29 Aralık 2010

MEDENİ HALİM: “BÜSBÜTÜN BEKÂR”.

Sözün bittiği yerdeyim. Anlatmaya nerden başlasam bugün diyordum ki, Ana her zamanki gibi son noktayı koydu. Efenim, İspanya’dan dokuz adet nur topu gibi misafirim geldi. Bunlardan birisi en hakikatli can dostum Ana. Salamanca’nın çatlak prof’u. Dün şehrin göbeğinde enfes bir otele intikal ettiler. Ben de akşam onları almaya gittim pek tabii. Bu sabah da keza. Hal böyle olunca talibim çıkmış yok yere. Akşam üstü kızlar (kızlar dediğime bakmayın, her biri yüz yaşında) koşa koşa geldiler. Otelde bir zat (otel sahibi olduğundan şüpheleniyorlar) beni sormuş. Adımı almış. Utanıp sıkılmadan internette aramışlar, falan feşmekân. Sonra da “bekâr mı?” diye sormuş. Ana da ne demiş beğenirsiniz? “completamente soltera”. Güleceğim derken yere düşüyordum yahu. Sonuç itibariyle yeni medeni durumum belli oldu: Büsbütün bekâr!

Büsbütün bekâr deyip de bir de Anna Maria’nın sayfasında çarşaf çarşaf Gökhan Sezen resimlerini görünce beyin denen ve istemsiz çalışan aygıt kendi kendine bir alâka kurdu yine yok yere. Ailenin bütün kadınları bayılır Gökhan’a. Hepsi derinden hastasıdır: anne, teyze, her yaştan kuzenler. Lâkin sülalede mevcut olan tek “büsbütün bekâr” ben olduğum için, uzak hayallerinde çocuğu benim üzerimden eve damat almak yatmıştır yıllardır. Olay aslında şöyledir: Beni düşünen yoktur, maksat Gökhan hepsine yakın olsun. Hal böyle olunca iş (diğer bütün işler tamammış gibi) Gökhan Sezen’i bana beğendirmeye kalmıştır. Her türlü durumdan bihaber olan zavallı çocuk televizyona her çıktığında evin hangi köşesindeysem saçımdan sürüklenmek suretiyle salona getiriliyor, programa bitene dek koltuğa bağlanıyordum. İş burada bitse, razıydım. Ama mesele uzadı. Bir de programların tekrarları çıktı başıma. En iyi ihtimalle akşam yemeği ve kahvaltı arasında pek derin bir saatte tekrarlanan bu programlar benim yataktan hırpıklanmak suretiyle kaldırılıp salona sürüklenmemle eşanlamlı oldu uzun süre. O gün bugündür birisi beni gece uyandırdığında hep televizyonda Gökhan çıktı sanırım. Deprem olsa “ay anne, tamam çok yakışıklıymış,” deyip kıçımı dönüp uyuyacağım. Tamam, çok yakışıklı, çok efendi, sesi de harika ama uykum var anacııım ya. Ayrıca yaş grubum değil. Bu arada hikâye burada bitse, yine iyi. Gökhan’ın halası, beni pek seven Nihal Ablamız da annemle ittifak kurdu. (Ortak maksatları: Özlem İspanyolla evlenmesin. Evde kalsın, yüz yaşına gelsin, seksen iki kitap yazsın, yüz otuz kitap çevirsin, kendi kendine pilav yapsın, di mi? Bu mudur?) Ama bu planlarından geriye kala kala bendeki uykusuz akşam sefaları ve tekrar program fobisi kaldı. Hâlâ sanat müziğini ve Göhan’ı sevebildiğime inanamıyorum? Anne, yok mu bu yıl için daha parlak bir planın? Yok mu televizyondan olsun, musiki cemiyetinden olsun, saz takımından olsun, bir yakışıklı afendikos?

Dün gece çay bardağının içine uyumuşum. Bir taraftan da hâlâ okuyacağım diye direniyormuşum, sıkı sıkı yapışmışım kitaba. Babam spatulayla kazımış beni. Bugün de bir kahve içeyim de uykum açılsın diye Gloria Jeans’e girdim. Nasıl bir kendimden geçtiysem yorgunluktan son günlerde, erkekler tuvaletine girmişim. Girmekle kalsam yine iyi, bayağı bir ilerlemişim. Son anda “Yok yahu, biz bu işi böyle ayakta yapmıyorduk” diye ayılıverdim, bir de bağırmışım ki sormayın. Rezaletin bini bin para. Bugün gördüğünüz gibi Arabiye kursuna gidemedim. (Çünkü Gloria Jeans’te kahve fincanının içine uyumuşum. Vallahi şaka yapmıyorum. Gözümü bir açtım benim sıcak kahve kutup ortamı yaratmış kendi çapında.) Bu arada çalışmaktan tümden tozutmuş olacağım ki geçen gece rüyamda Burhan Altıntop’u tekerlekli sandalyede gördüm. Bunu Mr. Mutluluk Hattına söylemedim. Pembe konversleri açıklayacağım derken çok ter dökmüştü, korkarım buna hazır değil. Haydi onu açıklayabilmiştik, ama bunun açıklanabilitesi yok. Rüyada Burhan Altıntop’u tekerlekli sandalyede görmek: insanın kıçının büsbütün açık kalmış olması. Yorumsuz.

Arabiye kursu hocası ile yakında yapabildiğimiz tek alıştırma mukatele, mezalim, vs. cinsinden olacak. Kadın bizden nefret ediyor, biz de ondan. Sinir oldu bize (hele hele bana). Ne diyeceğini şaşırdığından mütevellit son ders gelip “hiçbiriniz ileri zekâlı değilsiniz!” şeklinde histeri krizleri geçirdi. Hemen anlıyorum, elimde değil, zekiyim kardeşim ben! Pinker’in teorisi gereği gramer genlerim sağlam çıktı, naaabayım? Sen daha leblebiyi düşünürken anlıyorum ben onu. Malzemem bu. Yok şekerim, bu kadınlar beni hiç sevmiyor. Nereye gitsem bir iki tanesi kriz geçiriyor. Bir de bana bak. Ne şeker bir şeyim ben ya. Sevilmeyecek bir şey miyim ben? Şu yanaklara bak! Sevin ulan beni, manyak karılar.

Bugün Vaarşak Bey hazretleri İspanyollarıma Ermeni Patrikhanesi müzesini gezdirdi sağ olsun. Böylelikle bir haftada iki kez müzeyi görmüş oldum. En son bölmede enfes bir tiara’ya âşık oldum: Fuşya saten, üzeri altın telkâri. Böyle zarif bir parça hiçbir kilise müzesinde görmedim. Dünyanın en görkemli ressamlarından parçalar getiren, müzayede canavarı, pek meşhur bir zatın müzeyi gezmeden önce yaptığı konuşmada pek çok müze gördüğü için kıyas yapabildiğiyle böbürlendikten sonra ikonografik olarak temsil edilen teslisi sorması, (Hıristiyan olduğu halde), tagmata diye bir şey duymamış olmaması tarafımdan şiddetle kınandı. Yok anacım, bu memlekette dünyayı bilen entelektüel yok. Son kalan umut kırıntılarım bu sene yok oldu.

Bugün içinde benim de makalemin olduğu bir kitap çıkmış. Cumartesi başka bir tane daha çıkacak. Bir de baktım k 2010 denen sene böyle geçmiş. Hayat mı bu be! 2011’de daha çok sefahat. Seneye normale dönme özlemindeyim. Anneee, kurtar beni! Yurttan sesler, beraber ve solo türküler… Kurtar!!!

Evet, yeni bir yıl geliyor. (Eskisinden ne hayır gördüysek!) Planlarımızı şöyle bir gözden geçirelim. Bütün ertelenmiş hayallerimi bohçadan çıkarıyorum bu yıl:



-Saçlarımı Rapunzel gibi uzatacağım. (Lâkin kaleden aşağı uzatmaya niyetim yok. Toplayacağım hepsini tepeme, kımıldamayacağım, oturduğum yerden seveceğim. Erkekler rollerini unuttular anacımmm. Erkek dediğin dişiyle tırnağıyla tırmanır o kaleden seviyorsa. Yok saç maç, tepeme dolayacağım ben o saçı.)

-Buzuki alacağım, Yunan ellerinde masalara çıkıp çalacağım.

-Bülbül gibi Arapça konuşacağım, Amr Diab, Faudel, Cheb Mami, Khaled ve Tamer’in şarkılarını şuursuz kalana dek söyleceğim.

-En sevdiklerimle mavi yolculuğa çıkacağım, buruşana kadar yüzüp, taksiciye (senaryoya göre kaptana) beş euro verene kadar içeceğim, teknenin kenarında köşesinde döne döne uyuyacağım ay ışığı altında.

-Yaz gelince pılımı pırtımı toplayıp Ana’ya gideceğim, bahçede yayılıp örgü öreceğim, sempatik komşularıyla seramik yapacağım, çit boyayacağım, Simancas arşivine demir atacağım, dağ köylerine çıkıp köy barlarında ev şarapları içeceğim. (Şekil I, Ana ve ben, Atta'ya -Ada'ya- gitmişiz.)

-Ölmeden önce sakalına kurban olmak için Fidel’in memleketine gideceğim.

-Adolfo’nun (Harry Potter’ın İspanyolca tercümanı) yeni evini de camping ortamı yapacağım. O koskoca havuzu ve palmiye ağaçlarını bırakmam ona. Hem de Denia’da! Oturup Sultan’ın Mutfağı’nı birlikte çevirme teklifini kabul ediyorum, ediyorum, ettim… Adolfo’ya ve sevgilisine yemekler yapıp, cümlesini mutfaktan soğutacağım. (Şekil II, Adolfo'nun lezzetli sofralarından birinin girizgahı. Ekmekler Adolfo'nun eseri. Sırasıyla: Ana, Adolfo, Beatriz, Robert)

-Bisiklete bineceğim. Bu konuda daha becerikli olacağım. Ada sahillerinde korku salacağım.

-İş damarlarımdan zararsız bir ikisini aldıracağım. Hedonizm ilmine giriş-I dersleri alacağım.

-Babamın annemle barışmasını geciktirmek için var gücümle savaşacağım. (Sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayan, ütü yapan, yemek pişiren, üstelik ortalığı dağıtmayan bir babanız olsa siz de öyle yapardınız.)

-Bu sene favori fiilim Yunanca’dan gelecek. “Tembeliazo”. (Anladınız siz onu)

-Senenin son günü de bütün bu listenin üzerindeki tick’lerden yoklama alacağım.

Protest bir Cezayirli bir grup dinliyorum. Valla en azından protest niyetine dinliyorum, Allah bilir ne diyorlar. Bu arada Araplar varlıkları akıllı ve akılsız olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Buradan soruyorum? Bu ayrımı yapmak size mi kaldı çölzen biraderler? Yetkin miyiz anacım biz bu konuda?

Kanat karikatür altlarını okuyacak seviyeye gelene kadar hocamızın Osmanlıca kursuna gitmiş. Kardeşime bunu söyleyince sabah sabah şöyle bir yorumda bulundu parlakzâde: “Biraz gülmek için o kadar ağlanır mı yahu!”… Onları bilmem ama biz pek eğleniyoruz bu lisan-ı Osmani dersinde. Acısız sancısız Osmanlıca. Tek sancı gülmekten mütevellit karın ağrısı… Hiçbirinize tavsiye etmem, hocamızı kimselere vermeyiz.

Yeni yılda her şey gönlümce olsun, anacım…

23 Aralık 2010

ETİMOLOJİK TAKINTILAR

Item. Sabah kargalardan önce kalkıp günlük üç yüz safiheyi hatmedip Arapça vacib-ul beytimi (ev ödevi, anacııım) icra edip Doğuş Üniversitesi’nde bir de konferans verdikten sonra okula intikal edebildim. Posta kutusuna elimi daldırdım. Bir makalem daha çıkmış leziz bir kitapta. Onu da görünce sordum kendi kendime: Bu mudur? Oku, yaz, yayınla, öğren… Ayy, Özlem Kumrular, sıkıntı âleminde eşsizlik özlemisin, diye içimden geçirirken sonra gelen postayı karıştıra karıştıra gidiyordum ki İrini Hoca kolumdan beni odasına çekti. Tam o esnada gelen mektuplardan birindeki Gön: kısmında Rahip Yanni ibaresini görünce bastım yaygarayı. “Umutsuz ruhani aşkımdan mektup gelmiş”, dedim. Hunharca açtım heyecanla. Şahsı yakından tanıyan tek kişinin de İrini Hoca olması komik tesadüftü. Noel Babalı leziz bir kart, içi ise gayet enfes bir Türkçe. Topu topu iki aydır görmediğim Yanni kendini aşıp bu sürede kusursuz bir Türkçe öğrenmediyse, bu işte başka bir iş vardı. Sonra soyadı kısmına baktım ve ossaat durum aydınlandı. Yüksek sesle düşünüvermişim: “Yok, yok. Bu başka rahip Yanni”. İrini Hoca’yla göz göze gelince 9.8 şiddetinde senkronize bir kahkaha patlattık. Multi içerikli bir kahkahaydı tabii bu. İçi tecahül-i arif doluydu. “Şu memleket sınırları içinde umutsuz aşkı rahip olan kaç kişi vardır?” “Kaç kişinin Rahip Yanni adında birden fazla arkadaşı vardır?” “Kaç kişi bir rahipten Noel kartı alır?” Bu Rum ruhanilerinin hastasıyım. Nezakete bak, hizaya gel. Hangi centilmen kart göndermeyi akıl eder. (Bizdekilerde “akl”, devenin ayaklarının çapraz bağlanması babında sadece). Bana bakın Fata’lar, manyak kader tanrıçaları! Rahat bırakın artık beni.


Item. Açılan gedikten konuya girelim bari. Efendim, şaka bir yana (şaka filan değil, ama idare edin artık) bizim peder Yanni (kart atmayan) yeryüzünde etimoloji ilmi konusunda beni şaşırtan sayılı insanoğlundandır. Sayısız dil bilir. Onunla terasta oturup bir şişe şarap içimi sürede 24 ciltlik bilgi yutarım. Tam bir etimopat benim gibi. (Yunan leksikonuna kattığım bu kelimeyi takdir edin, lütfen.) Uzun zamandır onu birlikte “Kelimelerin seyahati” başlıklı bir kitap yazma konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Konuda hayli başarısızım. Ama bu arada bakın neler öğrendim ondan? Bandırma ve Palermo Yunanca’dan geliyor. Pan-ormo, yani “her tarafı liman” demek. Antik Yunanca’da Karadeniz “herkesi misafir etmek” kökünden çıkmış. Monaco ve Münih aynı kelimeden bozma: Monaxos (keşiş). İtalyanda “chiesa” (kilise) kelimesi ise Yunanca kiriaki’den (Pazar) geliyor. Pazar günü ayin yapılan yer anlamında. Müzik ve müze’nin Musa’dan (İlham perisi) geldiğini biliyordum. Lakin müzikten önce musiki olan kelimenin “Mousiki texni”den (Musical art) geldiğini ondan bir otobüs yolcuğundan öğrendim. Bunlarla dolu bir defterim oldu.

Item. Etimopatoloji bulaşıcıdır. Bulaşmama halinde ise çevreye zarar verir. Nitekim bugün Arapça dersinde parlak buluşlarım yüzünden canım dil partnerim Eyüp’süz kalıyordum. “Hocam, başka bir yere oturtun beni Allah aşkına”, diyene kadar susmadım. Müennnes (dişil)-Müzekker (eril) konusu açılınca bir ne göreyim, baktım ki müzekker kelimesi içinde “zikir” kelimesi gizli. Ne olacak anacıımm, “kalp” kelimesi gizli olacak değil ya? (Biraz zorlarsan “kalb” belki. Oradan da kalpazan.) Sonra Yunancada müzekkerin “arseniko” olduğu geldi aklıma. Eril tabii, doğrudan arsenik işte! Bu etimoloji çok şey diyor, ama anlayan yok. Sonra ders kitabında hata bile buldum. İdrak yollarım açıldı durduk yere. Arapça’da şahıs zamirleri bol keseden. Tekil, ikil, çoğul, ayrıca eril/dişil değişiyor: 6 yerine tam 14 adetler. Bir saniye, açıklayabilirim: Bu Arapların çölde canı çok sıkılmış, şekerim. Gelecek hafta nurtopu gibi iki İtalyanımız oluyormuş sınıfta. Biz haydi neyse, vokabülerden yırtıyoruz, Tanrı onları görsün, şekerim. (Bu arada gelecek İtalyanlara sevinemeyecek kadar yaşlanmışım. İyice bilim kadını oldum yok yere. Bir de sınıfa bak, gül gibi, heyecan dolu. Herkes müzekker/müennes bir bekleyiş içinde.)

Item. Yanni derken aklıma Yorgo Amcam düştü. Hayatının son demlerinde içine tüm mutluluğu depolamış gibi. Her gelişinde İstanbul’u gören güzel bir yere gider, yer içeriz. Eski bir Dalaras şarkısından duyduğum o güzel cümleyi kuran tek Yunanlı odur: “Tanrı seni öpsün”.

Item. İsveç rejimi konusunda bir inkişaf yok. Listemi yapıp masama koydum. Bilen bilir. Bu dünyada ölümün eş anlamlısıdır İsveç diyeti. Yanında “hiçbir şey” yazan öğünleri var. İnsan tire filan çeker, anacım. Bu diyetisyenler psikoloji ilminden hiç anlamıyor. Cabeca manyak terimlerle doldurulmuş. (Hocammm, cabeca’yı cümle içinde kullandım.) Bir de tavsiyeler kısmı var ki evlere şenlik. “Brokoli bulmazsanız karnabahar yiyebilirsiniz”, onlardan biri. Kardeşim gizlice bir parantez açarak yanına yorum yazıp kaçmış, gördüğümde yerle bir oldum: “Ekmek bulamazsanız pasta yiyebilirsiniz”. Bir de buzdolabının üzerine yapıştırdığı, annem tarafından telefonda dikte ettirilmiş yemek tarifleri var ki takdireşayan. Çerkes tavuğu gibi. Şöyle parantezler açmış minik şebek: Tavukları did. (Yes, I did)…

Item. Eyüp bugün “kim 500 milyon ister” cinsinden bir yarışmaya katılmam konusunda şiddetli baskı yaptı. Fena fikir değil, diyeceğim, ama ben şahsen istemem. Değil 500 milyon, üç kuruş para harcayacak vaktim kalmadı kaşla göz arasında. Olsa harcayacak halim namevcut. Annemin bir arkadaşının çatlak kocası bize “kafa kaşıma” aleti getirmiş. (Hiç üstüme alınmadım). Kelimeler yetmez anlatmaya, öyle de bir komik. Büyük bir yumurta çırpma teli gibi, doğrudan kafaya takılıyor. Kafama takmam pek yakın görünüyor. Arifesindeyim. Bugün konferanstan çıkınca nasıl bir fırladıysam, Doğuş-Bahçeşehir arasını 355 sefer sayılı uçuşla yapmışım. Ofise girdim, telefon çaldı. Öğrenci dekanı. “Özlem Hanım, çıkarken sizi göremedik. Çiçeğiniz ve plaketiniz kaldı. Nereye gönderelim?” deyince gülesim geldi. 24 saat içinde 48 saat yaşayınca böyle oluyor vaziyet. Neyse, plaketi boş verin de çiçekler iyi geldi.

Item. Bugün hatmettiğim kitabın kahramanı Tepedelen’li Ali Paşa’ydı. Zavallı Tepelena şehrine neden Tepedelen dendiğini daha iyi anlamak için birebir. Lord Byron’ın Ali Paşa’yla tanıştığını bilmiyordum, şok be şok okudum kitabı birkaç saatte. Övgü’nün neden uzun zamandır bana layık gördüğü adamın Lord Byron olduğunu bir kez daha anladım. Çılgın-zade İşkiptarlara bile ne dizeler düzmüş. Bana sorarsanız fazla romantizm cildi bozar, lakin Övgü bu konuda ısrarlı. (İki yüzyıl kadar geciktim Byron için, ama Övgü için bu önemsiz bir detay) Bu arada Tepelena dâhil kitapta geçen bütün Epir şehirlerini, kasabalarını gördüğümü dehşetle fark ettim. Yollarda ölesim var.

Item. Bugün Arapça’da öğrendiğim en faideli keliem “saur” oldu. Öküz, yani. Gün ve hayat içinde en çok ihtiyacım olan bu sözcüğü erkenden öğrendiğim iyi oldu. Anacım, bu Arapça’nın sadece sentaksı değil, psiko-morfolojik hali de bünyeme ters. Bugün diyaloglara başladık. “Nasılız?” sorusunun cevabına bakın hele bir, protest doğama ters: “Elhamdulillah ala kulli hal” (Her halime şükürler olsun)… Neyse, en sevdiğim kotasyonla bugünlük kotamı doldurayım. Leonardo’dan geliyor. Vinci’li yârim benim: “İyi yaşanan bir yaşam yeteri kadar uzundur.”

20 Aralık 2010

SINCE 1974: NECEFLİ MAŞRAPASIZ

Good evening, anacııım. Please, sit down. (Tadından yenmez bir Burhan Altıntop repliğini hatırladım apansızın ve gereksiz yere neşelendim: Sit down, stand up and sitcom) Bir baktım, bize ayrılan bir haftanın daha sonuna gelmişiz. Az önce otobüste yanımda oturan kızcağız diğer arkadaşına saati söyleyince kulak misafiri olduğumu ele verip istemsizce “Neeeee!” diye bağırmışım. “Eve mi geciktiniz?”, diye sordu şaşkın şaşkın. Ona neyse. “Yok”, dedim. “Bir hafta daha bitmiş. Hayata geciktim.” Neyse ki bir sonraki durakta indim de, daha bir kelli felli rezil olma imkânım olmadı. Kurskolik günlerime geri döndüm. Üç ayrı hoca, dört ayrı kurs… Haftanın altı günü! Yatağın yolunu içgüdüsel olarak buluyorum son bir haftadır. Yerdeki sarı okları takip ediyorum.


Babamı her sabah park ettiğim yerden alıyorum akşamları: salondaki üçlü koltuğun üzerinden. Keyfim tıkır: sarmalarım sarılıyor, ütülerim yapılıyor, evim pırıl pırıl, buzdolabı yemek dolu. Babamın sigortasını hâlâ yaptırmadım. Başına bir iş kazası gelmesin diye dua etmekle yetiniyorum. Bugün ona Talat Aydemir’in anılarını aldım. İçinde adının geçtiğini görünce pek bir duygulandı. Şu anda midesinde onun için yaptığım çıtır paçanga börekleriyle birlikte duygu seli içinde kitabını okuyor. Bu onu bir iki gün idare eder. Ortamdan bilfiil soyutlanmış durumda.

Hayat amma garip… Sen kalk yıllar yılı fiyakalı kitaplar yaz, İspanya’dan roman ödülü al, sonra kalk cümle âlemin kafasına en gayri ciddi (amma vallahi billahi pek bir komik) kitapla kazın. Olacak iş değil! Buket’in dediği gibi kitabın adı “Savulun Özlem geliyor” olarak kalacakmış. Hem de kitabın yarısından fazlası piyasadan mucizevî bir şekilde yok olmuşken. Bunca güzel şey yazdım, ama havaalanında kitapçıda gişenin yanında yığılmış bir şekilde satılan sadece bir tek kitabım oldu. Bendeki de kader olsa zaten. (Tanrım, sana bu konuyu bir kez daha düşünsen diyorum). Pamuk Prenses olacakken, Mavi Sakal oldum yahu… Her nevi kötü hikâyenize kahraman olunur. (Heyoo, üst kat beni duyuyor mu? Cebrail, Mikail, Azrail, İsrail… Hanginiz bakıyorsunuz bu kader işlerine, anacıımmm?)

Cuma gününden itibaren Nilüfer Hoca’ya hayatın saçaklarına yapışırcasına yapıştım. Cuma gecesi Giritlendik yine hayatta en sevdiklerimle. Beni kırda görmüşler, başıma çorap örmüşler, haberim yok. (Bu mevcut kara bahtımla saçıma tel örecek halleri yoktu ya). Ankara’da birileriyle kahve içerken görülmüşüm. Düşün, taşın, biraz hafıza denen paslanmış aygıtı sallayınca Ankara’da TTK kongresinden kaçıp Gramofon Cafe’de Teyf’le çay içip tavla oynadığımızı hatırladım. (Onu çok pis yendiğimi, akşam bir kez daha yendiğimi, üstüne de bir kez Derya Tulga’yı yendiğimi, sonunda ikisinin bir olup “Ooooğlum, tavladan anlamayıp da böyle ballı kazanan biri daha yoktur. Kadın milleti işte!” diyerek ceketlerini alıp çil yavrusu gibi dağıldıklarını da hatırladım bu arada. Erkek savunma mekanizmasına bayılıyorum.) Amma velâkin şahıslar ve mekânlar karışınca dedikodu heyecanlı bir hale gelmiş. Az kalsın ben bile inanıyordum. (Aaa, bu arada Gramofon Cafe’de o güzelim plaklara inat çayın yanı sıra devasa bir naylon torba dolusu çekirdeği açık hava sineması heyecanıyla yediğimi de hatırladım. O manzarayı bir gören olsa hayatta unutamazdı zaten. Başka şehirler, kendi şehrimizde yapamadığımız rezillikler için en ideal ortamlar sunar. İmza: bir dost) Bahsi geçen kafenin girişinde bir resmim, üzerinde de kocaman bir çarpı işareti de vardır büyük ihtimal. Durun, gitmeyin. Hafızam açıldı. O gün elimde çekirdek torbasıyla Gramofon’dan çıktığımda on yıllık gülmüştüm, çünkü Teyf üzerinde kerevete bağdaş kurmuş bıyıklı bir adamın elinde testiyle resmi bulunan bir 45’lik göstermişti. Hazırsanız plağın adını söylüyorum: “Testisi elinde”.

Dün akşam Kuzguncuk’ta Kozinitza nam enfes bir restoran keşfettik, Cemal Bali hocamız sağ olsun. Enfes bir Rioja içtik. Çin’den de gelse tanırım Rioja’mın kokusunu. Nilüfer ve Cemal Hoca 70’lere, 80’lere götürdüler beni. Her ikisi de Latinamerikaperest olduğu için tatlı bir muhabbet döndü, ben de keyfini çıkardım. Hocamızın yokluğunda haşerat-ı bahriye yedik. Söz ıstakoza gelince Cemal Hoca eskiden mutfaklarında üç dört tane yerde ıstakozun pıtır pıtır yürüdüğünü hatırladığını söyledi. Tam bir film karesi. (Bir romanda kullan)

Bugün sabahın körü itibariyle Galata Kulesi dibinde buluşup semtteki Yahudi dünyasını anlatan enfes bir geziye katıldık, sinagogları gezdik. (Hocamız olsa “Müslüman’a lazım değil” derdi, kulakları çınlasın.) Günün en komik hikâyesi, Nilüfer Hoca’nın mekâna varır varmaz daha şapkasını çıkarmadan dün gece benim kahramanlarımın rüyasına girmeye başlamış olduğunu söylemesiydi. Çok romantik bir rüya görmüş. Casablanca filminden bir sahne gibi. Artık halime nasıl üzülüyorsa, acılarımı rüyalarında görmeye başlamış. Daha da ürküncü, geçenlerde sevgili falcımın da bana telefon edip aynı rüyayı gördüğünü söylemesi! Sanırım artık ben de korkmaya başlasam iyi ederim.

Bugün kıdemli bir ev-siz olmanın tadını bir kez daha çıkardım. Sinagog girişinde erkekler ve evli kadınlara “kipa” nam o el kadar takkelerden giyme zorunluluğu vardı. Kız kuruları bundan muaftı. Bu güzel sebeple karizmayı sapasağlam bir şekilde bu vakte kadar getirmeyi başardık. Evsiz ve çocuksuz, kipa’sız ve yalnız. Mutluyuz bu halimizle.

Oradan da Kiva ve Retro… Hakan Vardar’ın bu sürprizle dolu dükkânını hâlâ görmeyen varsa sakın vakit kaybetmesin. Aklımız yerinden uçuyordu ki, zor attık kendimizi dışarı. Dünyanın dört bir yanından gelen çılgın kıyafetler: ikinci el, yaşam ve enerji dolu. Görevli delikanlının verdiği gazla doldurmuşum bohçamı. Oysaki bunca yıldır erkeklere inanmamayı öğrenmiş olmam gerekirdi senaryo gereği. İşte Türkçe mealiyle o anlar:

“Hanımefendi, bu elbiseyle denizkızı gibi oldunuz!”

(“Var ya, abla… Fok mu desem, ayı balığımı bilemedim. Yok ablam, balina gibi olmuşsun, ama en kibar Türkçesi ‘denizkızı’ “)

“Ay, hanımefendi. Bu 38 size büyük. Ben hemen 36 beden getiriyorum”

(“Vay denizayısı, patlattın lan elbiseyi içine gireceğim derken. Ben hemen bir 40 beden getirip, sana 36 diye kakalamazsam. Sen gözlerini aynadan ayırma sakın, balina yavrusu!”)

“Jarse çok yakıştı size. Bedeni sarıyor, çok hoş.”

(Üç beden küçük elbiseye girmeyi başarmayı o elindeki jarse denen elastik kumaşa borçlusun, ablam. Geçen gün Akrep Nalan’a da verdik ondan bir tane.)

Neyse, yavru kuşlar. Tozlu raflar arasında kaybolmuşuz. Yazın bira, kışın çay-kahve ikramlarıyla, elinizde bardağınız renk bombardımanı arasında kaybolmak istiyorsanız Retro Suriye Pasajı’nda. Bir haftayı daha heder ettik diye üzülmeyelim. Nette dolaşan güzelliklere bakın. Tiziano 99 yaşında ölmüş, Lepanto tablosunu 98 yaşında yapmış. Goethe 82’sinde Faust’u bitirmiş, Kolomb da ilk keşif yolculuğuna ellisinden sonra çıkmış. Neresine avunayım anacııım? Ben gizli gizli çekirdek yemeye gidiyorum.

Siz yine de beni izlemeye devam edin….

Özlem Kumrular: Since 1974.

13 Aralık 2010

DÜŞÜNCE-İ ARABİ'YE GİRİŞ: BUKRA İNŞALLAH!

Ehlen ve sehlen, anacım. Görüldüğü üzere paketi taze açılmış Arapça kursundan geliyorum. Bundan on yıl evvel elimi bulaştırmıştım lisan-ı Arabî’ye. Sonra tekil, ikil, çoğul fiil çekimlerini görünce “eh bana müsaade” diyerek ufak ufak kaçmıştım. Amr Diab, Cheb Mami, Khaled, Rachid Taha dinledikçe heveslenip duruyordum nice zamandır. Buraya kadarmış anacım. Dayanamadım yine. Kandırdım partner-ül lisanımı, canım ciğerim Eyüpcüğüm’ü. En son Portekizcede kalmıştık. Ben evde Evora’dan aldığım Pessoa’ları, Portekiz mimarisi tarihlerini okurken kendisi sınırsız Brezilya gezisi yapıp bolca pratik yaptı. (Yorumsuz) Bugün bu pratik yapma durumundaki haksız/eşitsiz dağılımı fark ettim, arayı en kısa zamanda kapatacağım. Birlikte Yunancayı dört yılda, Portekizceyi dört ayda hakladıktan sıradakiler listesinin ilk maddesine başlayıverdik apansızın. (Pek bir ani oldu) “Ben Arapça’yla oturumu kapatıyorum”, dedi. On yedi yaşındaki yeğeni de geliyor kursa. Sonra da çocuğu gösterip “sen bunun çocuklarıyla diğerlerini öğrenmeye devam edersin” deyip bastı kahkahayı. Ederim tabii. Elimde değil. Olsa dükkan senin.


Evveeet, çocuklar gibi şendik derste. Yok böyle seksi bir dil anacımmm. Namevcut. Arapçayı Araplar konuşmasa daha başka bir güzel olacak, ama neyse. Bir saniye susmadık derste. “Ohh, pek bir iyi yaptık gelmekle” yorumlarıyla sınıfı canından bezdirdik. Buna en çok annem sevinecek. Hayatı boyunca hep beni bir Arap şeyhine kakalamak istemişti. Biz burada ideal peşinde koşarken, annem olayı çoktan çözmüş. Tecrübe vesselam. Bu işi sevdim, üç hatun daha buldum mu arkayı dörtlerim. Pek güzel, dört günde bir sıra gelir bana. Kalan günlerde kitabımı yazar, çil çil riyalleri saçarım kitapçılarda, müzik dükkânlarında, konserlerde. Annem hayat denen bu işten anlıyor galiba.

Dün gece Pessoa’yla duygusal saatler geçirdim. (Şu anda erkek faunasından birlikte duygusal saatler geçirebileceğim tek numune o.) Son zamanlarda hayli bunalım olduğum için halet-i ruhiyeme pek bir uygun bulduğum “Huzursuzluğun Kitabı”nı okuyorum. İspanya’dayken okumuştum yıllar önce, tadına varamamışım. (Öğrencilerime de okutuyorum. Zavallı yavrum geçen gün gelmiş “Hocam, bir kitap okuttunuz, hayatımı kararttınız” diyor.) Yüzyıl önce başka bir bedende yaşamış gibiyim onu okurken. Hayranlıkla, tadına vara vara okurken bir cümlede takıldım. “Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi”. Hah! Budur. Bu yüzden atıyor benimkisi yirmi dört saat nöbetçi halde. Otuz altı yıldır şaşmadı. Çünkü düşünmüyor. Mr. Mutluluk Hattı’yla dertleşiyorduk. Sevebilen halimi takdir ediyormuş. Şu her halden heyecan duyabilme kapasitemi onaylıyormuş. Tıkır tıkır çalışıyor kalbim, pıtır pıtır atıyor. Bazen şu aşk damarlarımı aldırsam diyorum. (Ana arterler kalsın, kılcallardan bir iki tane aldırsam hafiflerim) Mevcut halimle memleketin ruhsuz, korkak haline fazla geliyorum. Dünyanın iki yüz küsür memleketinden birileri acil gelip şu akılsız Türk erkeklerine sevme, heyecan duyma, aşktan korkmama dersleri versin, hâlihazırda çekilmez haldeler. Aşk çiş gibidir anacım, geldi mi gelir. Öyle tutup kasmadan yapacaksın hazır gelmişken.

Çok küçük yaşta âşık olmaya başladım ben. Hele Törkiye şartları için hayli arkaik sayılır. Öyle herkese de değil. Tipim belliydi. Bıyıklı, saçını ortadan ayıran, feminen erkeklere hastaydım. İki üç örnek vardı semtimizde bu cins, uzaktan takdirle izlerdim onları. Küçükken de böyle salak-duygusal bir halim vardı. Baki kaldı. Kardeşim ise annem gibi hep kalbini “düşündürdü”. Daha ilkokul birinci sınıftayken her hafta sevgili değiştirirdi. Önce isimleri yanlış hatırlıyorum zannettim. Bir gün şüphe içinde sordum. “Yahu Merve, seninkinin adı Mahmut değil miydi?” “Evet, ama o geçen haftaydı”. “????” “Bu hafta Türkçe sınavı var abla, Mahmut’un Türkçesi iyi değil.” Misak-i milli sınırların içinden benden başka herkesi kafası tıkır tıkır çalışıyor. Bir Yiğit Özgür karikatürü gibiyim. “Bi de bana bak”.

Yasemin güldürdü beni. “Mikail. Sen yetkili birine benziyorsun. Üşüdüm ben ya!” demiş. Ev sınırları içinde dönen en sık geyiktir Mikoş’la diyaloglar. “Hacı, yanlış düğmeye bastın galiba. Bi baksana yeğenim, donduk lan burada.” “Mikoş, bi de yeşile bas bakiiim.”

Biz gülmeye dünden başladık aslında. Enfes bir kadroyla yemeğe gömüldük bizde. Yıllar önce içtiğim bir Azeri şarabını ısmarlamıştım Övgü’ye. Sağolsun bulmuş. Markası: Sevgilim. Son anda bir de şişesine bakma gafletinde bulunduk. “Medrese üzümünden klassik texnologiya esasında hazırlanmış qırmızı tebii kemşirin üzüm şarabı”. Burada bitse yine iyi, evet, ama yetmez: “18 yaşına çatmamış genclerin, sükan arxasında olan sürücülerin ve hamile qadınların spirtli içkiler içmeyi meslehet görülmür.” Dağıldık tabii. Bunun üzerine bir Azerice hikâyesi silsilesi başladı ki sormayın. Ne hikâyeler varmış. Arif Hoca her zamanki performansıyla kahkahaya boğdu bizi. Efenim, Azeriler tereyağına “kere” derlermiş. Nitekim eski mutfak defterlerinde de “kere” olarak geçiyormuş. Bir sabah bakkala gönderilen bir Azeri’nin bakkala “bana bir kere verir misin?” demesi pek tabii bakkalın çocuğu kovalamasıyla son bulmuş.

Tarih hocaları bir araya gelince muhabbet tadından yenmiyor. Sınavlarda yapılan hatalardan silsile-i kahkahalar oluştu. Az önce yemek tarihi dersi sınavlarını okurken güzel ekler buldum dünkü neşe tufanına. Soru: “Maestro de ceremonias” olarak Vatel ve Leonardo’yı karşılaştırın”. El-cevap: “Vatel masa düzenine ve erbabına çok önem verirdi. Masada nasıl oturulması gerektiğine dair fetva bile yayınlatmıştır”. Yorum-suznuz. Yorum-sizsiniz, anacım! Akşam akşam güleceğim varmış meğer. Sınav kâğıtlarına naçizane yorumlarımı yazmadan edemedim: “Emin miyiz?”, “Bu el yazısıyla hayat geçmez” cinsi cümleler yapıştırdım oraya buraya. Tanrım, aklıma mukayyet ol.

Giannis Ploutharhos’un pek sevdiğim bir şarkısını dinliyorum. Afieromeno... Dinlerken ezberlemişim. Nakaratı tam benlik. “As katastrefome siga siga ap ta dika tis ta lathi”. Kıro mıro ama âşık olma ve bunu ifade edebilme yeteneği onda anacımmmm... Neşter! Yok, yok… Jilet!

Haydi ben kaçtım. Bukra inşallah!

10 Aralık 2010

İFFET! BEN ANNEMİN EVİNE GİDİYORUMMM!

Akşama doğru annem aradı ve haftanın flaş haberini verdi. “Baban evden kaçtı”. Evden kaçan babamın kaç güzergâhı ve kaç destinasyonu vardı acaba? Cevap veriyorum: Sadece bir. Bir saat sonra babam elinde koca siyah çantasıyla kapıda belirmişti bile. Çantayı görünce biraz korkmadım desem yalan olur. Çünkü babamın evden kaçma geleneği çerçevesinde elinde içinde pijamaları ve diş fırçası olan bir Migros poşetiyle -mümkünse gecenin ilerleyen saatlerinde- kapıyı çalması daha alışılmış bir şeydir. Eldeki tüm veriler –içi tıka basa dolu koca çanta- babamın hoş kubbede baki kalmak istediğini gösteriyor.


Az önce de Buket aradı (Aşçı). “Özlem, bu akşam ne yapıyoruz?” “Seni bilmem ama ben babamla yaprak sarması sarıyorum, Buketçim”. Bir anlık soru işaretli bir sessizlik. “Aynen duyduğun gibi, canım”. Babamı ayağının tozuyla masaya oturttum, önüne de koca bir tencere sarma içi ve sınırsız yaprak koydum. (Bu kesinlikle yıldırma operasyonun ilk parçası değil). Oh, be. Babamı Allah göndermiş. Özge Samancı tarifiyle vişneli zeytinyağlı yaprak sarması yaptık iki tencere. Ben de bu arada babasıyla lisan-ı Osmanî hocası için yaprak saran altın öğrenciler literatürüne ilk sıradan girmiş oldum. Sonra hızımı alamayıp bir de damla sakızlı balkabaklı pie yaptım. Hindistan cevizi sütüyle hem de. Pek leziz oldu. Sonra Osmanî kursundan arkadaşlar yaptığım şeylerin tarifini soruyorlar. Ah bir hatırlasam. “İçine ne koydun?” sorularını “Acı Çikolata” filminden bir replikle daha ne kadar savuşturabilirim bilmiyorum: “Sevgi”. Ya da bir Temel fıkrası gibi. ( Hatırla oni! Hatırla oni!) Olay aslında şöyle oluyor:

Bir yemeğe soyunurken önce dolabı açar bir bakar (korku içinde gerisin geriye kapamadıysam) kafama göre kombinasyonlar yaparım. Genel olarak buzdolabımda akla yatan bir şey bulunmaz. Geçen gün kardeşim beyaz peynir, yumurta, süt başta olmak üzere faideli tek bir şey olmayan buzdolabının önünde bağırıyordu. “Abla bu ne ya!” Çocuk yine haklıydı. Kafamı sokup bir de ben bakayım dedim. Dolap tıka basa doluydu: ama neyle? Niça’nın Macaristan getirdiği Macar salamı, paprikalar, Selanik’ten getirdiği kremalı börek, sevgiyle Azerbeycan’dan getirilmiş renk renk, desen desen havyarlar, annemin İran’da başka bir şey yokmuş gibi getirdiği Ahmedi Nejat menşeli dereotu (yanlış duymadınız), badem, fıstık, Nice’ten gelme cipolette, kilosunun 29 lira olduğu görülen yeşil kuşkonmazın 5 yetelelik beyaz konservesi, Teyf’in pek bir bereketli çıkan kaya koruğu turşusu… Devam etmeye korkuyorum. (Alfonso’nun elleriyle yaptığı şaraba yatırılmış küçük biber-i zehir konservesi size ders olsun) Hal böyle olunca benim yemeklerin tarifini arif bile hatırlayamıyor tabii.

İyi ki babam var. Yoksa yemeklerime bir müşteri bulamıyorum ev sınırları içinde. Kardeşim geleneksel olarak “geleneksel” şeyler seviyor. Ben de geleneksel olarak “geleneksel” şeyler yaparken sıkılıyorum anacııım. Beyin hücrelerimi çalıştırmayacaksam yemek yapmanın anlamı ne? Neyse ki babam bu gastronomik faaliyetlerimi destekliyor. (Şu anda kendisi televizyon karşısında muzlu kurabiyelerimi löpürdetmekle meşgul.) Kardeşim eve girip de mutfağı dolduran parmak gibi sarılmış sarmaları görünce babama bakıp “baba, ablam sigortanı yaptırdı mı?” diye sordu çaresiz. Mutfaksal faaliyetler hafta sonu devam edecek. Pazar günü meslekten misafirlerim var. Üstelik son Türk mutfak sempozyumunda fiyakalı sunumlar yapan hocalar hepsi. Hata yapmamak lazım. Nitekim Serkan “sofra düzeninden başlarız,” diye mesaj göndermiş. Yemekteyiz ya.

Salamanca’dan ballı misafirlerim vardı bugün. Üniversitemizin denize nazır terasında kahvelerimizi içip sohbetimizi ettik. Robert bir çuval şarap getirmiş bana. O da zeki bir Fransız ve hakikatli bir gurme olarak İspanyol şaraplarının Fransız şaraplarından iyi olduğunu iddia ediyor. Arapların giderken İspanyol mutfağının tezgâhına bırakıp kaçtıkları en enfes tatlardan olan turron’lardan da getirmiş, badem ezmesi de.(Benim buzdolabı böyle böyle şişiyor işte). İngilizler için hindi ne ise, İspanyollar içinde turron ve şampanya odur. İspanyolum Noel günü öğlen masaya oturur ve gece yarısına kadar hiç kalkmadan yer. (Aynen duyduğunuz gibi!) Tatbik etmişliğim çoktur, insan bedeni nelere kadirmiş ben de gördüm. Bu esnada İspanyol televizyasının da açık olması adettendir.

Kanat komik bir yazı yazmış yine. Pek bir güldüm. Bizim hikmetinden sual olmayan lisan-ı Osmanî hocamızı da anmış. Ne işe yaratığı Ruşen Bey tarafından kursun başından beri anlaşılamayan, fonksiyonları şüpheli olan “ayın” harfinin hiç seveni olmadığını açık ve net doğrulamış sevgili Kanat: “Bir de “ayın” vardır, yatacak yeri yoktur”. İlahi Kanat. Hiç güleceğim yoktu son haftalarda. ( Linkini vereyim, siz de neşelenin: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16486944&tarih=2010-12-09)

Bütün bunlara gülerken bir de baktım ki, zaman denen şey pek fena bir hızla geçiyor. Süreyya’nın arabasında hızla yeni köprünün (Yeni Galata) üzerinden geçerken Kanat’ın camdan sarkarak “ibneee köprrüüü” diye bağırdığı an hafızamda ayna gibi netleşti. Süreyya ve Kanat’ın uzun saçları olduğu zamanlardı. Çağlan’la (Tekil) arkadaydık. Köprüaltı Kemancı da köprüyle birlikte yok olduğu için pek kızgındık. On sekiz yaşındaydım: demek ki tam on sekiz yıl geçmiş üzerinden. Gereksiz bir nostaljiye kapıldım akşam akşam. Laneth nam eğlenceli ağır müzik dergisinde yazardık hepimiz. Hepsi ayrı bir dilbazdı. Özledim delikanlıların yazılarını.

Aaaa, babam muzlu kurabiyeleri tepsisiyle yemiş. İki adet resim ve ikametgâhla yanı başımda kendisi şu anda. Hep bu çocuk sokuyor kafasına böyle SSK türü şeyler… Haydi, kali nihta anacııım.

7 Aralık 2010

VE DAHA INTERMEZZO…

Uyku tutmayınca böyle oluyor anacım. Yıllar önce hayatta kıdemli bir dostum şöyle demişti: “başını yastığa koyduğunda uyuyabilen insan ne mutlu insandır”. Nerdeee? Kafada kuyruğu birbirine değmeyen kırk tilki olunca uyku bana “yabancı” spor oluveriyor. Hal böyle olunca, bana da gül yapraklı çay yapıp size bağlanmak kalıyor tabii. (Olan size oluyor bu perdede).


Yine bol atraksiyonlu birkaç gün geçirdim. Vağarşak Bey hazretleri sağolsun beni enfes bir polifonik Ermeni korosu konserine davet etti. Gomidas nam dahi din adamı-kompozitörlerinden seçilmiş parçalar dinledik. Bayıldım. Eski günleri yad ettim yek başıma. Altı sesli bir polifonik koronun çılgın sopranolarıydık. (Bir daha da İstanbul sınırları içinde altı sesli koroya denk gelmedim). Eskiden de hafif terelelli olduğum için canparemiz Mustafa hocamızı az çileden çıkarmamışımdır.

Evet, anacım, eskiden de böylemişim. Haydi bunu biliyoruz, bari aile sırrımız olsaydı ya. Olamadı. Geçenlerde annemle babam teşrif etti. Almanca ve Yunanca hocam da gelince cümbüş başladı. Annem cüşuhürüşa gelip geçmişe gömdüğüm tüm kirli çamaşırlarımı bir bir anlatıp sırılsıklam rezil etti beni. Üç yaşındayken gecenin üçünden sabahın körüne kadar uzun bir yeşil yastığın üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayıp “ben sıcak ekmek isterim” diye ağlayarak hayatı ev sakinlerine cehennem ettiğim günlerle başladı işe. Zavallı babam Beylerbeyi’nin ilk fırını açılana kadar avuturmuş beni. (Gördüğünüz gibi ta o zamanlardan çekilecek kahır değilmişim.) Hocam Niça’nın kocası Antoş tüm hikâyeleri dinleyip tek bir yorumla hepimizi darma duman etti: “Problem ta o zaman başlamış!” Nurten Hoca ise annemi avuttu. “Ama günden güne akıllanıyor”. Kim? Ben mi? Hiç sesimi çıkarmadım. İçimden “nı ha ha ha” demekle yetindim. “Akıl” kelimesi Arapça devenin ayaklarını çapraz olarak bağlamak fiilinden geliyormuş. Neden akıl makıl istemediğimi o an anlamıştım. Benim ayaklarımı öyle bağlamak zor zanaat, anacım… (Fonda Nea-Malgara'da Niça ve Antoş'la sürpriz bir yemekteyiz. Öyle bir geçer zaman ki...)

Nurten Hoca’nın muhalefetine rağmen Hırvat ve Sloven ellerinden taşıdığım envai çeşit peyniri ve baharatlı şarapları mideye indirdik. “Ne taşıyorsun, deli misin?” diye kızıp durmuştu yol boyunca. (Cevap veriyorum: evet) Annemin son İran seyahatinden neler getirdiğini dinleyince kadıncağıza ayıp olmasın diye yorumda bulunmayı kesti: (alınabilecek türlü klasik katı nesnenin yanı sıra) badem ezmesi, kutu kutu bal, tereyağı, pet şişede nane suyu! İki de halı… Evlenince verecekmiş! Öyle bir durum söz konusu olamayacağı için halı çürüyecek. (Ama İspanyolların da dediği gibi, umut en son ölen şeydir malum) Yok, eğer şimdi vermeye kalkarsa, ben o halıyı satıp iki kez Arjantin’e, bir kez de Venezüela’ya giderim. Zavallı kadın beni birilerine kakalamak hayaliyle gittiği yerlerde kesenin ağzını açıyor. Emekli olunca evin envai odalarına mevzilediği eşyalarla bir çeyiz dükkânı açıp ömür boyu refah içinde yaşamak hayalindeyim anacıımmm. İşte böyle uzun mesafe taşımacılık bizde aile sporu, gençler. Bir bakıma ırsi sayılır.

Laf lafı açtı bütün gece, güldük, eğlendik. Antoş, arkadaşımız Hristo’nun öteki dünya yerine “Buenos Aires” dediğini söyleyince hikâyeler birbirini kovaladı. Önce pek sevdiğim bir Yunanca deyimi hatırladık. “Radikyaları ters taraftan görmek”. Sonra da aklıma uzun süre İspanyollar içinde yaşadıktan sonra kesin dönüş yaptığım zamanlarda çok yakın bir arkadaşımın yatıya geldiği bir gün geldi. Ayşeciğim’le çene çalıp sızmışız, sabah olup da gözlerimi açınca istemsizce kızcağıza “Buenos días” (günaydın) demişim. Ayşe de tek gözünü açıp olabildiğince anlamsızca bakmış ve “Buenos Aires” diyerek sırtını dönüp uyumaya devam etmişti haklı olarak. (Bu anı kaçırmayıp bir romanımda kullandım pek tabii.)

Cumartesi akşamı çok sevdiğimiz bir dostumuza yemeğe davetliydik. Hocamız resim sanatı icraatına başlamış. Enfes parçalar yapıyor. En güzellerinden birini hediye etti, mutlu mutlu eve geldim. (Çocuklar gibi şendim). Resim ve kitap: Hayatta beni en çok mutlu eden iki hediye. Hiç tanımadığım yazarlarla tanışmanın en afili yoludur. Övgücüğüm bu sabah fiyakalı bir kitap verdi bana, dün sabah da Can Yayınları Tabucchi’nin tek nefeslik “Fernando Pessoa’nın son üç günü” adlı ballı kitabını. Pessoa’nın hastasıyım. Kitapta Pessoa’nın hayatı boyunca adlarını kullandığı “gizemli kişilikler” hastanede onu ziyarete gelirler. Düşündüm de, ben de tek kimlik içinde en az yedi-sekiz deli ediyorum. Hiçbiri birbirine benzemeyen bir sürü kişilik! Hâlâ aklıma devlet tiyatroları genel müdürünün kırdığı pot geliyor a dostlar. Benim Pessoa’mı İspanyol yapmış, bir de kalkmış yazmış. Pessoa, kanımca ve pek çok edebiyatçının/tarihçinin kanaatince- Comões’tan sonra Portekiz’in en büyük kalemidir. Sadece şair demek ayıp olur. Kelâmın piridir. “Çok” Portekizlidir. “ Á minha pátria é a língua portuguesa” (vatanım Portekiz dilidir) diyecek kadar. Şehirlerle anılan büyük dünya kalemşorlarının başında gelir: Lizbon’un eşanlamlısıdır. Portekizliler “Portekiz’in üç F’si vardır”, derler: “Fado, futbol, Fatima”. Bana sorarsanız dört F’si vardır. Buna Fernando Pessoa da dâhildir. Bu karışıklık eğer coğrafi sınırdan kaynaklanıyorsa, Pessoa’ya İspanyol demek Kazantzákis’e Türk, Pratolini’ye Fransız demek gibi bir şeydir. Off, kaçacağım bu memleketten.

Pazar sabahı Vatan Kitap’ın yazarlar kahvaltısı vardı. Pek bir renkli geçti. Buket bu işi iyi yapıyor. Kendime en güzel yeri kapıp Hakan Hoca’nın (Erdem) ve Nilüfer Hoca’nın arasında konuşlandım. Hakan Erdem memleket sınırları içinde kurgu yazarı olarak ilk üç favorimdendir. Hâlâ okumadıysanız okumadan ölmeyin derim. Oradan çıkıp da Mr Mutluluk Hattı’na kahveye kaçtık. Baskın basanındır. Macbeth’in üç cadısı olarak kaynattık. Cumartesi sabahı ise Bomonti’deki Fransız fakirhanesinin kermesinde tam anlamıyla dünyayı satın aldık. Enfes İtalyanca kitaplar buldum. Alışverişten yoruldukça envai çeşit ecnebi rahibenin arasında, enfes bir avluda satılan çılgın yiyeceklerden yedik. Samosaları löpürdettik.

Bir arabayı doldurup boş kalan yerlere sığarak eve döndük. Bütün kameralara gülümsedim. (Patronumuz fakirhanedeki halimizi görüp de bize zam yapar hayaliyle tabii…)

Bize ayrılan bir uykusuz gecenin de burada sonuna sonuna geldik. Sizlere Shantel’den “fige kai aseme” adlı şıkırdak parçayı hediye ediyor ve pijamalarımı çekiştirerek uyku denemeleri yapmaya gidiyorum. Rüyanızda beni görün anacıımm…

1 Aralık 2010

INTERMEZZO

İki Balkanski arası bir intermezzo koyayım dedim, anacıımm.. Çok bunaldım, çok. Kimse beni anlamıyor. Sonra soruyorlar, “Aaa, nasıl bu kadar çok yazacak, okuyacak zaman bulabiliyorsun?” Yapacak daha iyi bir şeyim vardı da ben mi yapmadım, şekerim? Çaresiz kendimi ilme verdim son zamanlarda. Okuyarak sakinleşmezsem aklımı kaçıracağım çünkü. Sonra kardeşim bana yine aynı şeyi söyleyecek: “Abla, seni bozdurup da kendime iki tane kardeş alsam diyorum”. Haklı kız. O bozdurmazsa, ben bozduracağım. Kaç Macar Forint’i ederim acaba? Boşları verip, doluları alsam. Güya bu hafta İsveç diyeti yapıp zayıflayacaktım. İsveç adına başıma gelen tek şey Stockholm sendromu oldu bu hafta. (Manyak Word. Sendrom yerine “hastalık tablosu” kullanabilirmişim. Çekilebilirsin Rıfkı!)


Bugün uzun uzun durum analizleri yaptık arkadaş şuralarında. Ve ortaya çıktı ki bütün filmlerin kötü kahramanı benim! Tüm kitapların anti-hero’suyum ben! Herkes gardını almış, kendini benden koruyor, korkuyor. Nasıl bir tehlikeymişim ben be! Tam bir Duran Duran şarkısı olmuşum da haberim yokmuş. No-no-notorious! Hele şunu bir dinleyin. Geçen hafta Zagreb Üniversitesi’nde tarih bölümünden hocalarla özel bir toplantı yaptık. Akademik değişim yapmayı planladığımız bir hocayı önceden bir kez görmüş olan bir arkadaşım çocuğun yakışıklılığını dile getirdi. (Bana neyse! Sanki Hırvatların yakışıklılık standartlarını kontrol etmeye gidiyormuşum gibi.) Çocuk gerçekten yakışıklıymış, ama dediğim gibi, bana ne! Kaldı ki yakışıklı herifleri hiç cazip bulmam. (Arkadaşlarım yıllar yılı Deniz Baykal’ı çekici bulduğum için az tefe koymadılar beni). Dönünce arkadaşa “haklıymışsın, yakışıklı herifmiş” dedim. “Aaaa, o Koç burcu, ayrıca ilişkisi var!” demez mi? Önce kendimi bir abzürd drama içinde sandım. İdrak edemedim. Sanki Hırvatski bizim arkadaşın masum erkek kardeşi, ben de onun için potansiyel tehlike! Plus, sen kimin arkadaşısın ayol? Plus, akademik değişim yapacağım adamın burcundan bana ne? Kendi burcumun özelliklerini geçen sene öğrenmişim, 35 yıl gecikmeli olarak. (Hoca’nın arkadaşı olsaydı “Trabzonlu’nun burcu olmaz!” diye çıkışırdı, ne güzel.) Şaştım kaldım. En yakın arkadaşlarım bile etrafımdaki erkekleri korur oldu. Nasıl bir kötülük yapıyorsam artık!

Bu da beni yıllar öncesine götürdü. Bahçeşehir’de göl kenarında iyi İskandinav ortamı yapan bir bardayız bir arkadaşla. Beşiktaş-Alaves maçı var. İnsanlar dev ekrana kilitlenmiş, ben de arkadaşa laf yetiştirmeye uğraşıyorum. Üstelik gözlüklerim de yok, dev ekran bile fayda etmiyor. Kör gözümle gördüğüm golü de meğer Alaves atmış. Ben de Beşiktaş’ım atmış sanıp heyecanlandım. Birden dibimizdeki devasa fıçı-masanın üzerine mevzilenmiş adam 45 derece eğilerek (bu eğim onu benimle kendi masamda göz göze getirdi- varın ne kadar yakınlaştığımızı siz hayal edin) hışımla elini sallayarak, “Abla, sen hangi takımı tutuyorsun?” demez mi? Sana ne, be manyak! Sa-na-ne???

Yetmez! Bir anı daha. Gecenin ilerleyen saatlerinde Taksim-Yeşilköy uçan-dolmuşundayım. Tek memeli hayvan benim koca dolmuşta. Üstelik dolmuş ara sokaklardan gidiyor. Korkudan en iyi ihtimalle altıma etmek üzereyim. Dişlerimi sıkmış, cam kenarına büzülmüş, bildiğim duaları ediyorum. Yanımdaki atkı, şapka, forma formatında FB renklerine bürünmüş ayı-aslan karışımı hibrid bir popoluk yer daha yaklaşıp bana “Abla, hangi takımı tutuyorsun?” demez mi? Ne dersiniz? “Aslında Beşiktaşlıyım, ama şu anda istediğiniz takımı tutacak durumdayım”, diyemedim tabii ve hayatımın sanırım tek politik (ama hayat kurtaran) cevabını verdim: “Fenerbahçe!” Mr. Mutluluk Hattı’nın yıllar önce bir karikatür derkenarında gördüğü gibi kanarya hakkında bildiğim tek şey sarı renkli ve üstüne basınca vıccck diye ses çıkardığıydı.

Geçenlerde kardeşimin erkek arkadaşı pembe kapüşonlu bir sweatshirt’le metro (Yeraltı treni diyecekmişim. N’olur, bırakın boğayım şu Word programını) bekliyormuş. Yanına gelen kaytan bıyıklı, bıçkın bir delikanlı etrafında bir tur attıktan sonra tespihini sallayarak şöyle demiş, anacımmm: “Hayırdır?”. Yok, yok. Bizdeki manyak kapasitesi hiçbir meridyen-paralel aralığında yok.

Macar Forint’i demişken şunu da atlamayalım. Budapeşte’den dönmüşüm. Forintler, Liralar birbirine karışmış cüzdanda. Dolmuştayım. Şoföre parayı uzatıyorum. Ortası beyaz, kenarı sarı, bizimkilerle aynı boyuttaki parayı evirip çeviriyor ve soruyor: “Ablaaa, bu nerenin parası?” Sıkıyorsa ver cevabı tıklım tıklım dolmuşta. Macar Forinti de de, âlemin maskarası ol. Neden hep benim başıma gelir bunlar?

Eski bir arkadaşım “Modern Marco Polo, ne haber?” yazmış bana bugün. Pek güldüm. Marco Polo deyince aklıma geldi. Acaba Çin’e mi kaçsam? Akşama kadar pirinç yer, yumuk yumuk ellerimle gece gündüz Çin malı yaparım, derdim tasam kalmaz. Aloooo? Chinese Airlines?