22 Ekim 2011

ORMANDA 800 KALORİ GÜCÜNDE…

     Evet, bana ayrılan bir beceriksiz inziva haftasının da sonuna gelmiş bulunuyorum. Elimdeki
kâğıtları tıkır tıkır masaya vuruyor ve “önce özetler” diyorum. Nasıl bir inziva ise haftanın her günü hayli “accompanied” bir formda, evde ve deplasmanda eğlenmeye devam ettim. Bunca eğlenceye rağmen, günde bir kitap okudum ve bana ayrılmayan zamanda da bolca yazdım, rejime –antidemokratik- azimle devam ettim, falcıya gittim, ormanda sekiz yüz beygir gücünde spor yaptım,  kalan zamanda dans pistlerinde tepindim. “Bütün bunları nasıl, ne ara yaptın?” sorusuna cevap veriyorum: Bilmiyorum. Bu benim de yıllardır cevabını bulamadığım bir soru. Buna Cem Mumcu gibi cevap vermek isterdim, ama yine bir intihal olmasın diye demiyorum.

    Sene 2005. Cem Mumcu, bir keman virtüözü ve ben Duygu Dikmenoğlu’nun programında konuğuz. Aslen psikiyatrist olan Cem Mumcu’nun hastalarının hikâyelerini kitaplarında anlattığı iddia ediliyor o aralar. Yeni bir de kitabı çıkmış. Duygu Dikmenoğlu da bunu kibarca sormak için uğraşıyor, ama kibarlıktan beceremiyor ve “Cem Bey, nerenizden uyduruyorsunuz bu hikâyeleri?” diyiveriyoruz. E, malumunuz, bu sorunun her dilde tek cevabı var ve Cem Mumcu da canlı yayın, manlı yayın demeden onu veriyor: “Kıçımdan!” Anında reklam giriyor tabii! O anda canlı yayını dışarıdan izleyen Katalan sevgilim de çıkınca bana şu yorumda bulunuyor. “Adam cevabı verince üç kişiden sadece biri göründü ve hemen reklam girdi”. Evet, çünkü biz adını hatırlayamadığım tatlı keman virtüözüyle gülmekten senkronize bir halde düşmüşüz. Hatta tam bu esnada sevgili Şebnem’in (İşigüzel) en sevdiğim kitabındaki (Sarmaşık) başkahraman da kendisine aynı kontekstte, aynı soru sorulunca pantolonunu indirip poposunu gösteriyordu. Biz şanslıydık, bu radde gelmeden programı toparlayıp evimize gittik.

    Evet, buraya malum cevap yüzünden geldik. Ama hazır buradayken Duygu Dikmenoğlu’yla başıma gelen başka bir felaketi de anlatayım. Anacım, tatlı da bir kız, velâkin ne zaman yan yana gelsek başımıza bir haller geliyor. Paris’te bir kongredeyim. Her akşam akla ziyan sofralara yemeğe davetliyim. Sorbonne (Paris IV) rektörünün evinde özel bir yemekteyiz. Ön dişimin sallandığını fark etmek için en yanlış yerdeyim kısacası. Dişim düşecek korkusuyla jöleli kaz pateleri ve ördekleri löpürdeten ekibe sempatik rektörün bana verdiği kamışla katılıyorum. Dişim düşmesin diye bardağı dişime değdirmeden içemeyeceğim için güzelim şarapları kamışla içiyorum o masada! Üstelik olay Fransa’da geçiyor! Bu şekilde safi likitle beslenmem iki gün sürüyor, başarıya imza atıp dişi düşürmeden memlekete iniş yapıyorum. Ayağımın tozuyla Dikmenoğlu’nun programına gidiyorum. Kanaltürk satılmış o gün. Kızın gözleri kan çanağı. Üzüntüden burnu kanıyor durmadan. Neyse,  stüdyonun kapısından içeri girerken benim diş kendini yere atıyor. Güler misin ekranda dişi fırlayan Beyaz’a! Allah’ın sopası yok. Kameramanlar telaş içinde, benim sekizinci sınıf skeçlerde o siyah boyayla tek dişi boşanarak dişsiz süsü verilmiş insan evlatlarından hiçbir farkı olmayan halimi göstermemek için uzaktan çekim planları yapıyorlar, telaş içinde mesafe ayarlarına konsantre oluyorlar. Sonunda anlaştık, beni güldürmek yok. Gülmeden edepli edepli konuşup 40 dakikalık programı bitireceğiz ve dişim de görünmeyecek böylece. Ben de bir panik, aklım kızın burnunda, kanadı kanayacak diye bakıyorum. Kız panik, benim dişim düşecek diye. Panik panik başladık. (Bu arada Panik, Pan’dan geliyor. Pan gibi deli deli hareket etmekten, yani.) Benim gülmeden beş dakika duran versiyonum henüz yaratılmadığı için ilk beş dakikada en az dört kere rezil ötesi dişimi göstermemle kızın burnu kanamaya başladı stresten. Hemen araya reklam ve sonra da programa son tabii!!

    İslam Korkusu kitabımı 31 Mart vakası olarak bitirmeye niyetliyim. Gece gündüz çalışıyorum. İnzivaya çekildim güya, ama inziva bu bedende durmuyor be anacımm… Kahkaha soslu bir hafta geçirdim yine. Günde aldığım 800 sefil kaloriyi de kahkahalarla harcadım. Kalanları da dansta erittim. Giovanni’yle dansa gittik. Öncesinde beni sabırla bir güzel çalıştırdı. Eksantrik bachata hareketlerini sadece ve sadece bir saat içinde öğretip pratiğe götürdü beni. (Bir aydır rejimde olmasam beni kuş gibi havada zor uçururdu o). Şöyle komik bir an yaşandı. Dans mekânına giderken Irish Pub’ın önünden geçiyorduk, bir de baktım içerde Hakan program yapıyor. Şarkısını bitirdi. Ben de camdan uzanıp ona tık tık yaptım. Giovanni’ye de bir açıklama yaptım bu arada. “Hakan da bizim okulda hoca.” Giovanni’nin bakışlarına hemen alt yazı: “Nasıl bir okul sizinkisi yeavrooom? Hocanın biri Salı gecesi gitar çalıp program yapıyor, bir tanesi gecenin 12’sinde sokağa çıkıp dansa gidiyor. Nasıl bir yer bir yer bu anacımmm?”

     Günde 800 kalori bile beni durduramadı. Giovanni’nin bir köşede telef olmuş halini çekip Hande’ye göndermeliydim. Nitekim bolca “Roma hukuku uyuyor mu?” diyerek ona kalori takviyesi yapmak durumunda kaldım. Bize ayrılan bir Roma hukukunun da burada sonuna geldiğimizde Taksim’de hayat bitmişti. Sonuç olarak Özüm’ün dediği gibi dansa gidince pistten kolay kazınabilmem için beni daha sık dans götürmek gerekiyor. Serkan ve Arif Hoca Kutsal Topraklar’a (Nereye olacak, Ukrayna’ya) gittiler. Dönseler de Araf’a gitsek gari.

    Daha komiği bugün oldu. Gecenin saçma bir saati kalkıp dansa gittiğimizi Giovanni’den detaylarıyla öğrenen ve buna inanmayan Hande beni arayıp da ben durumu onaylayınca Giovanni’ye şöyle demiş: “Neden kendini inandırmaya çalışmadın yeterince ya!?” Buna pek bir güldüm gece gece. Sonra baktım da durum hep böyle oluyor hayatta. Erkek bir şey söylüyor, kadın inanmıyor, erkek içinden “inandığın kadar inan anacııım” diyor, kadın da inanmamakta ısrar ediyor. Sonra kendime bir baktım ki ben hayatta kimseciklere hiç inanmamışım ki! Ama aslında Burhansal bir replikle “olay aslındağ şiyle olduuu” durumu varmış.

     Bahar sağ olsun bugün beni pek güldürdü. Biscolota reklamındaki kız aslında benmişim. Önce hiçbir şey anlamadım bittabi, televizyonla tek kontağımın sadece ve sadece Erol’un evi olması, onda da göz göze değil sadece salon-balkon hattında kulak irtibatında bulunmamız yüzünden, -hatta ve hatta son zamanlarda televizyon yasağı getirmiş olmamdan mütevellit- konuya derin bir giriş yapamadım. Hemen youtube’dan izledim reklamı. Anacım bütün yakışıklılar kız için çalışıyor. Olay cennette geçiyor ve Nuriler deli gibi çalışıyor. (İtalyan tipli Nuriler). Kızla tek farkımız delikanlıların yaptıkları çikolatalı bisküvileri öyle koltuğa gerilip yutmak yerine, 800 sefil kalori ile spor salonunda tepinirken akşam yiyeceğim haşlanmış karnabaharı düşünmem. Ama diğer bölümlerini son zamanlardaki hayatıma pek bir uygun buldum. Hatta ve hatta gelecek hafta Giovanni’nin hazırlayacağı yemekleri yutarken (Şey, diyetisyenim Nermin hanım buralarda değil di mi?) tam havaya gireceğim.

     Bugün spor salonunda Müzeyyen Teyze, “oh ne güzel, insan buraya gelince her şeyi unutuyor, kafasını dinliyor”, dedi. Ben de içimden “Teyzem, sen yüz yaşına gelmenin arifesindesin, bugün yarın 99’a basacaksın. Düşünecek fazla bir şey de kalmamış ki teyzeciimm.” Teyzem nerden bilsin ben koşarken ayrı, humble dumble’ları haldır huldur kaldırırken ayrı, kondisyon aletlerinin tepesinde ayrı düşünüyorum. Düşün düşün boktur işim kıvamında geçiyor her saniyem. Ben de kafamı yastığa koyduğumda düşünecek bir şeyim kalmasın istiyorum gari.  

    Serkancığım sağ olsun işim gücüm var demedi, yemek tarihi dersimde bize kahve anlattı. Her zamanki gibi şık, bıçak gibi, bol bakımlı ve sempatik formundaydı yine. Ayrıldığımız günden beri şarap mantarı biriktirmiş benim için. Sanırım senenin en güzel ve anlamlı hediyesiydi. Kim demiş ayıdan post, eski sevgiliden dost olmaz diye. Haftaya bir temiz içmeye gideceğiz Balkan meyhanesine.

       Çooook sevdiğim bir arkadaşımla falcıya gittim ve yine “yok artık, pes artık” dedim. Bol maceralı yolculuğumuzda iki kez trende mahsur kaldık, ama teptiğimiz onca yol bize şaşkınlık, mutluluk ve iç rahatlığı olarak geri ödendi. Yaz boyunca dediği her şey kelimesi kelimesine, verdiği tarihlerde vuku buldu. Benim de artık onu evimin resmi müneccimbaşısı yapma vaktim geldi. Kırsın dizini, otursun, evinin falcısı olsun, bakmasın kimselere.

   Geçen haftalar da aynı kıvamda maceralı ve telaşlı geçti. Galata Kiva’daki bir sempozyum yemeğine yetişmeye çalışırken ve Taksim-Galata hattında ayağımdaki Eyfel Kulesi topuklu, üstelik dore, üstelik hain, ayakkabılarla yol alırken bir de kimi göreyim?! Nejat Yavaşoğulları. Ayaküstü laflayıp “görüşelim” diyenlerden de nefret ederim, dediğim de kendimden de. Hemen Ara Kafe’de oturup uzun uzun sohbet ettik. Varlığıyla hayatımızı renklendiriyor biricik Yavaşoğulları. Onun müzikleriyle geçti yıllarım. Onun şarkı sözleriyle büyüdüm. Muhteşem Yüzyıl’ı bir mimar ve sanatçı gözüyle öyle bir anlattı ki, diziden bir kez daha nefret ettim. “Çocukları bulsam, bunları anlatacağım, yapmasınlar bu hataları” diyerek sayısız hata gösterdi. The Tudors dizisiyle karşılaştırmalı olarak anlattı her şeyi en baştan. O da etimolojiye merak sarmış bu aralar. Od (ateş) kelimesinden türeyen kelimelere şaşıp, ateşin hayatımızın ne denli orta yerinde olduğunu fark ettim. Oda (ateşin olduğu yer), odak (ateşi gören yer), odun (ateşi yakan şey), otağ… Rüya gibi vakit geçirdim. Klonlasak, çoğaltsak onu.  Bir kez daha sonsuz saygı duydum.

   Kiva’ya gidesim kalmadı tabii. İsteksizce yetiştim yemeğin sonuna. Masalar dolmuş, bana da kala kala sıkıcı bir Amerikalı amcanın yanı kalmış. Nefret ederim Anglosaksonlardan, İngilizce’den başka dil bilmeyen, kafası tek kanalda çalışan insan evladından. Şimdi ayvayı yedin kızım kereviz”, dedim. “Hem rejimdesin, hem de Angıl amcanın dibindesin, duble ayvalardasın.” Amca Moğol tarihçisi çıkmaz mı? (Bu onu affettirdi mi? Hayır!) Meğer o ayakkabılarla oralara kadar gitmemde bir hayır varmış: baklavanın nereden geldiğini öğreneceğim varmış! Baklava, -iddiasına göre- Moğolca bir kelime. Üstelik ilk baklavayı yapanlar da Moğollar. Fasulye çiçeği yapraklarından (bean flowers) kat kat yapılan bir tatlı imiş. Çok mantıklı geldi, çünkü kelimenin Arapça, Farsça, Türkçe, hele hele Yunanca olması fonetik olarak imkânsız. Bunun şeref, ne bir light bira içip eve gidip mutlu mutlu uyudum. İlim Kiva’da da olsa, gidip öğreniniz anacııımmm…

    Brokolilerim yandı a dostlarrr… Bayaaaaa we shater, oooo…

2 Ekim 2011

MAÎ YOLCULUK…

A dostlar, 37 yıldır böyle tatlı deniz tatili yapmamıştım. 12 tane harika insanı bir araya getir, tekneye doldur, bir hafta karaya ayak bastırma desen bundan ballısı olamazdı. Aynı şekilde, 12 adet deliyi kelebek kepçesiyle topla deseler, TC’de daha delisini bulamazsınız anacıımm. Biz 12 dev adam, (bunu 7 günlük aşırı doz yemek ve içmekten sonra kullanınca daha bir anlamlı oluyor), 3 kişilik dev kadro mürettebatla Bodrum’dan açıldık. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için yedik. Her koyda ayrı masa kurduk. Deniz’in kampanya sloganıyla “koy koy ye”dik.

Bendeniz yolculuğun resmi sekreteri idim, welhasıl gülmekten yazmaya vakit bulamadım. Ara sıra Uspenski’nin Fedor Amca’sında olduğu gibi Burçe kuşum deftere notlar aldı, cümlemizi güldürdü. Hocamızın doğum günü hediyesi olan renk renk bir “My bibliofile” defterine ufak tefek notlar almışım. Bazılarını paylaşayım:

Hocamız aylardır aramadığı bir kızı arayıp “akşam yemeğe gidelim mi?” demiş, kız da ona “bu akşam olmaz, evleniyorum”, demiş. Bayıldım doğrusu. (Oh olmuş bence.)

Hocanın en sevdiği Temel fıkrası: Temel’in babası Temel’e kız istemeye gitmiş. Sormuşlar, “efendi oğlumuzun içkisi, sigarası, kumarı var mı?” diye. “Hepsi var, demiş babası. “Bir kız eksik, onu da istiyoruz.”

1937’de “beni Türk hekimlerine emanet edin” diyen Atatürküm’ün 1938’de “gidin doğru dürüst bir doktor bulun” dediğini de bu yolculukta öğrendim. Sıkışınca kardeşime karşı silah olarak kullanabilirim.

Ebu Leheb’in tilmizleri olarak alkol tüketiminde rekorlar kırdık. (“Muhammed’in dinine göre yasaksa, İsa’nın dinine göre içerim”.) İşretle telef edildik ey halkım! Yüzen bir tepsi ile buz gibi biralarımızı denize indirdik, denizde demlendik. Bir keresinde kızlar olarak kıyıda keyif yaptık, centilmen Murat hocamız (Koraltürk) bize kanoyla buz gibi bardaklar, biralar, şaraplar servis yaptı.

Denizde geçen bir haftanın en komik olayı Yücel Hoca’nın bütün gün içip, öğleden sonra uyuması, bir iki saat sonra uyanıp sabah oldu sanarak tansiyon hapını alıp denize girmesi idi.(Sonra da fenalaşması pek tabii). Bayramın ilk günü “Yeni rakı, eski yazı” bayrağımızı göndere çekip altında bayramlaşma düzenine girerek rakılarımızı içip bayramlaştık. Kerem gece kayalara sepet attı, ertesi gün sepete dolan balıkları yedik. Marifetli elleriyle ve sabırla tuttuğu palamutları de löpürdettik.

Geceleri ise ayrı bir güzeldi. Yıldızların altında bembeyaz yataklarımızı, çarşaflarımızı serip sere serpe uyuduk. Hoca son gece gözlüklerini takıp yattı. (Yıldızları seyetmek için). Lakin tek numaralı gözlüğünün güneş gözlüğü olması hasebiyle bu hoş bir manzara yarattı. Bitişik nizam yataklarımızda bazı geceler Avrupa Yakası videoları izledik, altımıza ettiğimiz oldu. Rüyadan da öte gecelerdi. Hocamız az buçuk huysuzluk yapınca doktorumuz Levent ona güzel mısralar düzdü:
Aksi, yine aksi, yine aksi
Vallah, çağıracağım bulsam bir taksi…
Huysuz ona denir ki kişi
Büyük abdeste durur gelmişken çişi
Biricik doktorumuz sabahın altısında gelen ilham perileriyle bu incileri dizip bize de kahvaltıda okurken, Yücel Hoca masaya usulca yaklaşıp şu cevabı verdi: “Dört çeşit kafiye vardır: yarım kafiye, tam kafiye, tunç kafiye, korkunç kafiye.” Hocaya laf yetiştirecek adam daha anasından doğmadı. (Benim kaynanam gibi). Herkese leziz bir beyit kondurmuş Leventçiğimiz. (Altına da “bu beyitlerdeki olay ve kişilerin hayalle ilgisi yoktur” notu düşmüş.) Ama güvertenin ve sahnelerin güçlü sesi Vağarşak Bey’e dizdiği mısralar en favorilerimden oldu:
Denemez sana asla aheste horla
Kimseyi yatırmadık güvertede zorla.

Leventimiz bir gün Vağarşak Bey’in yanına sermiş yatağını. (Ben Vağarşak Bey’in yanıbaşını A parter olarak vaftiz ettim. Uyumak isteyenler G, H ve I partlerlerini tercih etmeliler. Lakin bu konserde biletleri ilk biten parterler onlar). Gece uykudan uyanınca teknenin haç şeklindeki direğini görüp şaşkınlıkla yanına dönmüş. Eee, yanda da papaz yatıyor! Deniz suyuyla vaftiz olacakmış az kalsın.

Mavi yolculukta eklediğim yağ hücrelerine daha besilililerini Avusturya, Slovakya ve Polonya’da tanker ölçüsüyle içtiğim biralarla ekledim. Bratislawa’da mutluluktan, Auswitz’de üzüntüden içtim. Yedi günde üç ülkenin stoklarını kuruttum. Sonra bir baktım Botero kapıya dayanmış, “çizelim mi abla” diyor. “Gel anacım, çiz” dedimse de şişmanlıktan tablonun çerçevesine sığmadığımı görüp Kolombiya’ya geri döndü.

Viyana’da Nurten ve Barış’ın evine kamp kurduk. İnsanın sanat eleştirmeniyle Viyana’yı, Salzburg’u gezmesi de başka oluyormuş. Bizden bir hafta önce Kahlenberg’de kilisede kimi görmüşler beğenirsiniz? Cüppeli Ahmet Hoca’yı. (Ve pek tabii çarşaflı karılarını.) Kaçırmamışlar bu fırsatı.

Viyana’dan Krakov’a giden trene bilet aldık. Yataklı vagon çıkmaz mı? Bir kompartmanda 6 yatak. Daha şaşırmaya fırsat bulamadan kendimizi 3. katta balık istif yatar bulduk. Atraksiyon olsun diye alt katta yatan Portekizli delikanlıyla sohbete dalıp İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince, işte tam o anda şaşırmaya fırsatımız oldu. Delikanlı bizim üniversitede Erasmus yapmış. Bu tesadüfe rahmetli Erasmus bile şaşırırdı kesin. Vağarşak Bey olsa “yumurtaya can veren yüce rabbim”, der iki tesbih çekerdi.

Yusuf Hoca havaalanında nefis bir anısını anlattı. Almanyada’da uçağa giriş sırasında beklerken adamın biri önden sıraya dalıp bilet kontrol eden kadına (kadının Alman olduğunu unutmuş olsa gerek) “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demiş. Kadın da kalabalığa dönüp “Beyefendi kim olduğunu bilmiyormuş, onu tanıyanınız var mı?” diye soruyor. Tarifsiz buldum bu cevabı. TC şartlarında sık sık kullanılası.

Tatilin son günlerine dek hatırladığım tadından yenmez anların hepsi domestik! (Domez Gomez). Erol’un balkonunda adalara karşı yemek-içmek (yemek yapan yakışıklılarım çok olsun, evladım. Bu adam sadece Törkiye’ye değil, her eve lazım), Deniz kuşumun bahçesinde asmalar altında mavi yolculuk çekiştirmek, Hande’nin yeni malikânesinde Maurizio’nun yaptığı pizzaları calzone formunda yemek (fırın bozulur, ama İtalyan o pizzayı ne yapar eder yapar) ve çılgın kuzenim Esra’nın bahçesinde cümle kuzen toplanıp eğlencenin dibine vurmak! Şahsine yengemin eski bayramlar tadındaki baklavalarından, mekiklerinden, Trakya sarmalarından yemek! Hey yavrum, hayat dediğin bu işte.

İspanyol olmasına ramak kalan çatlak kuzen Ozan –sevgili okur onu eski sayılardan hatırlayacaktır-, maceralı bir yolculuktan sonra (3 saatte Galatasaray-Alkent 2000!) ulaştı mekâna. Hadımköy, İstanbul’un onomastik olarak en tehlikesiz köyü. Vardığında jet lag olacak diye korktuk. Yakışıklı burayı Barcelona sanıyor. Giymiş kırmızı pantolonu, takmış küpeleri (her zaman o biçim şıktır), stüdyo tipi kulaklıklarını da geçirmiş kulağına. “Minibüs şoförü acemi olduğumu görünce beni yanına korumaya aldı”, dedi.

Ozzy yıllar yılı tüm kötülüklerime şahit olmuş meğer, o gece fark ettim. Kızlar benim eski delikanlılardan birini sordular. Ben de başladım anlatmaya: “Juan psikopatın tekiydi”, diye başlayan cümlemi bitiremedim. Ozzy diğer kuzenlere dönüp “Kibarlığınızdan mı sesinizi çıkarmıyorsunuz? Psikopat dediği ta kendisi. Gül gibi çocuk. Bize baktı, elleriyle yemekler yaptı, gezdirdi, tozdurdu.” “Tamam”, dedim, “tamam, haydi o değil ama Jordi manyaktı”. “Poble Sec’li çocuk değil mi o? Gül gibi çocuktu. Psikopat kim acaba?” son şansımı denemek için “ya Javier?” dedim. “Zavallı”, dedi. “İki günlüğüne gelirdi Barcelona’dan, birinde bana kakalardın.” Baktım, savunacak yerim yok (daha ziyade yatacak yerim yok aslına bakarsanız). “Haydi, gençler, ben uyumaya gidiyorum, saat dört olmuş”, dedim. Ozzy baktı: “Kuzen, sen uyuyabiliyor musun sahi ya?”, demez mi? (O vicdan seni uyutuyor mu babında). Ohh, horul horul da uyuyorum wallahi, vicdanım pırıl pırıl (Çünkü hiç kullanılmamış!)

Haydi anacım, bana iyi geceler. Vağarşak Bey’in senfonilerinde horul horul uyudum ben, şimdi mi uyuyamayacağım…