31 Mart 2011

HAFAZAN KILLER’İN PEŞİNDE… (ODER: TANRIM YARATTIN, BARİ TAKİP ET!)

   Evvveet, çalışmaktan pörtlemiş gözlerim ve iflasın eşiğindeki beyin hücrelerimle selam ederim. Hayli klorofilli bir ortamda, köklerim parkenin derinliklerinde çalışıyorum. Artık dünyayı Arap alfabesi ardından görüyorum. Yoğun bakım Osmanlıca ve Arapça’dan sağ kalan beyin hücrelerimi de hiç de geri kalmadığım sosyal hayatımda (sosyal içerik) diyalog, monolog ve evde soliloquy şeklinde sarf ettim son iki hafta.
   Susan Miller nam, şimdiye dek iki kez okuduğum ve isabet konusunda beni şaşkına çeviren hatunun bu ay bana ettiği ihaneti sizlerle paylaşasım var. Efeniiim, geçen sene Nisan ve bu sene Ocak ayında okuyacağım tutup okuduğum ve verdiği tarihlere “Hafazan Allah!” nidalarıyla şaşakaldığım yorumlarını bu ay şiddetle kötüye kullanan, zayıflığımdan yararlanan Susan Miller’in (Bundan akdem “Hafazan Killer” olarak anılacaktır) bana layık gördüğü vakaların aslında ne şekilde cereyan ettiğini yaşlanmadan size aktarayım dedim. Parantez içinde Burhan Altıntopsal bir söylemle “olay aslında şiyle olduğğğ” kısmını bulacaksınız:
  
   By Susan Miller (Vayyy Hafazan Killer!)

-You are now nearing the end of an old cycle and the beginning of a brand new one that will start up as you get to your birthday. (Biliyorum, daha bir yaşlandığımın farkına varıp akşamları banyoda aynada gözaltlarımı çekiştirdiğim ta oradan görülüyor demek)

-Jupiter, the giver of gifts and luck, is now in your sign until June 4. (Sanırım o mezkûr şansı dağıtırken ben pek derin bir uykudaydım, ya da Divani okumaya çalıyordum )

-Planning is always the more important part of action, for the more planning you do, the more you can ensure your eventual success. (Yavrum Suzan, mezbur plan benim sözlüğümde yazmıyor. Önce bir ajanda alayım dedim. Güzel bir plan yaptım. Ama işe yaramadı. Çünkü: 1) Yanlış tarihe yazmıştım. 2) Yazdığımı kendim bile okuyamadım (Ne de sık başıma gelir). 3) Yazdım, ama okumayı unuttum. 4) Ajandamı annemin evinde unuttum.

-Don't rush any process that you find yourself in now - May will be so glorious. (“It’s now or never” diye bir şarkı duydun mu Hafazan? Senin gençlik zamanına tekabül ediyor. Bana bak, beklemek benim mezhebimde yok!)

-Uranus in Aries will be a very exciting time for you. (“Urine” demek istedin galiba, sevgili Hafazan Killer çünkü “exciting time” addettiğin vakadan eser görmedik!)

-Watch what happens on a highly exciting day, March 21, when the Sun and Uranus, both in Aries, will join hands for the first time in your LIFE! (Evet, maziye bakıyorum, bu tarihte yaptığım tek şey hocayla Divanî çalışmak ve Arapça kursuna gitmek olmuş. Metaforik bir anlam vardı da ben mi kaçırdım hafazan Abla?) On this day, you will also be filled with high-energy excitement, and your imagination will hit new heights. (İki saatte divanî okumaya giriş yapıyor olmanın verdiği heyecansa, ben bu dünyadan izninizle… “Imagination” dediğin şey battallar’ı botlular okumaksa, sen bu işi bırak güzelim, kiraz ağaçları olan bir köye yerleş, torunlarını sev.)

-Some interesting projects and beneficial opportunities are about to come up now, and you will need to keep them secret until everything is set. (O kadar gizli ki, ben bile bilmiyorum. Efsanevi karikatür gibi: -007, sana gizli bir görev verdik. –Nedir efendim? –Söyleyemeyiz, çok gizli. Erdil Yaşaroğlu muydu ki?)

-If you were born on or within five days of April 4 (Ben de Doris Day ve Eddy Murphy gibi 3 Nisan komiğiyim ya) you have been feeling Saturn's opposition to your own Sun lately, so this aspect will be most noticeable to you. Soon Saturn will move on, and you will have received his message and become all the wiser for learning it. (Aldım anacıım ben o mesajı, “fırsatı ganimet bilip sınava çalışıyorum diyerek yemeye devam edersen göbeğinde benimki gibi şaşaalı bir halka olacak”, diyor Satürn Abimm. -İspanyolum buna Michelin der. Baskül 59’u gösteriyor, ben o esnada başka tarafa bakıyorum. İsveç rejimini müteakiben kurulacak olan Osmanlı sofrasında fena kaybetmişim kendimi.-)

-Romantically, Uranus in Aries from now on, starting March 11 (and continuing until 2019) is sure to give you special sparkle, and it will be impossible for others not to notice you! (“Romantically” zarfının bilmediğim başka bir anlamı varsa durum değişir. Yok eğer yok ise, şu an neredesin Susan Abla, adamlarımı toplayıp geliyorum yanına. (Limon Kafe’de misin?) “Romantically” “rom”dan türetilmiş bir zarfsa, biz onu tüketeli çok oldu, yok eğer “Roma”ysa, onu da yedik bitirdik, “roman”dan geliyorsa… Koordinatlarn nedir Suzan Abla! Sebastiannn, kalaşnikoflar hazır mı? Ver şu bazukamı! Söyle o Anglosakson bozuntusuna biz o romantizmin r’sini görmedik bu ay!)

-This month, Venus will be in an air sign, Aquarius, which will help to fan your fire element to burn more brightly. Aquarius is an ideal place for Venus to be for you, for this placement indicates that your friends will be thinking about you and that they will be including you in all that they do. (Aquarius’tan kasdın kova ise, gerçekten de bu ay tarih-i Beylerbeyi’de ilk ciddi su kesintisi oldu ve babam sarı kova ile camiden su almaya gitti ki- bunu en son ben beş yaşında iken yapmış idi.- O Venüs’e benden selam söyle, gelmeyeyim onun yanına. Hatları karışmış onun! Alsın o kovayla kafasına su döksün, kendine gelsin.)

-One of your best days for socializing will be March 10 when Venus in Aquarius will reach out to Jupiter in Aries. (İnsan bir kovayla ne kadar sosyalleşebilir! Zavallı Venüs de kovaya girince Venüs’lüğünü kaybetmiş anlaşılan. Allahım sen bizi cümle kova taifesinden koru! Ruh ikizi demiştim, ama yukarıdan ruh öküzü anlayıp yanlış göndermişler. Zeus Abiiim, bir bakar mıyız yukarıdaki hatlara!)

-Romance will only get better and better. Once the Sun moves into Aries, March 20, you will be "in your element." (Hey yavroom, romansa bak: mezkûr günde evde lisanî Osmanî çalışmaktan âlem-i taamla iştigal edemeğimi fark eden annem, babam ve kuzenimden mürekkep tayfa bir tencere kurufasülye yapıp-kapıp Beylerbeyi’ne intikal ettiler. Ben kurudan haz etmediğim için yine aç kaldım. Üstelik evde bol keseden gürültü yapıp beni çaştırmadılar. Evet Hafazan Abla, tam bu noktada bir açıklama istiyorum!)

-I love March 21 for romance for you, the day that the Sun and Uranus conjoin. You will be the blazing firecracker, full of life, light, and love. Who could ever resist you? (Şansal ve Ermansal bir şekilde zamanı donduralım ve pozisyona bakalım: Benim için biçilen romans Divanî hocamla toplantı salonunda çalışmaksa, sözün bittiği yerdeyim.)

-Need more romantic dates? It would be hard to top March 26, a Saturday, when Venus will contact Neptune and spin a magical dream of an evening. (Hah, ben de tam bu konuya değinmek istiyordum. Bir aydır “26 Mart’ta ne olacak acaba?” heyecanıyla bekledim durdum. Yine bir Burhan Altıntop klasiğiyle belirtmek gerekirse, “olay aslunda şiyle oldıııuu”:

“Magical dream of evening” ya da “romantic date” tabir edilen gün hocamızın her türlü insomnia hastasını uyutmaya kadir gramer-i Osmanî dersinden çıkıp cümle âlem, el değiştiren Giritli Barba’nın son gününde dağıtmak için mekâna gittik. Ful taife orada idik. Hocamızla birlikte 13 kişi ediyorduk ve bu kaçınılmaz bir şekilde bize İsa’nın son yemeğini hatırlattı. “Romantik” olabileceği iddia edilen gecede hadsiz hesapsız güldük, yedik, içtik, haşerat-ı bahriyeyi envai çeşit alkol ile yuttuk, Serkan’ın Ankara’dan avdeti ve konunun Digor’a dalması ile kahkahayı katladık. Hızımızı alamayıp Vağarşak Bey, Serkan ve bendenizden mürekkep tavla-nargile taifesi akrep gecenin dördünü gösterene dek (yelkovan ise “akrep abi, gözümden uyku akıyor abim, ben bugün erken sızsam olur mu?” diye sızlanmaktadır) yarın ölecekmiş gibi bugün için güldük. (Ben pek tabii yine yendim, marsa bile imza attım ve Ermeni Patrikhanesi tarihine adımı altın harflerle yazdım ve pek tabii ikili erkek takımı -comme d’habitude- “şansındadır” dedi. Bu erkeklere biraz akıl alabilir miyiz, garson bey? Ben bu filmi daha önce kaç kere gördüm, bir sayan çıkar mı?) Gecenin dördünde Vağarşak Bey bizi taksiye bindirip de taksi şöforü arkasından “A, ben bu beyi (Vağarşak Bey Hazretleri) Kurtuluş’tan tanıyorum” deyince Serkan’la darma duman olmuşuz ve yol boyunca bu boyutta fasılasız gülmeye devam etmişiz. (Bu arada Serkan'ın Giritli'de anlattığı binbir Digor hikâyesinden birini burada paylaşmam farz kanaatindeyim. Serkan’ın bir oturuşta üç kaz yiyen, benim de pirim Ömer Dayısı 30-40 yıl önce şehirlerarası otobüsün ön sırasında gitmektedir. Evden çıkın getirme zamanları tabii. Yanında da çelimsiz bir zat oturmaktadır. Ömer Amca çıkınını açar, koca bir tavuk, kete ve bir de koca topak “kokuşmuş” denen Kars peyniri vardır. Komşusuna ikram eder. Adam korkudan “amca benim tansiyonum var”, der. İkinci fasılda Ömer Amca keteden sunar, adam aynı şekilde savuşturur pirimizi. Üçüncü de peynir çıkarır, keza. Ömer Amca’nın sabrı taşar ve (tansiyon nam belânın leksikonumuzda güncelleşmediği zamanlar tabii) “Ye, aslanım, önce şunu ye. Sonra tansiyonunu da yeriz!”)

Şimdi: Hafazan Abla’nın “hard to top” tabir ettiği romantizm bu ise, linguistleri romantizm kelimesini yeniden tanımlamaya davet ediyorum. (Gerçi romantizm düşmanı biri olarak daha fiyakalı ve eğlenceli bir cumartesi gecesi geçirebilir miydim: Hayır! Her günüm böyle olsun, anacııım. 26 Mart'larım çok olsun... )

Wa-lakin: Yok eğer romantizm böyle bir şey ise, bu romans kesinlikle burada mecaz anlamda kullanılmış.
Yavroom Suzan, sen hâlâ annenin takvimini mi kullanıyorsun yoksa?
Sebastiannnnn! Şu karının verdiği tarihleri Rumî ve Hicrî olarak check et çabukkkkk!!! Ben çalışmaya gidiyorum.

13 Mart 2011

“BAYANDAN, TEMİZ” Ya da “OLMAZ, OLMAZ, OLMAZ… BU ŞAPKADAN TAVŞAN ÇIKMAZ!”

Hocam, nasıl yapıyorsunuz? Hem böyle bir sosyal hayat, hem de bunca iş?” diye sordu Burçe dün. O an fark ettim ki, son hafta işe dair bir gelişme olmamış hayatımda, sırf “sosyal içerik” vaziyetleriyle kapatmışız haftayı. Haftaya bir tesviye yapacağız tabii… Çalışmaktan beynim puslanmıştı, bir kendime geleyim dedim. Hatta kardeşim son zamanlarda insanlarla kurduğum diyalogun Yiğit Özgür karikatürlerindeki delilerinkine benzediğini söylüyor ısrarla. Doğru söze ne denir!


Bu hafta sekiz gün “sosyal bilgiler”çalışmışım, hafta sonunu da arifsiz tarifsiz güzelliklere endeksleyip fiyakalı bağlamışım. Cuma akşamı (Eurovision finalinde karşılaşmamızı saymazsak) 15 yıldır görmediğim çılgın arkadaşım Ahmet’le sosyalleştik. Sevgili okur hatırlayacaktır. Ahmet (Özgür), Memet (Güzelbeyoğlu) ve Cenk (Durmazel, Erdemsiz Cenk) 93-94 yıllarında memleketin en harika radyosu Hür FM’de Tapon adlı komiklikte sınır tanımayan bir program yapıyorlardı. (On dakikada güldürerek adam öldürme sanatına giriş). Ahmet’le Otto’da 15 yılı iki saatte kikirdeyerek özetledik. Tam anlamıyla bir “Sarıkız minik buzağıyı sütten kesti mi?” tadında geçen bu sohbet (Demirhan ne yapıyor? Melih Törkiye’ye döndü mü? Kesmeşeker yeni albüm yaptı mı? ) sonunda Malt’ın konserine çufçufladık. Cenk (Aynı zamanda Malt’ın solisti) “kuzuyu kapın gelin,” demiş. (Kuzu, nam-ı diğer whisky, ne diye “Malt” koysunlar grubun adını yoksa?) Gençlerin kulisine kamp kurduk. (Kulis de sirtaki okulumun alt katı, yok anacım, coğrafi bir kısır döngü içinde geçiyor hayatım, dar alanda kısa paslaşmalar, ya da “ateş hâlâ sıcak, fazla uzaklaşmış olamam” durumu). Kapıdan girmekle komik tesadüfler zinciri başladı. Grubun basçısının Nekropsi’den Cenk (grubun diğer Cenk’i) olduğunu gecenin sonuna doğru anladım. O da benim Özlem olduğumu. “Bana yıllar önce daktiloyla yazılmış bir kitap vermiştin”, deyince Burhan Altıntop misali kafayı geri sarıp (hıldır hıldır efekti ile) Cenk’le on beş yıl önce Rock’ta da birlikte çalışmış olduğumuzu, ona okusun diye ilk romanım Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni verdiğimi anladım. (Malt whisky beyne giden yolları açmış olacak). Sonra Tapon programının tüm kayıtlarını Ahmet’in yıllar önce bana verdiği ortaya çıktı. Walakin, bende olmayan daktilo kayıtları onlarda, onlarda olmayan kaset kayıtları da bende çıktı. Hayat komik, dünya küçük. Cenk-Erdem hastası olan favori eniştem Mesut için Cenk’e (Erdem’siz olan) bir iki satır hatıra yazısı yazdırayım dedim. Meğer Hırvat ellerinde son Kuna’larımla aldığım zıpır küpeme kıl olmuş için için hazret. “Bu notu sizi getiren her kim ise küpeleri sizindir. İster satın, ister takın. Çok öptüm. Cork Tümbezel”, notunu düşmüş. O gece küpelerim kayboldu. (Nazarın feciatun).

Cenk (TümBezel), “değişmiş miyim?” diye sordu. Baktım, aynı Cenk. Sadece sakallarda bolca beyaz var. Aklıma Fidel’in sakala methiye düzdüğü bölümler geldi. Sakalın faydalarını sıraladıktan sonra, “tek kusuru akları yaşınızı saçtan daha çabuk ele verir” der bir yerlerde. Grubun genç elemanları biz ihtiyarlara “siz nereden tanışıyorsunuz?” deyince, cevabımıza önce kendimiz güldük. “Oğlum, biz old school tayfayız”, dedi. (Ama “yaşlı” babında bir “old” bu, ne yazık ki.) Bizim yakışıklılar evlenmiş, boşanmış, hafta sonu çocuklarını alıyorlar etrafımızdaki sayısız baba zula gibi. Ben de onlara “Cumartesi babaları” adını taktım.

Malt’tan bahsetmeden geçmem nâmümkün gençler. Şarkıların hepsini bilen gençler salonu doldurmuşlar. Müzik ayrı güzel, şarkı sözleri ayrı, sahne performansı ayrı! (Biz müzik yazarları yaşlanınca olayın bu şekilde özetlenebileceğini keşfediyoruz galiba.) Bol keseden zıpladık. Cenk’in Badluck’ın solisti olduğu yıllar geldi aklıma. Türkiye’nin en fiyakalı Glam grubuydular (Bon Jovi’nin altında çaldıklarını hatırlayacaktır neslimiz). Uzun saçlar, deri pantolonlardan beyaz gömleğe geçiriyor yıllar insanı. “Hah işte bu da yaşlandığımızın en resmi resmidir”, dedim. Bu arada Ahmet de (boyu üç metreden hallice olduğundan) “Yaşlandık be Özlem, yoksa sırtıma alırdım seni”, deyince mührü de basmış oldu.

Pek beğendiğim Malt şarkı sözlerinden bir aranjman yapmak istedim size.



“Sev desen, severim, olmaz…

Olmaz, olmaz… Bu şapkadan tavşan çıkmaz”.



“Ey kötülüklerin anası

Hâlâ güzelsin, genç olgun arası

Ey kötülüklerin anası

Yolluk isterim

Benim onların babası”.



“Her geleni yok sayıp darlanmaksa benim tarzım

Her gelene hırlayıp harlamaksa farzım

Her gidenin ardından ahlanmaksa arzım

Belki de bana benim gibi bir ahmak lazım”.



Hey yavruuum, hey… Sözlere bak. (Sebastian, klonlayın şu Cenk’i.)

“No country for old men”i izledik Malt üzerine. İki haftada iki Javier Bardem filmi etti, muhasebeden gelen rakamlara göre. Eh, aralarda biraz da uyuduk ve horladık tabii. Filmi parçalı bulutlu hatırlıyorum çaresiz.

Metroda giderken etrafı dinlemek âdeti beni bir gün ya öldürecek, ya dövdürecek. CuMa günü Tünel’e ulaşmaya çalışırken metroda (Sebastian, metro yerine “yer altı treni kullanabilirsiniz diyen word programın kafa, göz girişebilirsin yüksek müsaadelerimle) gençler arasında bir yıldız meselesi açıldı. Baktım satışa çıkarılan yıldızlardan bahsediyorlar. Birisi “Yuh! Müteahhide versin bari o kadar para vermişken”, dedi. Tam tamına 7.000 TL verip bir yıldız almış bir arkadaşı. Önce gözlerim yerinden fırladı, sonra da metronun delisi gibi çaresiz tek başıma güldüm. “Şekerim, nerede satıyorlar bu yıldızları, bende de var bir tane kelepir”, diyecektim-demedim, diyemedim, ne de iyi ettim.

Efendim, sene 1999. İspanyol-Katalan kırması bir sevgilim var. Çocuk tarifsiz âşık. Her gün üniversitede tam toplantı saatinde salona bir çiçekçi giriyor, çiçekleri bırakıp çıkıyor. (Bölüm başkanı çiçekçiyi de bölümün bir parçası sanıyor adeta.) Eve hediyeler yağıyor. Çocuk üstelik harikadan gün almış: Pek yakışıklı bir sarışın, zeki, kültürlü, romantik, nazik, harika bir aileden geliyor, şefkat küpü… Cümle sıfatı tek bünyede toplamış bir yaratık. Lakin o kadar mükemmel ki âşık olmanın imkânı yok. Evde cümle hatunlar âşık çocuğa. 8 yaşındaki kardeşim resmini çalışma masasına koymuş, kuzenim o geldiğinde ona yemekler yapıyor, annem her gün çocuğun çiçeklerini vazoya koyarken “Kızım, çocukla ilgilenmeyeceksen ben alayım bari” diyor, babam çocukla oturup saatlerce maç izliyor, vs, vs. Herkesin sevgilisi (Ben hariç). İki günlüğüne Barcelona’dan geldiğinde bir günlüğüne kuzenime gönderiyorum “İspanyoluma bir gün bakar mısın?”, diyerek. Hiçbir şeye kızmıyor, küsmüyor. Okula geliyor, salon bitkisi gibi köşeye koyuyorum ve kızlara “Sevgilimle biraz ilgilenir misiniz?” diyerek sırra kadem basıyorum. Neyse, yılbaşı vakti okula devasa bir kutu geliyor. İçinden bütün sülaleye hediyeler çıkıyor. Bana bir şey yok. Sonra Aslı (romanlarımın Amanda’sı) kutunun dibinde bir rulo buluyor. Açıp bakıyoruz, astronomik bir harita. Üzerinde adım yazan tapuvari bir belge de var içinde. “Bu ne lang?” diyerek geri atıyorum. Aslı merak edip bakıyor, “İnanamıyoruuumm!” diyor. “Ben de”, diyorum. “Anneanneme hediye alıp bana almadığına inanamıyorum!” Aslı şaşkın “Kızım, çocuk sana yıldız almış!” Bakıyorum, gerçekten de doğum günüm hesaplanarak gökyüzünde bana ait olan yıldızın satın alınmış “tapusu” bu. “Peh,” diyorum. “İşe yarar bir şeyler alsaydı bari. Ne yapacağız bu yıldızla. 3+1 yıldızım var. Satürn’ü geç, ilk sapaktan sol yap, az ileride. Lakin biraz sapa yerde. Telefon da bağlatamadık daha”. Geyikler uzadıkça uzuyor. Sonra -pek tabii yine Aslı’nın dikkati sayesinde- içinde bir de not buluyoruz. “Yeryüzünde sana alabileceğim bir şey kalmadığı için, gökyüzünden bunu aldım”. (Yok anacıımm, daha vardı alınacak şeyler, ama…) Yıllar yılı hiç merak etmemiştim, nedir ne değildir diye. İyi ki metroda “Neeeaww? Yedi bin ye-te-le mi, dediniz?” diye bir çığlık atmamışım. Evet, dostlar. Buradan yıldızımın satılık olduğunu bildiriyorum. Bayandan, hiç kullanılamamış yıldız. Pırıl pırıl. Üçartıbir. (Sebastian çok ayıp, bi daha öyle üçün bilmemkaçı gibi espriler yaptığını duyarsam ağzına Tabasco sosu sürerim).

Cumartesi de lezzetli başlayarak, lezzetli bitti. Lisani Osmani ekibi olarak üç haftadır heyecanla beklediğimiz Digor kazına kavuştuk. Hocamızın oymak başılığında toplanıp Serkanlara sefer-i hümayun yaptık. (Bu gaza hocamız olduğu içi “sefer-i hümayun”, Vağarşak Bey hazretleri olduğu için de “haçlı seferi” olarak anılacaktır). Tam tamına on üç kişiydik, “lezizetün” bir kazı zor yedik (Bu arada Air France uçaklarında 13 numaralı sıra yok. Kapa parantez, çabuk oğlum, cereyan yapıyor, parantezzz.) Serkan’ın annesinin marifetli elleriyle gözümüzün önünde açıp yaptığı “pişi”lerin arasına koyup yuttuk. Masa başına düşen milli komik 6-7’yi bulduğu için bir yıllık kahkaha ihtiyacımızı karşıladık. Serkan’ın Ömer Amcası bir oturuşta üç kaz yiyormuş ve dolayısıyla çok yemenin indeksi oymuş ailede. Check-up için gittiği Avusturya Hastanesi’nde kan alım işlemi bitince doktorlara (!) dönüp “evladım, donatın şurayı, yok mu yiyecek bir şeyler” demesiyle bir fenomen haline gelen Ömer Amca bundan sonraki rol modelim. Hoca “insan doymaz: yemek biter, diş kırılır”, dedi ve bir bardak rakı bile içti. Geçen hafta İzmir’e gidip bir bardak rakıyla rejimi bozmasına kılıf olacak bir anekdot da anlatıvermişti. Efendim, kurtuluş savaşı akabinde (güzelim Yunanlılara İzmir sularında toplu yüzme dersleri yani, ayemsori, ama komik oldu di mi?) Atatürküm İzmir’de bir meyhaneye oturmuş. “Venizelos buraya geldi mi?”, demiş. “Evet”, demişler. “Yedi mi peki?”. El cevap: “Evet”. “Peki, rakı da içti mi?” “Hayır” cevabını alınca cevapların en güzelini sunmuş Atam: “Eee, madem rakı içmeyecekti neden gelmiş buralara kadar!”

Bütün gece balıklar gibi yedik ve güldük. Ben Serkan’a ebeveyn takası önerisinde bulundum. Kabul etmeyince halının saçaklarına yapışmayı düşündüm. (Ona da önlemini almış, halılarda bir tek saçak koymamış). Vağarşak Bey de bu esnada Hatay’da yediklerini anlatınca güneye de bir sefer-i hümayun düşündük. “Cüppenizi ödünç alabilir miyiz?” dedik, itiraz etmedi. O cüppeyle Hatay’da ne itibar görürüz yemek âlemlerinde! Biz yemiyoruz, cüppe yedirtiyor, anacııım.. Bu yaz bir haftalık mavi yolculuğa çıkıyoruz bütün bu obur sınıf. Hocamız teknemizi ayarlamış. Bana da paraları toplama görevi verdi. Kediye ciğer emanet edilmez, diyerek kendisini uyardım. Artık Ağustos’un son haftası onlara Brezilya’dan mı kart atarım, Arjantin’den mi bilinmez.

Bakıyorum da hafta sonu yemekten gözümü açamamışım. Bugün de noktalı virgülü Anadolu Hisarı’nda bir deniz kıyısı kahvaltısıyla koyduk. İki çiçek bir böcek pek güldük günün erken saatlerinde. Emre güldürdü bizi bol keseden. İlber Hoca’nın III. Selim için kullandığı “part-time padişah” terimine bayıldım. (Gündüzleri padişah, akşamları müzisyen). Bu durumda ben neyim acaba?

Tayfun (Ünlü) mesaj atmış. “Seni öğle yemeğine bekliyoruz”. Hemen sormam gerekti kendisine: “Peki öğle yemeğinin bundan haberi var mı?” Bundan böyle Törkiye’de yaşayacak, dünya tatlısı bir karısı ve yepyeni bir de bebişi var. Bugün garip hislere gark oldum. Hayatımın ilk karnabaharını yediğim masaya oturdum tam 14 yıl sonra. Heidi’nin evini anımsatan o gönül çelen evden yola çıkıp Stuttgart- Kadıköy hattı yapan eşyalar arasında o masa da varmış, ben de 36 yaşımda yeniden oturup roze şarap eşliğinde Tayfun’un elleriyle yaptığı karidesleri hakladım. Düşünüyorum da, ne ballı bir hayat sürmüşüm bunca sene. 22 yaşında sevdiği grubun kitabını yazmak için evlerine misafir olup bir hafta prensesler gibi yaşayan kaç şanslı vardır yeryüzünde acaba? Son yıllarda sık sık görüştüğümüz halde yakınlarda laflayamamıştık. Şarap, kahve derken konu aşka meşke geldi. “İnsanlara neden katlanamıyoruz?” başlıklı panelde Tayfun söz alıp en doğru cümleyi kurdu: “Çünkü biz erkekler çikolatalı sözlerle başlıyoruz işe”. Pek doğru, çikolata da pek çabuk bitip sapı kalıyor insanın elinde. Çocukluğumun renkli jelatinli şemsiye çikolatalarına benziyor. Tayfun ısrarla standartlarımı indirmem gerektiğini söylüyor. Mr. Mutluk Hattı da “kala kala nasıl birine kalacaksın çok merak ediyorum wallahi”, diyordu. Vaziyete buradan bakınca, anacım şimdi kalkıp 3+1 yıldızdan insen inilmez yani…. (Sebastiannnnn, yorumlarını kendine sakla.)

Yani bir hafta sonu daha “Hüzünle geldim, üzüme dönücem… Şişe olur, kova olur / Hafta sonuna “özlem” budur”, sözleriyle süslenmiş bir Malt şarkısı gibi geçti.

Bu şapkadan tavşan çıkmaz. (Çıkarmayınız ve çıkarmaya çalışanları uyarınız.) Çıkarsa da kızartıp yiyiniz. (Bu hafta tarzımız bu)

Ps. Yıldızı 6.500 papele bırakırım. (Güneş sistemi deprem yönetmeliğine uygun, mantolama sistemiyle Satürne karşı izolasyonu sağlanmış, kuzey cepheli (kutup yıldızı),

Jüpiter’e yakın, vicdanım gibi (hiç kullanılmadığından mütevellit) pırıl pırıl daire. (Emlakçıların aramaması rica olunur).

Öptüm, anacım. Bu hafta çok çalışmam lazım.

9 Mart 2011

“TUTMAYIN! SEVEEECEMMM!”

6 Nisan’a kadar “hizmet dışı” (fuera de servicio) olmam gerekiyor, ama yazmadan da duramıyorum anacııım. Yine hayatımın seyircisi oldum, onu dışarıdan şaşkınlıkla izliyorum ve işin kötüsü bu hissi de sevmeye başladım. En saçma zamanlarda bile her şeye güler hale geldim ve bu iyi mi kötü mü inanın bilemiyorum. (Sebastiaaaan, bu konu araştırılacak!) Komik tesadüfler halımın saçaklarına yapışmış durumda.


Sevgili Erto sağ olsun dün gece beni pek bir güldürdü. Feys’te “ilişkisi var” ibaresini görünce hemen heyecanlanıp sordum “yeni bir aşk mı var ufukta diye?”. El-cevap: “Herkes seni sevgilim sanıyordu. Hatta ben de feys’i her açtığımda sevgilimin sen olduğunu sanmaya başlamıştım, o yüzden koydum”, deyince yerle yeksan oldum gülmekten. Mr. Mutluluk Hattı’nın çektiği mutluluk kareleri cümle âlem tarafından yanlış anlaşılınca baktım yakışıklının kısmeti kapanıyor hemen olaya el atalım, dedim. Güldüm, güldüm, yarısını sakladım bugün güldüm. Kalanına yarın güleceğim.

Lugati’l arabiyye sınıfımıza müzisyen bir Arap’ın geleceği haberini geçen hafta almış ve şenliklere başlamıştık cümle sınıf. (Zafer takları, kırmızı halılar filan hazırlamıştık). Hatta ben bir çuval peçete almış, istek parçalarımı ve tabak tabak gülleri hazır etmiştim hatırlarsanız. Beklenen kahramanımız dün intikal etti. Hatta gelişi de komik oldu. Beşiktaş-Taksim dolmuşunda (II. adresim) gelirken, “ooo, hala güzel giyinen erkekler kalmış memlekette diyordum”, sonra bir baktım arkadaş benimle birlikte indi, hatta Dilmer’e gitti, hatta hatta “2. kur nerede?” deyip bizim sınıfa girince “yuh artık”, dedim kendi kendime. Beklenen şahıs o çıkmasın mı! Yıllardır merak ettiğim şehir Latakia’lı (Lazkiye), anne-baba Suriyeli, Mimar Sinan çıkışlı bir arkeolog arkadaşımız. Aksansız Türkçe konuşuyor ve Arapçası da lehçe olduğu için fusha öğrenmeye gelmiş. (“La arif” yerine “ma marif” diyor, misal). Sınıf zaten pür şenlikti, şimdi daha musikili oldu. Arkadaşımız bir grupta phsychodelic desert blues yapıyor. Dün gece bir Rönesans yaşadım. Rai’ı keşfettiğimden beri dünyanın dört bir yanından topladığım Arap musikisini bir şey sanıyormuşum. Musiki Arabî denizinde koskocaman bir hiçmişim. (A big fat zero). Sayısız Cezayirli arkadaşı olup Cezayir’i tavaf eden biri olarak Hansa el Becharia’yı hiç duymadığım için utanç içindeyim dünden beri. Elinde koca gitarı ve beyaz takkesiyle, eskittiği yıllara gülen kadife sesli kadın. Neyse, bizim Latakialı müzisyen cool-abi çıktı, “kıro”nolojik parçalar bilmiyor. Ben de yüz bin milyoncuk peçeteye yazdığım Amr Diab şarkılarını kendim söyleyeceğim çaresiz. Wahashtini, wahashitniii…

Bu arada bizim Arap müzisyen arkadaş Boğaz’da bizim iki semt ötemizde oturuyormuş. Hal böyle olunca eğlence dönüşte de devam etti (dolmuş kardeşliği). Motora binip de “biz Avrupa yakasına gitmek için motora bindik” cümlesini lugati-l arabiye’de kurabilince pek gurur duyduk kendimizle. Bu arada “Mıntıka-ı Evrupa” isim tamlamasını hatırlayıp bastım kahkahayı tabii. Sınıf mümessilimiz Ruşen Bey (hocamız kendisine Osmanî harflerle bir mümessil kolluğu yaptırdı, her Perşembe takıyor) yıllar önce Arapça rehberlik yapmış. Bu günlerden birinde bir grup Arap’a anlatıyormuş olanca heyecanıyla “işte burası Asya, burası Avrupa yakası”, diye: “Mıntıka-ı Asya, mıntıka-ı Evrupa”. Bizim Araplar mıntıka-ı Asya kısmını duyunda düğme düğme olan gözleriyle “hah, tamam, bizi burada bırak, 3 gün sonra al”, demişler. Ruşen Beyciğimiz de bizim Arapcinleri bırakmış Kadıköy’e. Üç gün sonra onları delirmiş bir kıvamda bulmuş. İşin aslı şu imiş, anacııım. Bizim akıllı coğrafya yoksunu Araplar Asya yakası deyince Tayvan, Tayland, vs. ülkelerinin de burada olduğunu sanıp “heyecan dolu” üç gün geçireceklerini sanmışlar. Buyurun cenaze namazına!

Aptal bir heyecan içindeyim. Ex-eniştemiz Chronis Pechlivanidis’in pek sevdiğim bir belgeseli olan Mousiki tou kosmou (Dünyanın Müziği) belgeselinin Arap kısımlarını izledim yeniden. Hızımı alamadım, son iki gündür hezeyan dolu bir vaziyette sevdiğim Arabik videoları da izliyorum. Cheb Mami ve Sting’in “desert rose”unu hiç izlememişim. Sting (olanca yakışıklılığıyla) bir arabanın arkasında çölde ilerler. Arabayı siyah şapkalı ve masklı bir kadın kullanır. Beş para etmez bir klip, walakin biraz hayal gücümüzü zorlarsak eğlenceli olabilir. O kız ben olsam, durum nasıl cereyan ederdi, el misal:

a) Bu pazartesi sabahı 6.00’da vuk’u bulduğu üzere, akü bitmiştir. Akü şarjı da çalışmaz. Bugün de bize ayrılan akünün, akü şarjının ve şansın sonuna gelinmiştir. Maske ve gözlük çıkarılıp Sting’e, “Hacı, bir el at be gülüm”, denir. Sting deri ceketini çıkarır ve birlikte kumlar arasında araba iteklenir.

b) Türlü atraksiyondan mahrum yolda küçük vites gidilir ve hiçbir benzin istasyonunda Susurluk ayranı içilemeyince, Cumhuriyet sucuğu ve Afyon kaymağı yenemeyince hüsran olur. Gözyaşı seli.

c) Açık sahrada yarım-gaz giderken karşı istikametten gelen Alg ZAL 344 plakalı kamyonla çarpışılır, içinden Kaddafi, cüppeli Ahmet Hoca, Merkel üçlüsünün çıktığı bu aracın hurdaya dönmesi tarihe Sahralık vakası olarak geçer. Sting’le Merkel evlenir, Cüppeli Ahmet Hoca cüppesini çıkarıp çölde gece vakti titreyen Kaddafi’ye giydirir. Ben de Rachid Taha’dan Ya Rahay şarkısını söyleyerek oradan hızla uzaklaşıp çölde kaybolurum.

Anlattım mı, bilmiyorum. Pek de geçici olmayan bir amnezi içindeyim malum. Evet, itiraf sırası geliyor. (Halk buna hazır mı Sebastian? Bir sondaj yapabilir miyiz?) Hatta geçen güne eski romanlarıma göz atınca (Sebastian, ara sıra kendi kitaplarımızı okuyup çatlayana kadar güldüğümüzü kimseye söylemez miyiz lütfen!) hafızam su gibi pırıl pırıl oldu. Efendim, ben aslında bu Arapça nam dil belasına on bir yıl önce başlamış, sonra da kuyruğumu kıstırıp kaçmıştım. Hola’da bol bol neden bu belaya sarıldığımı itiraf etmişim. Şarkıları anlamak için. (Evet, sen niye şaşırıyorsun Sebastian? Git bir moskatel getir ablaya pis pis sırıtacağına)

İspanyol filmleri gelmiş Pera Müzesi'ne. Çoğunu gördüğüm, hatta Sinemayla İspanya tarihinde kullandığım filmler. Yine de heyecanlandım yok yere. Kardeşime söyledim. (Sevgili okur kendisini son olarak götürdüğüm filmde uyuyup çıkarken de gişeden paramızı geri istemeye, hatta hatta verilen geçici zarar için tazminat kalktığını hatırlar). Kardeşimden el cevap: “Abla, o zaman ben sevdiklerimi de alarak bu şehirden gidiyorum. Festival bitince geri gelirim”.

Âşık olmak için 6 Nisan’ı bekliyorum. (-Sebastian bak, bakalım halk buna hazır mı? -Halkı bilmem de arkadaşlarınız buna henüz hiç hazır değil kanımca, efeniiim”.) Âşık halim çevreye zarar. 2004 yılında ofiste camdan sarkıp “tutmayın, seviiiceeemm” diye bağırmışlığım ve bir düzine şahidim var. Çılgın günler bizi bekliyor. (Övgücüğüm şimdiden bana katlanabilmek için yoga yapmaya başladı bile. Bir ay sonra bana katlanabilmek için akşamları bir saat yoga yapıyor) Âşık olmayı özledim be! “Şeytanı gördüm” filmi gibi bir şey olacak, yani. (Kore filmi deyince aç parantez -Kardeşim geçen gün ter içinde uyandı. Rüyasında bir grup Koreli onun Türk olduğunu anlayıp Gülben Ergen’den bir şarkı söylemiş. “Abla, silkindim, silkindim, hiç uyanamayacağım diye çok korktum”, dedi yavrucak. –çabuk kapa parantez.)

Aşk deyince çaresiz aklıma geldi. Koca koca adamlara âşık olmamdan gına getiren biricik dostum Hande bir gün heyecanla anlattığım hikâyeyi dinlerken beni apansızın durdurup, “Özlem, Noel Baba’yı nasıl buluyorsun?”, demişti. Birgülcüğüm de yıllar önce: “Özlem, evde az kullanılmış kelepir bir dedem var, işine yarar mı acaba?” diyerek dağıtmıştı beni. Bu kızlar beni hiç anlamıyorlar.

Wal-hasıl Susan Miller kafamı allak bullak etmeye devam ediyor. Nadiren bakarım ve her seferinde de on ikiden vurmuş olmasına akıl sır erdiremem. Hele hele Ocak ayı için verdiği tarihlerin saygı duruşuyla karşılanacak bir accuracy sunması beni ürkütmüştü. Bu sefer de kombinasyonlara şaşırdım. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız.

Dün okuldan ayrılmadan önce Mr. Mutluluk Hattı’nın ofisinde yarın ölecekmiş gibi güldük. Bana yıllar önce hareket eden bir trene nasıl bindiğini, daha doğrusu nasıl fırlatıldığını anlattı. Tam bir film karesi. O anlatınca ne kadar komik olduğunu hayal edersiniz tabii. (Bir de son günlerde pek güldüğümüz bir Mete Amca hikâyesi var. Mete Amca Mahmutpaşa derinliklerinde ilerlerken yolda kolunun altında iki karpuzla giden bir adama adres sorma gafletinde bulunur. Adam karpuzları yere indirir, kollarını havaya kaldırarak aynen şöyle der: “Ne bileyiiiim ben!” Birgün bir film yaparsam bu kareler girmeli.) Sonra Mr. Mutluluk Hattı ile tepemize inen karların altında deniz kenarında durup şöyle bir kar altında Boğaz’a baktık ve bir kez daha bu şehirde yaşadığımız için mutluluğa gark olduk.

MMH’nın verdiği Ratatouille filmiyle eve geldim. Tatları karıştırıp yemek yapmaya başlayarak insanların hayatını değiştiren bir fareciğin hikâyesi. İçinde geçen “Anyone can cook, but it does not mean that they should”, cümlesini son yaptığı (yapamadığı?) kek için kardeşime hediye ederek Jordi ve Chronis’in mutfak sanatını hatırlayıp kendilerine bir kez daha saygı duydum. Erkek dediğin mutfağın piri olacak anacııım. Sana da oturup yemek düşecek. “Kendine bir içki al”, durumu yani.

6 Nisan’a kadar inzivaya çekilir halimi sevsinler. Cumartesi günü beklenen kaz geliyor. Digor menşeli kaz, Serkan’ın annesinin ellerinden yenecek ve tüm lisanî Osmani sınıfı toplanıp sınırsız geyik yapacağız. Bir hafta görmesem özlüyorum cümlesini. Cuma akşamı yıllardır görmediğim sevgili Ahmetçiğimle Malt konserine gidip dağıtıyoruz mevcut âlemleri. Beni hayatta en çok güldüren ve her aklıma geldiğinde sınırsız güldüğüm bir programın 3 esas adamından biridir Ahmet: Tapon! Ahmet, Mehmet, Cenk (Cenk’in Erdem’siz hali. O zamanlar Bad-luck grubunun solisti idi) Bu üç çatlak bir araya gelip haftanın en rezil üç pop şarkısı üzerinden bir program yaparlardı ki duyduğum yerde bırakırdım makaraları! Cuma akşamı dans eder, hasret gideririz. Pazar günü de Tayfun’un (Ünlü) yeni evine davetliyim. Baba olmuş yine. (Türkiye'nin nüfusuna katkısına şapka çıkarmak istiyorum). Haftaya fiyakalı ve kahkahalı bir son demektir.

Yaz için biletim hazır. Walakin bu yaz Oran (Wahran) sahillerinde sınırsız dans edesim var. Cezayirli arkadaşların yazın Oran sahillerinde gecenin ve dansın bitmediğini öyle bir ballı anlatmışlardı ki … Bir Khaled şarkısı gibi .. Oran-Wahran…. Tutmayın, geliceeemm…” İslam Korkusu” kitabımı teslim edip kim kimden korkuyor göstermeye gideceğim Cezayir ellerine. Sebastian başka bir Khaled şarkısıyla hizmete devam ediyor: “Çay mı, kahve mi?” Moskatel şişesini getirebilir miyiz Sebastian?

3 Mart 2011

SAHİBİNDEN İHTİYAÇTAN

   Evet gençler, hepiniz sabah erkenden kalkıp benden kurtulmuş olmayı umarak bilgisayarınıza koştunuz ve bir de ne göresiniz, blog halının saçaklarına yapışmış, hayata kök salmış. Yok anacım öyle bedavadan benden kurtulmak. Daha çileniz dolmadı. Diyorum ki hazır kapatılmadan sahibinden ihtiyaçtan ilanıyla kurtulsam mı şu blog’dan. (Diyordum ki, kapatıvermişler şekerim) İyi para veren çıkacak olursa iki İspanya, bir Kolombiya yaparım, kalanları da komşunun tavernalarında yerim. Aslında “sahibinden uykusuzluktan” demeliydim. Tarifsiz bir enerji hâsıl oldu bana, artanını Avrupa’ya kakalamayı düşünüyorum.
   Bir para veren çıkar mı deyince, konu kendi kendine bağlanıverdi. Sevgili Nebi Hocam yüzdefterinde geçen gün hakkımda ballı sözler yazmış. Sergüzeşt kızının maceralarından bıkıp onu acilen birilerine kakalamak arzusunda olan bir babanın sesi vardı cümlelerde. Ben de dedim ki, “hocam, başlık parası isteyen, yanlışlıkla bir şeyler veren çıkacak olursa kırışırız Güney Amerika’ya kaçarız.” Velhasıl, Nebi Hoca bugün gelip son noktayı koydu: “Ne diyorsun! Drahoma isteyen çıkmasın, ona dua edelim!” Doğru söze ne hacet!
  Bugün Mr. Mutluluk Hattı ve Nebi Hoca enfes bir öğle yemeğinde çatlayana dek güldük. Sayısız hikâyeden biriyle yemeği kapayan Nebi Hoca’nın enfes bir dershane anlatısı oldu. Adını vermek istemediğim meşhur (lakin sonradan kapanan) dershanelerden birinde bir hoca sınav vermektedir. Çocuklar saçma sapan sorular sorarak adamı delirtirler. Adımızı nereye yazacağız? Soyadımızı yazacak mıyız? Numaramızı yazmasak olur mu?... Adamcağız sabır küpü formatında hepsine tek tek cevap verir. Son olarak gelen soruyla artık zıvanadan çıkar. Babamızın adını yazacak mıyız? Son cevabı da verir: Biliyorsanız yazın! Gülmekten boğulmak üzere olduğumuz andı işte bu. Olay gerçek. Bahsi geçen hoca da Törkiye şartlarında dershaneden atılmış. Ben olsam zam yapardım adama bu cevap için.   Osmanlıca hocamız bir gün bize “Çocuklar, geçen hafta 8 gün içmişim” demişti. Bu hafta baktım, ben de 8 gün kursa gitmişim. Salı günleri açılan açığı hemen sirtaki dersleriyle kapattım. Bugün de Arapça çıkışı bir sirtaki daha yaptım. Gece yarısı eve geldim, bir enerji bir enerji. Cuma günleri devam eden ileri sınıfa yetişmek için özel ders alırken hocayı da telef ettim. Bütün kötü enerjiyi dans salonunda bıraktım. Podi, zevgaria, kimata, playa, gonia, oh tepin tepin rahatladım vallahi. Hırsımı danstan çıkarırken zavallının kollarını bir hayli hırpaladım galiba. Bu arada Despina Vandi’nin şarkılarından birinin de benim için yazılmış olduğunu fark ettim şarkılara kulak kesilirken. (Pali vrika...)
  Arabiyye derslerimiz gittikçe şenleniyor. Haftaya sınıfa gitar çalan bir Arap gelecekmiş. Rüştü buna pek bozuldu. (Kendisi de gitar çalıyormuş, bu kadar sevinen olmamış) Neyse, gelecek olan zat-ı muhteremin Arapça şarkı repertuarı çok sağlammış. İşte sürpriz diye buna derim. (Çocuğun fushası kötü olduğu için geliyormuş derse, hakkında hayırlısı)… Neyse anacııım, on paket peçete aldım, istediğim şarkıları yazmaya başladım bile. Her ders bir tanesini sıkıştıracağım eline, tabak tabak gül de dökerim. Faudel’den “Tellement N’brick” , Amr Diab’tan ne var ne yok, cümlesi, ama özellikle “Ana Ayesh”, Cheb Mami’den “Layali”… Hey yavrum, şansa bak…
  Herkese emeği kadar olan rejim, herkese ihtiyacı kadar olan rejim, cart curt… Diyorum ki herkese verdiği sevgi kadar sevgi, şefkat vereceksin. Doğrusu bu. İhraç fazlasını saklayacaksın, vermeyeceksin namussuzlara. Kızlar şurası olarak toplandık, bütün erkeklerin kendi kendine yetebilen bir hayvanlar âlemi olduğuna kanaat getirdik. İki ayaklı hayvanat bahçeleri. Sadece kendilerini ve işlerini düşünen yaratıklar. Tek hücreli yaratıklar. (İki hücre ve üstü olunca kadın mekanizmasına giriyor doğrudan). Terliksi hayvanlar! Şuradan çıkan son karar.
   Dün sevgili Tayfun aradı. Ünlü grubunun beyni. Yeni albümleri geliyor. Aylardır görüşememiştik, sevindirici oldu. Camillo Pompelmo’yu dinlemeye gidecektik, dünya tatlısı babasının doğum günüymüş. İşte babasından ’96 yılında Pforzheim’da dinlediğim bir anı: “Tayfun darbukayla başladı. Eline geçirdiği yerde dağıtıyordu. Hiç unutmam bir tatil dönüşü Sirkeci’de mola vermiştik. Tayfun’u bıraktık. Bir geldik herkes toplanmış. Tayfun döktürüyor. Daha ilkokula yeni başlamıştı!” Eğlencelik anısı çoktur Ünlü’nün. Kitapta toparladıklarımdan bir tanesini sevgili arkadaşlarım Feritçiğim ve Asrıncığım’ı da ilgilendirdiği için burada paylaşıyor ve kendi kendimi imha ediyorum: “Grubun AF, Özlem Tekin ve Ahmet’le birlikte çıktı On The Rocks adlı Akdeniz turnesinde bir grup kız Tayfun’u çepeçevre sarıyor. “Siz Ünlü’sünüz, değil mi?” diye soruyorlar. Ta oralarda ünlü olduğunu fark eden Tayfun’un sevinçle verdiği “evet” cevabının arkasından gelenler hayli traji-komik: Öyleyse bizi AF’la tanıştırır mısınız?”
   Evimizde meskun "okupalar" olay mekanını terk edene kadar buradayız anacııımm... Beni özleyin :)