27 Nisan 2011

YİNE,YENİ, YENİDEN BEN!

Daha çok yan gelip yatardım da, bu hafta Su Ececiğimiz gelip “Hocam, ne zamandır yazmıyormuşsunuz. Annem söyledi”, deyince hemen klavyenin önüne oturdum. (Korkmayın, yazan klavye, müzikten uzak). Ne tatlı anneler var dünyada! (Bu sayfayı ona ithaf ediyorum). Benimki yazdığım kitaplardan gayri faaliyetlerime hiç pas vermiyor. Sonra da 90 yaşına merdiven dayayan Shakespeare hocam Ercümet Hoca’yla telefonda beni çekiştirip şöyle diyaloglara imza atıyorlar:




-İffet Hanım, Özlem’in son kitabını (Hoşça kal Milano) okudunuz mu?

-Evet, hiçbir şey anlamadım, ama okudum, Ercüment Bey.

-Ben de okudum, bir şey anlamadım. Siz de anlamayınca içim rahatladı.



-İffet Hanım, Özlem’in son kitabını (Sultan’ın Mutfağı) okudunuz mu?

-Ay, okudum. Ama bir şey anlamadım. Safi Osmanlıca.

-Ben de çaresiz okudum, İffet Hanım. Bize ithaf edince başka şansım olmadı.


Anlaşılmıyorum diye mi, yoksa ölünce anlaşılıp olmayan torunlarım zengin olacak diye mi sevinsem, bilemedim. Torun sahibi olma ihtimalinden fersahlarca uzaklaştığım şu saatlerde yanlışlıkla da olsa ölüp de anlaşılacak olursam hiç yoktan bir sürü torunumun ortaya çıkacağından hayli eminim.

Ercüment Hoca çok âlemdir. Her gün telefonda konuşuruz, ayda bir ziyaret ederim. Kutlanacak bir şey varsa şampanya içeriz. Yoksa kendi yapımı enfes votkadan ya da vişnovskiden verir. Dünyanın en ihtiyar ve en eğlenceli votka prodüktörü Shakespeare hocası odur. Annemi de arar telefonla, ona fıkralar anlatır. Fıkraları her daim taze ve gülmekten yere düşmeliktir. Size sevdiğim bir papaz fıkrasını anlatayım:

Efendim, papazın biri bisikletini kaybetmiş. Arkadaşına dert yanmış. Kendisi de papaz olan dostu “kolay bir yolu var”, demiş. “Pazar günü ayinde ‘çalmayacaksın’ maddesini biraz vurgulu söylersin, suçluyu halinden anlarsın”. Pazartesi günü arkadaşı, bizim papazı bisikletine binmiş yine neşe içinde görünce “sana demedim mi işe yarayacak,” diye gurur içinde gülümsemiş. “Yok”, demiş bizim papaz. “Daha oraya gelmeden ‘zina işlemeyeceksin’ maddesinde bisikleti nerede unuttuğumu hatırladım!”

Geçen hafta apansızın doçent oldum. “Doçum benim” diye sevilecek kıvama geldim. Hayatın ikinci kısmı başlıyor diye sevinirken bir de baktım ki eskisinden çok çalışır olmuşum. Lakin kutlamalar kırk gün kırk gece sürecek. Her bir hanede ayrı bir şampanya patlattık, yemekler yedik, sefalar sürdük, bu hafta sonu da bunu kızlarla hamamda dolmalar ve köftelerle kutlayacağız.

Harika bir ay geçirdim yokluğunuzda. Yepyeni yaşıma bastım, 24 oldum. Artık konserlere ve barlara girebileceğim. Övgücüğüm ve ailesi bana sürpriz domestik doğum günü partisi hazırlamışlar. Ahmet de gençliğimin Karga’sına götürdü beni. (Bu arada Ahmet’i Hollywood’a gönderdik, artist olacak diye umuyorduk ki ne olması gerektiğini unutmuş, depresif olmuş oralarda.) Kızlar ve Mr. Mutluluk Hattı da bir hafta süresince şımarttılar beni.

Doçentlik kutlamalarının birini de semtimizin Beer-Port’unda yaptık. (Bildiğiniz üzere oranın müdavimi olduğumuzdan beri mekânın adı Bear-Port olarak değiştirildi.) Bengü, Mercan, bebişleri, (Ben son şans olarak daha bir yaşında bile olmayan Derin’in büyümesini beklemeye karar verdim. Onu istediğim gibi bir şövalye yapacağım) ve Serkan Bavyeralılar gibi biralarla şenlendik. Bu esnada Serkan “Arkadaşlara rezil ettin beni! Bir tarihçi arkadaşım çıktı, izleyin dedim, sen ne yaptın???” diyerek benim o programda ne yaptığımı tarihe kaydetti. Birkaç gün sonra Ekşisözlük’te şu görüntüyü bulunca haklı olarak kendisinden biraz şüphelendim tabii. Nasıl?

Ege turnesine çıktım. Rüya gibi bir dört gün geçirdim. Uşak-Ciepo’da sürprizlerin şövalyesi Sadettin Hoca’yla karşılaştım. Geçen sene Van’da baklava istediğimi duymuş bir tepsi baklava almıştı. Yedi kişilik arabasına yetmiş kişi doluşup göl kenarında bir çardakta eğlenceli sohbetlere dalmıştık. Önde Züzücüğümle kucağımızda baklava tepsisiyle gecenin içinde ne tatlı gitmiştik. (Kediye ciğer de emanet edilmezdi ama! Zaten benim yolda elimde tepsiyle “ben şu köşede inecektim” çağrılarıma hiç cevap vermedi.) Bu sefer de kan kardeşi savcı arkadaşıyla güzel bir sürpriz yaptılar, insanı zaman tüneline sokan bir konakta enfes bir akşam yemeği yedik. Böyle güzel insanın böyle güzel dostu olur tabii. Bizi gecenin üçünde üşenmeden Göğem köyündeki şehitliğe götürdü. Yunan orduları başkomutanı Trikopis’i ve maiyetini esir alan Ahmet Çavuş’u andık. (Ertesi gün ordunun çekildiği yoldan İzmir’e giderken onu düşündüm.) Sonra da bana her nedense o saatte Titicaca gölünü çağrıştıran gölete gittik. Reçine kokusu, ay, sis… Bir film karesi gibiydi.

Sadettin Hoca ve arkadaşının ancak aksiyon filmlerinde olabilecek anılarını kahkahayla dinledim. Geçen yıl Van’da vuku bulan şenliği kaçırdığıma da pek bir üzüldüm. Sadettin Hoca her zamanki nezaketiyle Japon tarihçi Shigeru Kakumoto’yu karşılamaya gitmiş havaalanına. Malum Japon adı! Mr. mı yazsınlar Mrs. mi bilememişler doğal olarak. Ne yazmışlar beğenirsiniz? “Dear Kakumoto”! Daha çok Ciepo olsun, Sadettin Hoca’yı daha sık görelim! Hayatımızın rengi.

İskender Pala’nın Uşak’ta, kahve molasında anlattığı bir fıkrayı pek beğendim:

Temel lambadan çıkan bir cinden otoyol istemiş. Cin mırın kırın etmiş. Buradan Chicaco’ya kadar otoyol! Çok masraf, zahmet bir o kadar da zaman. “Başka bir şey iste”, demiş. Temel “Kadınları anlamak istiyorum”, deyince cin atlamış: “Senin otoyol kaç şeritli olsun?”

Eski bir han olan enfes bir otelden, palmiyeli deniz kenarı oteline! 4-5 yıldızlı otellerini tek sevdiğim şehir İzmir’dir. Denize ayakları değer otellerin, şehrin orta yerindedir, gökyüzünde asılı camdan bir fanusta kahvaltı yaparsınız. Bayılırım! Konak Belediyesi’nin edebiyat festivalinde konuşmaya gelmiştim, meğer Namık (Kuyumcu) bir yıldız geçidi hazırlamış! Tüm enfes kalemler toplanmış! Tahsin Yücel, Muzaffer İzgü, Demir Özlü, Mıgırdıç Margosyan, kimler kimler… (Bir kutlama da Namık’tan geldi. Doçentliği 70lerin müzikleriyle kutladık. Bayılana kadar gezdirdi sağ olsun, çatlayana kadar dans ettik) Ve benim için esas sürpriz: Latife Tekin. Onun Gümüşlük Akademisi’ni mutlaka takip edin, destek çıkın. Türbanla ilgili bir yazısını da Başakçığım (Büyükçelen) yolladı. Alnından öpesim geldi bir kez daha. Kölesi olayım ben bu kadının, kamplarında bulaşık yıkayayım.

Doğan Kitap kadrosu da İzmir’deydi. İstanbul’da görüşemedik, Kordon’un enfes restoranlarına kısmetmiş. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük dışı güzel, içi güzel kızlarla! Yılların hediye o günü beklemiş gibi Nazlı Eray da vardı masamızda. İlk gençliğimin, son gençliğimin, her demimin yazarı, ruhum Nazlı Eray. Onu okuya okuya yazmaya başladım ben. Onun gezgin ruhunda kendimi buldum. Onun ekolündenim. Soracak öyle çok sorum vardı ki, heyecandan soramadım çoğunu. Bütün gece bir masal dinler gibi hikâyelerini dinledim. Baktığı bütün fallar çıkan biricik yazarım İstanbul’a gelince bana da fal bakacağına söz verdi. İsimleri takır takır söyleyip insanı nasıl şaşkına çevirdiğini anlattı sevgili Necla bütün gece. İtalyan isimlerine konsantre oluyorum… Oooommm… Şöyle güzel bir Nando filan çıksın canım yazarım…

Real Madrid’in kraliyet kupasını gezdirirken arabadan düşürüp bir de üzerinden geçtiğine şahit olduktan sonra meslekten de soğudum. Hispanistlikten istifa edeceğim. Nedir bu Portekizlilerin İspanyollardan çektikleri! Mourinho, bırak bu âlemleri, gel evinin teknik direktörü ol!

Bu arada bizim evden Savarona görünüyormuş. (Biraz koltuğa çıkmak gerekiyor, ama zahmete değer). Tam karşıya park etmişler. Zavallı yaşayan tarihi de o biçim lekelediler. Unutmak için bakmıyorum. (Koltuğa çıkmamak yeterli oluyor).

Annem kendi kendine James Bond’luk oynamaya devam ediyor. (Kumrular, İffet Kumrular). Hafiyelik yapacağım diye kardeşimin origami penguenini bozmuş. İçinden çıkan Küçük İskender şiirini de ona yazılan bir aşk mektubu sanmış. Ayıkla pirincin taşını. Şimdilik kardeşimin origami penguenleri hayatımı kurtarıyor. Salonun göbeğindeki turuncu sandığı bir kaldıracak olsa içinden sayma sayılarıyla sayılamayacak kadar çok çeşitli dillerde renk renk, desen desen aşk mektubu çıkarsa işte ben onları anneme Küçük İskender’in şiirleri diye nah kakalarım. (Bu arada geçen sene açılmamış iki mektup bulup şok geçirmiştim. Bu mektuplara sonra dönüp, sizi şenlendireceğim.) Annem, evde canı sıkılan eski bir MİT ajanı gibi çalışıyor wallahi. Yakında babamın pijamalarını saklayıp, “İsmail, son olarak nerede gördün? Düşmanı var mıydı?” gibi sorularla tarihe geçecek.

Kutlamalar dâhilinde Almanca hocamın evinde balıklar ve haşerat-ı bahriye ile mest olduk. Bilinen dünyanın en harika rektörü büyüğümüz de tatlı eşiyle geldi. Dünyanın en tatlı hikâyeleriyle bize masal gibi anlar yaşattılar. Sayısız eğlenceli anı ve hikâye arasında İtalyanlara dair pek sevdiğim bir haber de vardı: Napoli limanına bir Amerikan kruvazörü yanaşır. Sis vardır. Sabah sis kalktığında geminin yerinde yeller estiği görülür. İtalyanım gemiyi çalmıştır! Nasıl?

Yine kutlamalar çerçevesinde dün gece Yunanca hocam Niça ve Antoş’un resim gibi sofrasına oturup, post-paskalya yemeği yedik. Yunanca, Portekizce ve Arapça yoldaşım canım arkadaşım Eyüp sayısız Rum mezesiyle dolu masada fenalık geçirip karısını aradı. “Kızım, ben bu masada sadece pilaki ve karidesi tanıyorum! Bundan sonra köfte-pilav yok!” diye bastı kahkahayı. Uzolar, şaraplar, ev yapımı taramalarla bayağı bir şenlendik. Öyle bir yemişim ki, sonunda kibarım Eyübüm: “Hocam, bu kız ben yokken de mi geliyor, ben utanıyorum, bu çok rahat yiyor,” diyerek geceye son noktayı koydu. Ben o esnada tarçınlı sarmaları saymadan tıkıyordum ağzıma. Sonra Hronis’in çektiği ve Eyüp’le Niça’nın en az 15 dakika göründüğü bir belgeseli izleyip kahkaha komasına girdik. (Hronis’ten kurtuldum, filmlerinden kurtulamadım anacımmm. Nedir bu eski sevgililerimden çektiğim.) Haftada bir neşemiz yerine gelsin, kahkaha stoku yapalım diye Niça’yla Yunanca metin okumalarına başlamaya karar verdik. Bu arada Aristoles Üniversitesi’ndeki hocamın sınıfa girip Yunanca’yla ilgili yaptığı yorumu hatırladım çaresiz. (Hani şu falan dil ilk şu kadar yıl zor, sonra kolay geyikleri üzerine) : Yunanca ilk yüz yıl zor, sonra kolay!

Yunanca demişken, Yorgo Amcam geldi. Paskalya öncesi ayine katıldım onunla Kuzguncuk’ta. Ve bilin bakalım despotisle yapılan bu renkli ayindeki birkaç papazdan biri kimdi? Biricik etimoloji pirimiz Yannimiz! Tanrım, yakışıklı ve kültürlü erkeklerin papaz olmasını yasaklayan bir kanun çıksın n’olur!

Geçenlerde History of Food dersimde not almayan bir öğrenciye “evladım, niye yazmıyorsun”, deyince ne dese beğenirsiniz? “Hocam, şaşırmaktan yazamıyorum!”…

Neyse, eylemlerim daha sık devam edecek. Beni de beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacııımmm…