30 Haziran 2011

ARRRRIIIIBAAA ESPAÑAAAAA….

  Evveeettt… (Torkis klavyenin yoklugunda boyle idare edivereceksiniz gari.) Dort gundur uzerimizden cikarmadigimiz geceliklerimizle Salamanca’da agaclar ve cicekler icinde kocaman bir evde kamp halindeyiz. Ana’nin evini tam anlamiyla istila seklindeyim. Kardesimin medikal terimleriyle “metastaz yoluyla invaze” etmis bulunuyorum. Evi Ana’nin deyimiyle “kaynananin gordugu kadar” temizleyip yan gelip yatiyoruz. Dun nasil olsa kimsecikler tanimiyor diye cop atmaya geceligimle gidip de 39 derece sicakta cumle Ispanyol evine kapanmisken cop basindaki yegane zata “ayyy, bu organikleri hangi kutuya atiyoruz aciba?” deyince, adam da tanidik cikinca, artik kiyafet devrimi yapmam beklenirdi. (Bu da ancak benim basima gelir, her zamanki gibi). Ama hayir! Kuzenimin komik yari-kirmizi saclarla sokaga cikip “bu benim degil, onlarin sorunu” demesi gibi. (Ana ve baba tarafindan dunyanin en eglenceli ve hayati seven sulalesine sahip oldugumu iddia edebilirim).
     Dunyanin en gayriresmi ulkesidir Ispanya. Ayak bastiginiz anda kendinizi aile icinde hissedersiniz. Informasyon burosundaki zatla sohbete dalip onunla cebinizdeki badem ezmelerini paylasacaginiz enfes topraklardir bunlar! Herkesle yuzyillardir tanisiyormussunuz hissi baska hic bir galakside bu denli canli olamaz. Sonra elimde koca bavullarla 1. terminale giden minubuse bindim.(Madrid’de artik dort adet terminal var ve bunlarin arasinda telef garantili yolculuklar yapmak zorunda kaliyorsunuz) Adamcagizin biri elindeki sayisiz bavulu, cocuk arabasini, cocuk cantasini bir kenara yigmaya basladi ve ona saskinlikla bakan kiza donup: “Sende aile yok galiba?” diye kahkahayi basti. Uzaktan duruma sahit olarak ben de bir kahkaha koparinca bana donup “Bak, su arkadasin deneyimi var galiba”, demez mi? “Sukurler olsun ki yok”demekle yetindim.(Bende cocuk olsa onu supermarkette unuturum ki!) Ispanyol ellerinde 3 dakikalik minibuste bile hic tanimadiginiz insanlarla iyi vakit gecirirsiniz.
    Cennetten yeryuzunu senlendirmek icin gonderildiginden hic bir zaman suphe etmedigim, hayatta bana en yakin olan bir iki insandan biri olan Ana’yla kocaman bir iki hafta gecirecegim. Ana “Askin Bes Hali” romanim basta olmak uzere son on bir yildir yazdigim romanlarin kahramani. Yeryuzunde yaptigim ve kimseciklerin bilmedigi sayisiz cilginligin sahidi. Kendisi benden iki beden buyuk bir cilgin. Ona dun siestada “olmeden once anilarimizi yazalim n’olur” dedim. “Haklisin”, dedi, “oldukten sonra cok zor olabilir!”
  Ana, Salamanca Universitesi tarih bolumunun birinci dereceden catlak hocasi. Diger maceralarini bir gun bir romanda anlatacagim -izniyle tabii-, ama seviyeyi gormeniz acisindan su anisini anlatmam lazim. Subat son tum Ispanya’da karnaval kutlanir. Salamanca ogrenci sehri oldugu icin apayri guzel gecer. Yediden yetmise cumle sakinler kilik degistirip dolasirlar, hem de gece gunduz. Bir film karesi gibi olur. Bu kiliklar arasinda en cok tuttugum geceleri rahibe elbileriyle calisan barmenlerdir. (Sirtlarini donduklerinde o kapkara rahibe elbisesi arkasindaki koca delikten plastikten komik popolari gorununce manzarayi varin siz hayal edin!) Velhasil, benim cilgin arkadasim bu gunlerden birinde kocaman kulaklariyla tavsan kiligina girip butun gece eglenir ve sabahin sekizinde dersi oldugunu farkedince derse o kilikta gider!(Ogrenciler buna sasirir mi? Hayir!) Ben de boyle hocalar istiyorum hayatimda!
      Bu aksam tez hocami gorecegim. Jóse Luis. Komunist mitinglerde hep en onde olup “al senado” (senatoya) cigliklari attigi icin universite camiasinda “Pepe al Senado”olarak taniniyor. (Pepe, Jóse adinin sevimli versiyonu). Ona cok sey borcluyum. Beni yuzlerce kilometre uzaktaki arsivlere goturmus, belgeleri tanitmis, her derdimle tek tek ugrasmistir. (Var mi boyle Turk tez hocasi? Varsa beri gelsin.) Sakinlikte sinir tanimaz. Iste anekdot: Bir gun diger bir catlak doktora sinif arkadasim (seviyorum ulan bu Ispanyollari!) Noemi, derste en on sirada oturup ders dinlerken bir taraftan da sira altindan sevgilisine kazak ormektedir. Yumagi yere duser. Jose Luis dersi anlatmayi kesmeden yumagi alir, Noemi’ye verir! Simdi bir de ayni olayin benim sinifimda oldugunu hayal edelim. Oh, no! O zavalli yumagin gidecegi yeri hayal etmek bile istemiyorum!!!
   Ana 54 yasinda…Hayatta tanidigim en kacik kadin. Hastasiyim. 2004 yilinda kocasindan ayrildiginda depresyona girmesin diye 3 haftaligina yanima gelmisti. O uc haftada oyle bir eglenmistik ki, Ana’nin girmedigi depresyon pakedi acilmadan Vicente’ye kullanmasi icin yollanmisti. Rodos’u ve memleketin guney sahillerini karistirmis, oralara bir daha ayak basamayacak seviyede eglenmistik. Ana bir daha evlenmedi dogal olarak J
    Kuzey sahillerinden arkadaslarimiz geldi. Tam bir cadaloz kizlar klubu olduk. Hayatimin en guzel surprizlerini yapan kizlardan hepsi… Portekiz’e giderken  Santander’e onlari ziyarete ugramistim. Ertesi sabah yola devam etmek uzere bir tren biletim vardi. Sabah kalktigimda tren biletinin ucak bileti oluverdigini ve bas ucumda durdugunu gormustum! Hayatimin en guzel surprizlerini hep Ispanyol dostlarim yapti. Onlarla yarisabilecek bir insan evladi cikmadi henuz! Ama ben umudumu yitirmedim.
   Komsu kizlar beni babalarinin koy evine (malikanesine?) goturduler gecen gun. Meshur Ribera del Duero saraplarinin topraklarinda kucuk bir seyahat yaptik.Bahcede asma kokleriyle yanan ateste “lechazo de leche” (bir kac aylik zavalli kuzucugun eti) yapti bas-asbaz Pepe Amca. Sonra siestaya yattik, kalkinca da sapkalarimizi takip dogru kiraz bahcesine! Ruya gibi bir gundu. Baska bir gun Salamanca’nin civar koylerini gezdik. Bazilarini dorduncu, besinci defa gordum… Kiraz agaclarina saldirip kiraz dallarini hafiflettik biraz. Dag mantarlari yedik. Nehirler, daglar, vadiler arasinda gezdik. Tatil denen seyin kelime anlamini hatirlar gibi oldum!
    Gecen aksam meydandaki kafelerden birinde universiteden baska bir cilgin prof olan Robert’le “horchata” ictik. Robert hayati kucuk bir cocuk gibi yasayan bir Fransiz. Asik olasi gelmis. Butun aksam Ana ile ona uygun bir sevgili bulmaya calistik, dolayisiyle pek eglendik. Aklimdaki butun kiz nufusu onun beklentilerini karsilamaya yetmedi, elmanin sapi, armudun copu. Insanlarin asktan anladiklari seyin ne kadar farkli oldugunu anlayarak sasakaliyorum her seferinde… Kendini serbest dusus birakmadiktan sonra ask, ask midir? Ask insani kendisi goturmeli… O bilir nereye goturecegini!
    Ana Harvard’da yapilan bir arastirmaya gore 7 farkli cesit zeka oldugunu, bende bunlarin ayri ayri hepsinin bulundugunu iddia etti. Bunun uzerine restoranin orta yerinde bol volumlu bir sesle araliksiz gulmek zorunda kaldim. Mantik kurallari cercevesinde anlasilan su: oyle bir zeka varsa neden simdiye dek hicbir faydasini gormedim? Buradan Harvardli hocalara soruyorum. Nedeeeeeen? (Bunlarin altisi gerizeka cesitleri mi acaba?)
    Ulkenin kaynaklarini dort gunde supurdum, anaciiim. Gargantua ve Pantagruel gelse hallerinden utanirlar. Oblomovlar gibi yasayip, Pantagruel gibi yiyorum. Yemek aleminde yasayan efsaneyim. Ana’nin sevgilisi birinci sinif bir asbaz.  Ev onun ev yapimi nefasetleriyle dolu.(-idi). Hepsini yedim, kavanozlarini siyirdim.  Hocamiz gormuyorken bol bol tikindim. Sabah kahvaltisinda yediklerimize bir inanan cikar mi acaba? Kaz cigeri patesi, bademli hurma ekmegi, ayva tatlisi, pofuduk poncikler… Ogle yemegi oncesi bira, elma sampanyasi, Allah ne verdiyse! Oglen yediklerimizden baygin dustugumuz icin genelde ne yedigimizi hatirlayamiyoruz. Ozledigim her seye saldiriyorum. “Tinto de verano” (yaz kirmizisi, ne tatli degil mi?) nam kirmizi sarap ve gazoz karisimi favorim su aralar.
        Gecen aksam Ana’yi universite cikisi alacaktim.  Saatim bozulmus ve ben yarim saat gecikmisim (yoksa bir yere gecikmem vaki degildir ve bu konuda insani hatalari da asla affetmem). Ana panik olmus.(Asla gecikmedigimi bildigi icin, beni kacirdilar zannetmis!) Fakulte sekreteryasi, universite guvenligi, universite kantini ve bahceye tasan kafedeki herkese beni sormus. Az kalsin polise gidiyormus. (Ne bilsin, tehlikede olan ben degilim, Ispanyol nufusu, cekecekleri var dirdirimdan!) Neyse, sonra universite bahcesindeki cumle ahaliye tek tek “buradan gecen kizil sacli, kirmizi rujlu, mini etekli, topuklu ayakkabili bir Turk gordunuz mu?” diye sormus. Cevap olarak sunu almis: “Oyle bir sey gecseydi kesinlikle gorurduk!”. Hal boyle olunca ve ben rotarli bir sekilde gelince tarifsiz bir kalabaligin bana baktigini gorup sasirdim. Butun hafta posterlerim orada dursaydi boyle meshur olamazdim, anaciiim. Bazilari komiklik olsun diye alkisladi (bence hic komik olmadi).  Istemsizce ve bedavadan meshur oldum durduk yere. Sonra Ana “bir bak etrafa, senin gibi giyinen var mi?” dedi. Bir baktim ki gercekten de yok. Wa-lakin, su uc gucluk dunyada oldugum gibi giyinemeyeceksem, giyindigim gibi olmaya baslarim, bu da cok tehlikeli.
    Komsu kizlarla birlikte alti hatun dun gece recel yapmak icin kasa kasa kiraz cekirdegi ayikladik. Alti kizin bir araya geldigi yerde erkekleri Hades’e sokup cikarmaktan dogal ne olabilirdi ki? Vardigimiz genel sonuc: Akilsiz erkekler kendilerini “cooool” sanip ustumuze dusmedikleri zaman, onlar olanca salakliklariyla “cooool” taklidi yaparken pesimizden ayrilmayip her saniyelerini bize ayiran diger erkeklere kaciyoruz. Erkek faunasi, sovalye romanslarinin bin yil sonra hala gecerli oldugunun farkinda degil. Sovalye dedigin elinde kilici ile gelir ve kaleyi fetheder. Ama yuzyilin erkeklerinin acikli bir cogunlugu kendini kadin zannettigi icin durumu bir turlu kavrayamiyor. Sonra da neden ask yok diyorlar? Bundan yok iste, a benim galaksimin salak erkekleri! Askinizin pesinden kosacaksiniz, kilicinizi alip sevdiginiz kadini alip geleceksiniz! Sovalye romanslari yazarlari o rolu sizlere vereli bin yil oluyor, sizde hala akil denen sey uykuda. Altimiz da ayni kanaatteysek, toptan yaniliyor olamayiz, di mi anaciiiim?
    Kizlar bana yeni bir isim buldular. “Viento” (Ruzgar). Yeni adima bayildim dogrusu!
    Charo emniyet kemerinden hic hoslanmiyor. Bu da bana Italyanlarin enfes formulunu hatirlatti: Emniyet kemeri resimli tisortler! Anaciiim, bu Italyanlarin numaralariyla bas edecek bir Latin halki daha ciksa da biraz nefes alsak ayol.
    Yarin Portekiz’e yesil sarap almaya gidecegiz. Salamanca’dan bir saatlik yol. Yesil sarap koruktan yapilan harika bir sarap. Bir cesit beyaz sarap aslinda, ama sanirim cumle sarap icinde favorim o. Haydi see you anaciiimmm...

22 Haziran 2011

İÇİYORUM HER GECE, HER GECE BAŞKA BİR İŞKENCE…

İçiyorum, çünkü:




-Ben içmeyeyim de, kimler içsin!

-Bugünün içkisini yarına bırakmıyorum.

-Bugün içtim içtim, yarın içemeyebilirim, maksat stok sağlam olsun.

-Daha iyi bir geçici amnesi yolu biliyorsanız söyleyin, içmeyeyim.

-Hayatımda ilk defa Amerikalı milletvekillerine eşlik edesim geldi.



Evet, yeis içinde olmamızda bir beis yoksa öyleyiz. 12 yıldır ailem olan üniversitemin terasında seçim sonuçlarını birlikte değerlendirmek için bir yemekte toplandık. Birkaç hoca, Amerikalı congressman’ler, konsoloslar, aralarında eski bakanlar bile olan bir gruptuk. Ben Aytekin Bey’den tüyoyu aldığım için CHP’nin %26’ya çıkacağını biliyordum, lakin % 50 şoku bünyeme iyi gelmedi. Bu esnada elinde kadehle kürsüye çıkan ABD’li congressman’lerden biri “sizin seçim süresinde alkol yasakmış” diyerek “şerefinize içiyorum” diye konuya girdi. Hal böyle olunca, zaten acılar içinde olan ben az kalsın şarap kadehinde balık oluyormuşum. Tayyip balkona çıkana kadar dayandım bu çileye. Sonra aklıma birkaç yıl önce Bursa’da çöken düğün balkonu geldi. Hani düğün eşrafından 10 kişi telef olmuştu ya… Haydi anacımm,” fingers crossed” dedim, ama ondan da bir iş çıkmadı. Küfürlerimi içimde saklayamamaya başlayınca kredibilitem yerle bir olmasın diye hafiften kendimi yola verdim.

Koca bir haftayı yine erozyon gibi yaşadım. Bir salisesi boş geçmemiş. Geçen cumartesi biricik arkadaşım Bahar’ı evlendirdik. Benim adımı da ayakkabısının altına yazma gafletinde bulunduk, hatta yazı silindi bile! (Hafazan Allah!) Pendik Marina’da enfes bir gün geçirdik, sınırsız hudutsuz güldük eğlendik. Şirin’in navigasyon cihazlı arabasıyla dönerken arka saflarda darma duman olduk. Dil seçeneklerinde Temel de vardı ve biz “100 metre sonra sağa dön uşağum”, “uy, bağlantı koptu da” komutlarıyla Beşiktaş-Pendik, gittik geldik, pek eğlendik. Beni evermeye meraklı dostlar için ben de imzayı basacağıma söz verdim. Planım şu: Nikâh töreninde paraları ve altınları alıyorum, sonra nikâh memuru geliyor. Yakışıklı imzayı basıyor, sıra bana gelince nikâh memuru bana bir kitabımı çıkarıyor, ben de onu imzalıyor ve ağırlığımca altınla Atatürk Havalimanı’na gidip ilk Brezilya uçağına biliyorum. Nasıl? Bunu daha önceden de düşünmüştük. Eski ofis arkadaşım tiyatro piri Serkan da nikâh memuru olacaktı. Ne biçim eğlenirdik ama! (Sonra da köşe başında çil çil altınları paylaşacaktık pek tabii!)

Pazar günü Vatan Kitap’ın geleneksel Dilek Pastanesi kahvaltısı vardı. Pek tatlı sohbet oldu. Tarih romanlarında tek geçtiğim biricik hocam Hakan Erdem (Kitab-ı Duvduvani, Unamastica alla turca, Zaman çöktü ve okurken gerçekten gülmekten sandalyeden düştüğüm Tarih-Lenk’i anmak boynumun borcu), Doğan Kitap’tan sevgili Vahit ve sevgili Tuna Kiremitçi ile köşeye konuşlandık. Hakan Hoca’dan “mağaza” kelimesinin kökenini öğrendim. Ben Yunanca “magazi”den geldiğini biliyordum, meğer “magazi” de Arapça mahzen’den geliyormuş… Tuna’yla pek derin bir Balkan sohbetine daldık. Onun da bizim topraklardan olduğunu bilmiyordum. İkimizin de derste aynı filmi göstermesine biraz şaşmadım değil. (Mediterraneo). Dünyanın dört bir yanından arkadaşlarımdan topladığım özel ve güzel yemek tariflerinden oluşacak “Biz yedik, ölmedik” adlı yemek kitabım için güzel bir Balkan tarifi vermeye söz verdi. Sonra da Buket’i kıramayıp ona güzel bir fal bakınca (“Falında ebru çıkmış”) yemek tarifi, fal derken “açılım üstüne açılım” olduğuna kanaat getirdi. Bir Selanikli olarak “Selanik’te Sonbahar” kitabını görünce pek sevinmiştim, hemen bir tane edindim. En kısa zamanda siz gençlerle paylaşacağım.

Bu arada hocamızın doğum gününü de kutladık. Havuzbaşı’nda, çimenler üzerinde, manolyalar altında harika bir kır meyhanesinde. Kendisini rakıya boğduk. (Boğma rakı).

Babam bizdeydi malum. Hal böyle olunca üç aydır biriken ütülerimden eser kalmadı. Duruma inanamayan Yücel Hoca, Perşembe günleri temizliğe ve ütüye gelen kadına “Size baba diyebilir miyim?” demeye karar verdiğini beyan etti.

Perşembe günü sevgili Buket Uzuner’le buluştuk. Nazlı Eray ve o! Beni bu yazma belasına gark ederek, siz saf okurun bana maruz kalmasına sebep olan iki kişi! Okumadığım topu topu bir iki kitabı kalmıştır sanırım. Son olarak “Yolda”sını okumuş ve pek beğenmiştim. Pek güzel bir kitap çalışması içinde, azimle bekleyin anacııım… Gün batımı Kadıköy’de iskelenin üzerinde Deniz Yıldızı’nda buluştuk. Eski adı daha güzeldi, Denizatı… (Yani en azından erkeği doğuran tek yaratık olarak favorimizdi bu denizatı… Ama Yücel hocamızın da dediği gibi, “Müslümana lazım değil” ) Sevgili Buket Uzuner NTV yayınlarından çıkan zaman algısı üzerine güzel bir kitap okuyormuş bu aralar. Hayatımız ilerledikçe, zamanın neden daha çabuk geçtiğini bilimsel olarak anlatıyormuş. Aylar, yıllar geçtikçe neden aynı zaman diliminde daha az iş yapabildiğimizi açıklıyormuş. Ne yapıyoruz? Kırışıklıkları çekiştirerek olay mahallinde ince ince uzaklaşıyoruz.

Bu arada fakülteden bir tatlı kızımızı daha kaybettik aynı hafta. Meltem’i Amerikalı bir doktora verdik, sonra da gidip düğününde bir güzel oynadık. Meltem prenses gibiydi. Ve biz öyle bir coştuk ki bir ara “Hah Meltem pabucuyarım, Jonathan şu an ufaktan sızıp sırra kadem basmazsa sonsuza kadar senin” demek zorunda kaldım. Meltem’in kardeşi bu hezeyanlı dans anında boydan boya yere yığıldı. Zor kaldırdık. Meltem her zamanki soğukkanlılığıyla aksi istikamete doğru dans ederek durumu tek kelimeyle özetledi: “Tanımıyorum!” Bir yerde Jonathan’ı da roman havası öğretirken bir resmimiz çıkarsa ben de tam olarak bu repliği kullanmayı düşünüyorum.

Meltem’le ne güzel anılarımız vardır, tam romanlık. Terk edilmiş, surları olmayan majestik bir İtalyan şehrinin sokaklarında zemheri bir kış gecesi eski bir şatoyu andıran taş bir evden gelen müziği takip ederek bir ev partisinin içine düşmüştük. Aynı kliplerdeki gibi bir andı. (Ancak benim başıma gelen durumlardan biriydi anlayacağınız). Herkes çılgın gibi dans ederken ben de hantal bir Alman kıza bütün gece hulahop çevirmeyi öğretmiş, tünelin dibinde umut ışığı göremeyince saatlerce tek başıma salonun ortasında çevirmiştim. Çok alkış almıştım. Tüm askıntı İtalyanları tek bir hareketle şah-mat edip oradan sıvışmıştık.

Hafta sonunun en güzel anısı Maşukiye yakınlarında Meşelik Parkı’nda yaptığımız çılgın piknikti. Arif Hocam sağ olsun, canımın içi Sakarya tarih tayfasını topladı. Güzel yaşamın tek adresi. Yedik, içtik, güzelleştik. Dev karpuzların eski belgelerde “mankafa karpuzu” olarak geçtiğini öğrendik Arif Hoca’dan. Yemek tarihçileriyle yemeğe oturmak gibisi yok. Sonra da pek eğlenceli bir fotoğraf çekme faaliyetine giriştik. Favori fotoğraf erbabımız Oğuzhan Edman eldeki malzemeden (bendenizden) harikalar yarattı. (Diğer fotoları için bknz: www.oguzhanedman.com) Burak, Serkan ve erbabımızla Kırkpınar sahillerinde neşeli dakikalar geçirdik. Bu Anglosaksonların atalarına da güvenmesek de “a picture is worth a thousand words” diyor ve size zuladan bir iki örnek sunuyoruz.

Ancak benim başıma gelebilecek bir şey daha oldu. Elektrikler kesilince ben de karanlıktan da biraz tırsarak kendimi mahallemizde yeni açılan, denize nazır kitapçı-kafeye attım. Elimde gözlüğüm içeri girer girmez makineli tüfek gibi konuşmaya başladım. “Ay, anacım, evde ışıklar kesildi, siz de jeneratör var mı? Aa, yok mu? O zaman sizin ışıklar nasıl yanıyor? Ohh, mis gibi, kahve de mi var sizde? Pek güzelmiş raflar.” Mekânın sahibi beni şaşkınlıkla dinledi, sonra bir bilgisayarın başına geçtim. Sonra da gözlüğü takınca şöyle komik bir diyalog yaşandı:

“Aaaa? Burak! İnanamıyorum! Sen misin? (Burak benim ilkokul arkadaşım)

“Evet.” (Onu tüm sakinliğimle kafaya aldığımı sanmış, nereden bilsin kıdemli miyop olduğumu)

“Niye söylemedin de, iki saattir konuşturuyorsun beni?” (Neyi söylesin çocuk? Hafif üşütük olduğumdan bunu normal sandığını mı, yoksa evde sıkılan yaşlı karılar hızında bir saniyede yüz kelimeyi yan yana getirmek gibi tanrı vergisi bir kabiliyetle zavallıyı bayıltayazdığımı mı?

“Ben de şaka yapıyorsun sandım”. (İç ses: Yok, anacım, sanmadım, ne sanayım. Sen ilkokuldayken de böyle üşütüktün Özlem insanı!)“Ama zaman zaman buradan geçtiğini görüyorum”. (İç ses: Sohbeti çevirmezsem bayağı çıkmaza girecek diyalog.)

“Aa, görüyorsun da niye durdurmuyorsun?”

“Seni mi? Nasıl?” (İşte bu replik beni ta ilkokulda çözdüğünü gösteriyor)

O zaman şöyle bir Kubilay Peynircioğlu repliğiyle kapatalım bu diyalogu! Biri beni durdursun artık canım…

Burak’ın kafesine bayıldım. (Bu arada kendisinin de çok konuşulan “Kod Adı Sıfır” nam güzel bir kitabı vardır.) İtalya’da hissettim kendimi. Çılgın çay karışımları yapmış, isimler koymuş onlara. Benim için seçtiğini gösterdi: “Deli”! rahatlatıcı otlardan yapılmış, her türlü deliyi sakinleştiren bir çaymış. Anaccııım, ben o çayı içerim de, ammman çaya bir şey olmasın sonra maaazalllah.

Adı Serkan olan dört arkadaşım var, dördü de birbirinden çatlak. Hepsiyle de yan yana gelince sınırsız gülme sinerjisi yaratıyoruz. Çocuğum olursa adını Serkan koyacağım, komiklik garantili olsun. Şaşma payı sıfır! Serkan İspanya’ya gideceğimi duyunca bana şu mesajı göndermekle kalmamış, oturmuş şu çılgın görselleri hazırlamış: “İspanya hazır mı sana? Zaten karışmış oralar televizyon aletinden izlediğim kadarıyla. Özlem gelirse ülkenin kaynaklarını sömürür, zaten açız, istemiyoruz Özlem'i diye dövizlerle sokaklara çıkmışlar. Bak ekteki görüntülere, senin için özel olarak araştırdım...”

(Meali: Eve git Özlem!)

Yıllar önce Meksika’ya gittiğimde de roman kahramanım Amanda aynen böyle demişti. “Kız, fakir memleket zaten. Sepet sepet meyvesini yedin, kuruttun memleketi. Moratoryum ilan ettirdin”, demişti.

Son günlerde herkes gençleşip güzelleştiğimi söylüyor. Necla Hanım’ın gönderdiği koyun plasentalarından başka tam anlamıyla Aşağı Kasımpaşa formunda bir hayat yaşamamın da etkisi olsa gerek, hiçbir şeyi zerre kadar takmayarak. (Plasentalar harika, lakin yüzüme sürdükten sonra yüzümdeki koyun plasentası olduğunu unutmazsam çaresiz iki dakikada en az iki yıl yaşlanıyorum zaten.) Burak bugün “seni son gördüğümden bu yana acccaip gençleşmişsin”, dedi. (İlkokul demek istemedi) Eyüp hep Niça’ya soruyor “Nesi var bunun? Çok güzelleşti?” (Yanlışlık nerede? Darwin de başka bir şey demedi ya!) En güzelini de Kerim demiş, her geçen yıl daha da güzelleşmem doğa kurallarına aykırıymış… Ben de ona dedim ki, çirkin kadın yoktur, kötü fotoğrafçı ya da az votka vardır! Vay be, bu gazla Benjamin Button’la yarışacak kıvama gelmişimdir herhalde.

Haftanın şarkısı Nil’den… Hakkında her şeyi duymak istiyorummm, tralalala…

Ben İspanya’ya gidiyorum, beni özleyin anacııımmm…

8 Haziran 2011

LIFE IS A LEMON AND I WANT MY MONEY BACK!

Çok uzun yıllar günlük tuttum. (Roman yazmaya başlayıp da onun daha heyecanlı olduğuna kanaat getirene kadar) Bugün şöyle bir aklıma geldi de eski günlüklerime bir baktım. Tahmin edersiniz ki, kahkaha tufanı içinde boğulayazdım yattığım yerde. Komik bir Türk Rock Tarihi yazmak için arşiv tadında sayfalarla dolu. Lakin ben sizin için o zaman tam dört yaşında olan kardeşimden inciler seçtim.


Boğaziçi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyorduk. Dört çatlak kızdık bölümde. Benim bir de okul dışında hayli çılgın bir hayatım vardı. Rock dergilerinde yazdığım için hayatım çılgın Rock grupları arasında geçiyordu. Olan diğer zavallı üç kıza oluyordu, çünkü bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de çok sert bir Rock grubunun menajerliğini (“menajer” yerine “yürütücü” kullanacakmışım, Mr. Word öyle diyor. Sen kullan, manyak!) yaptığım için onları da yakalarından tutup geceleri Cultus konserlerine, galalarına, bar performanslarına götürüyordum. (Yıllıkta bunu “You wasted our precious brain-cells torturing them with Cultus concerts” şeklinde dile getirmeyi de ihmal etmemişlerdi) Diğer bir taraftan anneme “sen yap, ben bakarım” sözü verdiğim bir de kardeşim vardı. Üstelik peşinde koşan bakıcısına hiç yüz vermiyor, bir saniye peşimden ayrılmıyordu. Hal böyle olunca benim Rock hayatım normalinde seyrederken (ona normal denirse) o da buna müdahil oluyordu çaresiz. Konserler, barlar, geceler, yemekler, röportajlar, arkadaş toplantıları… Her yerde birlikteydik. Dört yaşındayken onu arabamın terkisine atıp geceleri Kemancı’ya götürüyordum. (Ara sıra sahil yolunda komiklik olsun diye arkadan taarruza geçip gözlerimi kapatıyordu, inanın hiç komik olmuyordu! Ben onun sayesinde daha 18 yaşımda bıçkın şoför olmuş, “gözü kapalı” sahil yolunda uçar olmuştum.)

İşte bu zamanlarda, ailecek evde bir yarışma programı seyredilmektedir. Çelik, Kenan Doğulu ve Ufuk yarışmaktadır. “K ile başlayan bir bar adı” sorusu gelir. Merve bir köşede yemek yemektedir. Çelik-Kenan-Ufuk üçlüsünden cevap çıkmaz, ama Merve ağzı dolu dolu bağırır odanın bir köşesinden: “Kemancı!”

Mervecik bacak kadarken yazmayı öğrendi. (Okumayı daha geç öğrendiği için her yazdığında “ulan, ne yazdık acaba?” diyor olmalıydı). Vaka yine dört yaşındayken cereyan eder:

-Merve, Bolu yaz bakalım.

-Sade Bolu mu, Geli-Bolu mu?

Yorumsuzsunuz değil mi?!
Yine gitarist bir arkadaşla bir yerde yemekteyiz. Merve de tıkınıyor bir taraftan. Arkadaş lokmasını çiğnedikten sonra ağzındakileri yan masadaki adama gösteren kardeşim karşısında şok geçirip:

-Neden amcaya ağzını gösteriyorsun?, deyince, el-cevap:

-Aferin desin diye bekliyorum!


“Bizimkiler” dizisinde oynayan arkadaşımız Goncagül, Özlem, ben ve Merve bir yerde buluşuyoruz. Merve Goncagül’ü göstererek Özlem’e “Bu var ya, Fadime’nin arkadaşı!” diyor. Hâlâ da dizinin her türlü gereksiz detayını hatırlar.

Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri romanımın başkahramanlarından Matmazel La Peigneuse’lerin (Şeyda) evinde geçerdi hayatımız. İrfan Amca Merve’yi çok severdi. Merve, yine onlarda kamp kurduğumuz bir gün mutfağı kokutmamak için balkonda küçük tüpte ona mısır patlatan İrfan Amca’nın kafasına eline geçirdiği koca bir tavayı indirerek bir de utanmadan: “Ortalığı ne biçim kokuttun tahta kafa!” demişti. (İrfan Amca bizi sezonun tüm opera, bale, operet ve tiyatrolarına götürürdü. Oktay Keresteciler’e âşıktık.)
  Bakın, ben kardeşime bugünlere gelebilmek için baktım:


Bu facebook’u sevmeyip de ne yapayım anacııım. Ortaokul matematik hocam biricik Mr. West’in bile hala memlekette olduğunu görebiliyorum. Aklıma yıllar önce kırdığım potlardan biri geldi. Doğal olarak matematik dersindeyiz. Mr. West tahtaya değerler yazmış, değerleri buldukça ortaya bir şekil çıkacak. Ben dalmışım hayal âlemine. Bir taraftan çözüyor, bir taraftan kim bilir neler düşünüyorum. İlk değerleri yerine koyunca bir şey çıktı, hemen sordum “Is it a semi-circle, Mr. West? Mr. West hiç sesini çıkarmadı. Devam ettim. Eksileri de koyunca bir daire buldum ve heyecanla yerimden fırlayıp “Is a circle Mr. West?” diye gurur içinde, göğsüm kabarmış bir halde bağırınca Mr. West, tüm sınıfın eşliğinde kendini koyuverdi. Sınıf üç sonraki soruyla uğraşıyormuş o anda! Matematikten bu kadar anlıyorum desem, bu da yalan. Yarışmalarda birinciliğim var, anacııımmm… Hem de yarışma sorularını asılı oldukları panolarda çözerdim. (Sonradan nasıl mı böyle oldum? Orasını ben de bilmiyorum!)

   Günlüklerimden naklen yayın devam edecek… Hatta kalın anacıımm!

3 Haziran 2011

LİKİTLERİN EFENDİSİ!

Dün posta kutumda siyah taştan bir kedi kolye buldum. Bana gelip gelmediğinden pek emin olamasam da bu fırsatı kaçırmamak için hemen kimselere kaptırmadan taktım. Akşama kadar sürprizin fail-i meçhulü çıkmadı. Akşam Mr. Mutluluk Hattı ve kızlarla terasta oturup bu gizemli şahsın kim olabileceğini düşünerek 800 değişik senaryo yazmıştık ki Ersin koşa koşa gelip “kolyeyi takmışsın” dedi. Anacıım, söylesene baştan, biz de spekülasyonlara dalmayalım. Söylediğine göre ilk iki gün içinde takıldığında ya uğur ya da uğursuzluk getiriyormuş. Bekleyişteyim.


Fail-i meçhul hediyelere bayılırım. İsimsiz çiçekler, kapıya bırakılan, posta kutusuna atılıp kaçılan sürprizler. Bunların içinde en sevdiğim Murat’ın vişneli kurabiyeleri oldu. (Çok sevdiğim bir öğrencim). Mezun olunca da unutmamış, sağ olsun ilk romanımın öz geçmiş kısmındaki “vişneli kurabiyelere âşıktır” ibaresini de atlamamış ve bana elleriyle hayatının ilk vişneli kurabiyelerini yapmış. Ofisin kapısına bırakmış gitmiş. Günlerce bulamadık faili, sonra şapkadan çıkar gibi çıktı…

Hayatımın kadınlarıyla sarıldı hayatım. Kendisini okuya okuya yazmaya başladığım biricik Nazlı Eray’ın can dostu Necla Hanım bugün Ankara’dan bana sürpriz dolu bir paket göndermiş. İçi peeling jelleri ve maskelerle dolu. Kadın dayanışması dediğin böyle bir şey işte. Tam da kızlarla gençleşmenin vakti geldi diyorduk. Eve gelip koşa koşa jelleri, maskeleri uyguladım. Anacııımm, suratımın altından genç bir yüz çıktı vallahi… Geçen hafta da zayıflamaya başlayınca göbeğimin altından bel çıkmıştı. Böyle giderse bir aya kadar yeniden yuvaya yazılacak kıvama gelirim diye düşünüyorum.

Yücel Hocamız da iki ay rejim yapınca 10 kg verdi kaşla göz arasında. Göbek möbek kalmadı. Ona bu yeni haliyle pek alışamadık. Bana sorarsanız başka biri oldu adeta. Yücel Hoca değil o artık, Necati oldu mesela. Rejimden sonra annesi onu görünce, “oğlum, sen gençmişsin ya, evlendirelim seni,” demiş. Dediğine göre alttan genç bir adam çıkmış. Hocamız şimdi annesinin bu medeni halsel aktivitelerine karşı koymak için uğraşıyor.

Eski sevgilim sinir krizi geçirip evimin camlarını taşlayınca, kardeşimle çok korkmuş, polise haber vermiş, sonra da yatağa sığınmıştık. Taşlar camı kırarsa gözümüze gelmesin diye yorganın altına girmiş, o halde bile gülme krizine girmeyi başarmıştık. Ertesi gün İspanya’ya korsanlarla ilgili bir sempozyuma gidecektim. Gözümün teki elden giderse, bir de elime çengel taktırırım, sunumum görsel olarak da başarılı geçer diye kıkırdamıştık. Merve’nin yorgan altı yorumlarından birine bayılmıştım: “Abla, biz bu çocuğu Fransız terbiyesi almış diye aldık, ama fermuarını açınca içinden tır şoförü çıktı.” (Evet, Burhan gibi Fransız mürebiyyeyle büyümüş, Madam Tussaud’yla). Ben bunları sapasağlam alıp özenle delirtiyormuşum, kızlar öyle söylüyor.

Pazartesi akşamı Havuzbaşı’nda Yücel Hoca’nın doğum gününü kutlayacağız. Hocamızın kendisine alınan hediyeleri kabul etmemek, hediye alanlara kızmak gibi kötü bir huyu olduğu için çaresiz bir haldeyiz. Akşam Serkan’la telefonda konuştuk. Hocamızın likit bir hediye kabul edebilme ihtimali üzerine düşündük. Bana, “sen likitlerin efendisisin, sen düşün”, dedi. (Oysa ki bu aralar mideme giden tek likit aş-iki-o! Elma şampanyam, moskatellerim, blue curaçao’m, Mükerrem Hocam’ın ta Güney Afrika’lardan getirdiği vahşi içecekler ve sair likitle vitrinden aşırtmalı olarak bakışıyoruz.) Algılarım istiap haddini aştıkları için duyduğum şeyleri idrak edemez kıvama geldim. Serkan konuştu, ben anlamadım. Sonunda teşhisi koydum:“İdrak yolları enfeksiyonu!”

Erol cumartesi günü kız istemeye gidecekmiş. (Önce acaba kendisine mi isteyecek, dedim. Sonra hatırladım. Kendisine istemez, daha önce denemiş, bu “medeni durum” onda pek durmamış). “Niye sen gidiyorsun?” deyince, “Ben isteyince vermeme şansları olmayacak da ondan”, diye yapıştırdı cevabı kendinden pek bir emin. İyiymiş. O zaman kendisinden rica edeyim de eli değmişken bir de benim için Stefano Accorsi’yi istemeye gitsin. Erol isterse, “Ama bizim oğlumuz Laetitia Casta’yla evli!” filan da deme şansları olmaz diye düşünüyorum. Hatta Paris-Atina üzerinden dönerken bir de George Corraface’ı da istesin annesinden. Arkayı dörtlemek lazım. Sibel Üremesin, biz çoğalalım bence.

Bugün dosyalarıma bahar temizliği yaparken yıllar önce ex-ofis arkadaşım Serkan’ın yönettiği (aynı zamanda oynadığı) Cimri oyununa yazdığım şarkı sözlerini buldum. Hatta bana da bir rol verecekti de (Claude Kadın olacaktım) son anda o rolden sonra bir daha sınıfta kimselere sözümü geçiremem korkusuyla sıvışmıştım. (Hal böyle olunca Claude Kadın rolünde bir erkek çıkmak zorunda kalmıştı, acaba o rolden sonra onun sözü bir yerde geçmiş miydi? İnanın bilmiyorum.) Hayatta beni en çok güldüren insanların cümlesi Serkan’ın ekibindedir. Ben onları izledikten sonra başka oyunlarda gülemez oldum, anacııım. Hep birinci sırada oturur, ortadan ikiye ayrılana kadar utanmadan sıkılmadan gülerim her oyunlarında. Favorim Tolga’dır. Bir numaradır. Oyun sırasında olmayan replikler icat ederek oyun arkadaşlarını bile sahnede şoka ve gülme krizine sokar. Serkan, Tolga, Ceco, İlker, Faruk, Evren, Gökhan… Tiyatro sahnesi için yaratılmışlardır. Bahçeşehir’li olup da izlememek affedilmez ayıptır velhasıl. İşte size işbu oyun için karaladığım şarkı sözlerinden aşk nameleri:



Elise:



Bizde varken bu su aygırı,

Kalbi yosun tutmuş cadı.

Ne köy, ne kasaba olur rüyalarımızdan.

Pembesi gider, tozu kalır hayallerimizin.

Tombul su kabağı, lağım faresi, çorap deliği,

Balık kılçığı, cam kırığı, tüylü ayı!

Elini vicdanına değil,

Bilir cebine koymayı.

Nitekim o vicdan emekliye ayrılalı,

Oluyor bir atmış yıl kadar.

Gönlünü tavan arasına,

Ruhunu da çeyiz sandığına tıkar.

Yosun tutmuş sefil kalbi

Zehir zemberek hazretleri!

Bu gerçeği kabul et sen:

Acı matruşka gibidir.

Açtıkça yenileri çıkar içinden.



* * *

Pis salyangoz, yılanbalığı!

Öteki dünyaya saklıyor kendini

Ve sümüklü servetini.

Ama öyle bir şey yoksa,

Bu onun için kötü bir sürpriz olacak

Ve yakacak ellerini.



Cleante:

Söyleyin aynı toprakta bitebilir mi

Narin bir papatyayla devedikeni?

Sevebilir mi kuş balığı,

Su aygırı papatyayı?

Ah, kalbim:

Dördüncü dereceden bir yanık

Öyle ballı seviyorum ki,

Ne Romeo ne de Juliette

Ne Troylus ne Cryssade

Eldiven atamaz karşımda.

Oysa bu su aygırının,

Kalbinde açabilitesi olan

Tek çiçek kaktüs!

Bu insanı aşka götürür, aşksız getirir gemisinde

Ayaz paşa kol gezer güneş görmez kalbinde.

Yok, Mariane!

Sen ona paralel,

O sana paralel

Sonsuzda bile kesişemezsiniz.



Akılla kalp kan davalıdır.

Aşk mantıktan sonsuza, kadar boşanmaktır.

Ama diğer taraftan,

Doğru demiş ressam:

Akıl uyuyunca ortalığı cinler basıyor.

Bendeki şansa da bak.

Tam dört yapraklı yonca buldum derken,

Kıçıma battı diken,

Önümden kara kedidir geçen.

Ben onun taktığı o sarı kemer olmak istiyordum.

Oysa ansızın hiç takmayıp cebine koyduğu fular oldum.

Söyleyin reva mıdır görmek bana

Kırılgan papatyamı,

Şu tespih böceği suratlı ayıbalığının kolunda!

Ama engel olacağım buna,

Sigaranın dumanı sen istemezsen ağzından

Hep yuvarlak çıkmaz ya!




          Ve o oyundan bir sahne!

 
  Ve işte çılgın tiyatrocularla biricik Süheyl Hocamız!



Ne şanslı kadınım ben yahu! Roman kahramanlarım hep yakınlarımda. Bugün “Sultan’ın Mutfağı” romanımın Hırka-ı Selim’i ziyarete beni geldi. Van’da yaz akşamları üzerinden hırkasını çıkarmadığı için sülale bu adı takmış ona. (Hırka-ı Şerif’ten mütevellit). Ailecek çok severiz Selim’i. Çok okur, çok düşünür, üstelik inanılmaz eğlencelidir. Bugün de pek güldürdü beni. Anlattığı sayısız hikaye arasından amcasının kırkını geçmiş müzmin bekâr bir arkadaşını tanıdıkları bir kızla tanıştırma vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Efendim, buluşma günü adam GS maçına dalar ve randevuya gitmeyi unutur. İşte böyle böyle kalıyorsunuz evde! O da benim gibi etimolojik-patolojik durumda. Bugün yanında yine etimolojik sözlük okumuş gibi oldum. “Arap” kelimesinin anlamı “açık açık, doğrudan konuşan” demekmiş. (Bu arada geçen gün başka bir kitapta “abiye”nin Arapça “utanan, çekinen kadın” demek olduğunu okuduğundan beri üniversitenin karşı duvarında her sabah maruz kaldığım koca memeli “Abiye” fotoğrafının önünden gülmeden geçemez oldum.) Parmakla sayılsalar da harika gençlerimiz var.

Yorgo Amcam geldi Selanik’ten. O da Yücel Hoca’nın annesiyle benzer aktiviteler içinde. Annem ve kardeşim yetmiyormuş gibi, bir de o çıktı başıma. Yarın birisiyle randevusu varmış, kendisine yardım eder miymişim? Yer miyim ben bu ayakları! Kim bilir kimle tanıştırma peşinde beni. Şu rahat ve güzel hayatımın bizim büyüklere dert olduğu yetmedi, Helen’in büyüklerine de tasa oldu. Tahmin edersiniz ki yarın “ben aslında yooğuummm!” Çok acil bir işim çıkacak.

Kraliçenin çay partisine yetişecek kadar bile vaktim yok anacııımmm …