışma”ya iniyor ve imza istiyor. Danışma’dan cevap: “Daha önce hiç böyle bir imza vermedik, ama artık gerekiyorsa verelim” . (Yorumsuz)



Vaka 2.

Yine kayıt sırası. Öğrenci için bir print çıkartılıyor. Ve öğrenciden (printer yan odada olduğundan) gönderilen print, “print’i kap gel” şeklinde isteniyor. Çocuktan uzun süre haber alınamıyor. Derken öğrenci yarım saat sonra elinde fişleri salkım saçak bir halde printer aletiyle geliyor! “İşte getirdim” !. (Daha bir yorumsuz)



Neyse, ölmeden önce yazarız bunları. Gelelim yakın geçmişime. Pür atraksiyon bir hafta geçirdim anaaacıım. Evin yolunu zor buldum. Hatta bir keresinde “literarily” zor buldum ve akabinde de gelecek yaza kadar alkole son verdim. Kendini bilmezce içen familyadan olmadığım için sarhoş da olmam, ama bu sefer kadehlerimizi çaktırmadan bütün gece tazeleyen garsonların kurbanı olduk. (İki kadeh içtiğim hissi vererek beni küfelik eden garson kardeşlere buradan eseflerimi bildiriyorum).

Her şey güzel başlamıştı. Sevgili Nermin Mollaoğlu’nun anneliğini yaptığı Ahmet Hamdi Tanpınar Festivali’ni geçen sene Tunus’a kurban edip sonuna yetişmiş, dolayısıyla dona kalmıştım. Amma bu sene festivalin saçaklarına yapıştım. Midpoint’te bir okuma yaptık, akabinde akşam Çırağan’da şaşalı bir açılış gecesi. Festival broşürünü görünce gözlerime inanamadım. Luan Starova da geliyordu! Hatırlarsanız geçen yaz Yücel Hocamız sayesinde tanıştığım bu çılgın Arnavut-Makedon yazara ayılıp bayılmış, hatta Üsküp’te kabineden birisi bir akşam yemeğinde beni onunla tanıştıracağına söz vermişti. Gerek kalmadı. Ben tanıştım. Ama operasyon sandığınız kadar kolay olmadı. Bütün gece elimde imzalatacağım kitaplarıyla beyaz saçlı, koca burunlu ve yüz yaşından gün almamış tüm ölümlülere yaklaşıp “Luan Starova?” dedim. Aldığım cevaplar envai çeşit ve birbirinden eğlenceliydi. (Eg. “Ben Teoman, ama olsun getirin imzalayayım”.) Baktım olmayacak Tanju’dan yardım dileyip burun analizlerine başladım ve bu sayede ilkinde tutturdum. Adamcağızı bayıltana kadar konuştum. (İtalyanca anlaştık amcayla). Şekilde görülmekte.

Neyse, ertesi gün fuarda imza günümüz vardı. Özcan Yüksek ve Yavuz Ekinci’yle birlikte imzaladık. (Bu kombine bayıldım pek tabii). Başım döndü anacım bu sene fuarda. Ne güzel kitaplar çıkmış. Son kuruşuma kadar harcayıp (Hatta kardeşimden de borç alarak) şuursuzca aldım. Halimi görünce bir delikanlı tayin etti Doğan Kitap şuursuz kitap yığınını arabaya yığmak için. Bayram çocuğu gibi eve gelip hepsine saldırdım. Favorilerim Ortaçağ kahramanları (Jacques Le Goff), Ortaçağ’da zehir ve cinayet (Reanck Collard) ve Müslüman Zihinler (Riaz Hassan). Şiddetle tavsiye. Kitaplara nasıl yapıştıysam artık, akşam Karga’daki underground partiye yetişemedim. Düğün de kambersiz oldu. (Resimde Özcan, Yavuz ve Özlem üçlüsü)

Amma ertesi gün öyle mi ya? Festivale katılan yazarlara yemek daveti vardı Leblon’da, çantayı kapıp gittik. Buket (Aşçı) beni oturduğum masadan alıp kendi masalarına nakletme gafletinde bulundu ki, bu da gecenin sonu oldu. Yüzyıllar önce ölmüş ama hala haberi olmayan kuzeyliler, içmeyen Müslüman din kardeşler, buzdan inşa çeşnili Avrupalıları terk edip yüzde yüz Türk masaya kuruldum. Hem de Oruç Aruoba’nın yanıbaşına. Ve bütün gece susturulamadım. Eski sevgilerimden biri henüz arkadaş olduğumuz dönemde, onları ziyaret ettiğimde bana beyaz dantelli çarşaflardan bir yatak ve harika bir oda hazırlayıp gece başucuma Aruoba’nın özlem şiirlerini koymuş ve tam puan almıştı. (Sonra tüm puanları kumarda kaybetti salak) Neyse, dönelim masaya. Hain garsonlar boşalan kadehlerimizi el çabukluğuyla doldurup aslında hiç içmemişiz izlenimi uyandırarak telef ettiler bizi. Kendime dair hatırladığım tek şey restoranın ortasında dans etmeye başladığım, sonra da (sonradan öğrendiğime göre) İhsan tarafından taksiyle eve yollandığım. Film burada kopmuş. Sonrasını kardeşimden dinledim. (Uzun zamandır böyle komik bir şey dinlememiştim hani) Apartmana avdet edip kara kediyle uzun bir süre kavga edip (monolog şeklinde olmuş bu, kedi benle hiç muhatap olmamış) 3. kata kadar çıkabilmişim ve “beş yuuurooo” demişim. Kardeşim durumu anlayıp aşağı inip taksicinin parasını vermiş. Sonrası kâbus. Ben dinledim ve unuttum. Bir gün bir romanda yazarım. Akabinde de yaza kadar mösyö alkolden uzak durmaya karar verdim. (Karaciğere 1000 km. bakımı)

Festivalin son gecesi bol eğlenceliydi. Bir grup yazar (bir ayağı çukurda olmayanlardan bir demet) Ghetto’da DJ’lik yaptık. Eksik kalmadım tabii. Sevgili Cem’le bir gece önce iddiaya girmiştik, kim daha çok eğlendirecek diye. İhsan’ın hakemliğinde. Özenle seçtiğim şen şakrak parçalarla ölüleri diriltmeye başladık. Bir saat sonra sıra Cem’e geldi. Arkadaş koca bavulla gelmiş. İnsan Roxy ve Sefahathane’yi işletince yarış haksız oldu tabii. Ne bileyim ben yazarlıktan gayrı profesyonel DJlik yaptığını. Son gördüğüm manzarada sahneye ve kolonların üstüne tırmanmış gençler vardı. Edebimle yenildim galiba, gençleri yemeğe çağıracağım ve yemeklerimle doğduklarına pişman edeceğim onları! Cezayir’den sert grup Apoka, Shantel, Bregoviç, Café Quijano, Rachid Taha, Molotov türevi hayata sıkıca yapışmış parçalar seçmiştim. İtalya’nın eskilerinden protest Rino Gaetano’yu unutmadım tabii. Şarkıları seçerken albümleri dökünce ortaya Rino’dan unuttuğum komik bir şarkı da çıkından. “Berta filava”. “Berta yün eğiriyor”, demek İtalyanca. Ama aynı zamanda faydalı anlamlara da geliyor. Şarkın sözlerindeki bu ince espriyi anlayanlar için hayli şenlikli. Hele dörtlük, tam favorim: “E Berta filava/ e filava con Mario/e filavo con Gino/ e nasceva il bambino/che non era di Mario/ e non era di Gino. Güzel Türkçemizle ifade etmek gerekirse, Barta bu işi hem Mario’yla, hem Gino’yla yapar. Sonra da çocuk doğar. Ama ne Mario’dandır, ne de Gino’dan. Yürü be Berta! Güzelmiş değil mi?

Hal böyle olup da hocamız “İstanbul için rakı vakti” diyerek bizi Giritli’ye götürünce, bize de enfes mezelere diyet kolayla hakaret etmek düştü çaresiz. İnsan ayıkken de bir başka oluyormuş içki âlemi. Devrilen çamları saymaktan krize giriyor ayol. 2010 yılının sonuna kadar götürür beni bu kahkaha stoku. Hocamız malum, TC’nin en eğlenceli hocası. Her eve lazım bir şahsiyet. Ölüyü canlandırır vallahi. Perşembe günü (bayram arifesi) Kaş’a gitmek için Havaş’la yola çıkmış 17.00 sularında. Uçağı da 21.30’da. Yollar kilit. Bütün Havaş sakinleri (onlara uçaklarını kaçırmış halleriyle “sakin” demek ne denli doğru bilemem) uçağı kaçırınca teker teker, yolcular şoföre baskı yapmışlar. Adam da kızmış haliyle:” Uçacak değiliz ya!” Bizim hoca da güzel bir cevap vermiş: “Biz de değiliz.” Nitekim kimsecikler uçamamış. Ama dört buçuk saatte Havaş’ta akrabalık ilişkileri gelişmeye başladığından, pek organizatör mizaçlı bir mühendis uçağını kaçıran bir kızı Ankara’ya göndermiş. Nasıl mı? Camı açıp yandaki Pamukkale’ye “yer var mı?” diye sormuş. Karşıdan parmak hesabı gelen “üç kişilik” cevabı üzerine kızcağız hemen Havaş’tan indirilip otobüse bindirilmiş. Hem de TEM’de. Seviyorum bu şehri yahu!

Arkadaşlar haklı galiba. Görünmeyen bir yerlerimde bitmek bilmeyen bir pil kolisi var gerçekten de. Bütün bir hafta vişneli pie geliştirmek için (artık Hindistan cevizli, bademli, badem yağlı ve türlü sürprizlerle dolu bin çeşidini yapabiliyorum) mutfaktan çıkmadım. Hal böyleyken akşamları eve uğrayamadım. Bu gecelerden birinde Mr. Mutluluk Hattı’yla İstanbul’un en çok endorfin salgılatan mekânı Süreyya’da “Barbiere di Siviglia”yı izledik locadan. İtalyan Kültür’ün özel daveti olduğu için sadece İtalyanlar ve italofiller vardı. (şans bizden yanaydı anlayacağınız) Locaya kurulup pür-heyecan izledik, kim bilir kaçıncıya. En son Roma’da bir saray bahçesinde izlemeye çalışırken donma tehlikesi geçirmiş ve yarısında terk-i mekân eylemiştim. Yakışıklı bir İtalyan kapıda bana ceketini vermeyi teklif etmişti kalayım diye. (O zamanlar şu halimden daha salak olmalıymışım ki- bunun bir üstü nasıl olunur inanın bilmiyorum – takırdayan dişlerimi de yanıma alıp eve gitmeyi tercih etmiştim.)

Bir opera-buffa olduğunu unutmuşum. Ama operadan çok çeviri hatalarına güldüm. Pek bir eğlendim. Ayrıca tam opera-buffasal sahnelerden birinde “barbiere” (berber) kelimesinin “barba” (sakal) kelimesinden geldiğini keşfediverdim. Evde etimolojik sözlüğüm de bunu doğruladı.

Baktım Pazar gününe hala pil kalmış, hemen değerlendirip Necilaaaaanım’ın İstanbul’un rakipsiz en güzel manzaralı ve en sıcak evinde (kendisi etnografya müzesi olarak tabir ediyor) çılgın bir yemek ve filme katıldım. Ettore Scola’dan Le Bal filmini izledik. Tek kelime olmadan iki saat boyunca sadece dansla Fransa’nın yarım yüzyıllık tarihini anlatan bu filme bayılayazdım. Daha önce hiç raclette deneyimim olmamıştı. Uzun yoldan -İsviçre- gelen enfes peynirleri bu enfes masa ızgarasında envai sucuk, pastırma ile eritip közlenmiş patatese katık etmek gibisi yokmuş. Ama benim favorim sıcacık muz ve peynir oldu. (Henüz denemeyenlere son çağrı.) Ben alkolü bırakmasam, o beni bırakacakmış meğer. Hayatta tek kalem geçtiğim, damağımın yakışıklısı, kokusu her halde tanıdığım Rioja şarabı getirmiş Nilüfer Hoca. Tadına bakmakla yetinebilitem varmış.

Evet anacııım. Biz Pazartesi günü Slovenya yolcusuyuz. İkiyken dört olduk bir haftada. Lakin Sloven ve Hırvat toprakları biz Bremen mızıkacılarına hazır mı bilmiyoruz? Şok geçirmeyin diye enfes kadroyu söylemiyorum, size oradan canlı bağlanacağım.

Anacım beni da beş Hırvat kunası ver konuştur, on kunaya susturamazsın…