21 Şubat 2012

TÜRK'ÜN SOĞUKLA İMTİHANI


  

       Her zamanki gibi benle yaşıt olduğundan mütevellit asansörü olmayan apartmanımda bildiğim bütün küfürleri savurarak içinde tonlarca fotokopi olan –Bilkent’in olduğu gibi fotokopiledim ben- bavulumu 3. kata çıkarırken Burhan Altıntop’u düşündüm ve delikten bakma olasılığı olan komşulara “ben aslındaağ yoooğumm” çektikten sonra banyoya attım kendimi. 5 günlük İç Anadolu turnesini (Bundan sonra Türk’ün soğukla imtihanı olarak anılacaktır) de Ankara-Konya arasındaki 7 saatlik karla mücadele travması dışında kazasız belasız atlatıp eve avdet ettim. Evi kiraya verip bavulda yaşamaya başlama ihtimalimi bir kez daha gözden geçirirken kronik Yunanca hocam, biricik Niça aradı. Ankara’dan mutluluk enflasyonu içinde döndüğüme şaşıp: “O sıkıcı şehirde mutlu birkaç gün geçirdiysen tek ihtimal var, o da âşıksın”, dedi. Cevap vermeme (cevabı yarın sabah kulağına söyleme) şansımı kullandım. Sonra düşündüm, bir Rum ve Ankara’ya dair kayda değer bir bağlantı var mı diye? Olmaz mı? (Ben de ihtiyarladıkça her konuda hikâyesi olan bunaklara dönüyorum, kurtarın beni a dostlar!)

     Cumhuriyet kurulmuş. Ankara toparlanıyor. Atatürk balık pazarında dolaşırken, balık almakta olan bir Rum kadına yaklaşıp ona Yunanca “balıklar taze mi?” (Freska einai ta psaria) diye soruyor. Kadıncağız gözlerini kaldırıp o gözlerle karşılaşınca bir an hipnotize oluyor ve gözlerine bakamıyor Atatürk’ün. Bunu yıllar sonra o hanımefendinin oğlundan dinlemiştik ve buna benzer bir dizi vakayı Lonra’da Atatürk’ü görenlerin “psikosomatik şokları” konulu bir sunumda kullanmıştım.

       Ankara seyahatim her zamanki gibi rüya formatında geçti. Aşığım ben bu kente. Hiç görmediğim güzellikte bir Ankara gördüm bu sefer. Yumuşacık karlar altında kalan ağaç dalları, kırmızı damlar, sarı ışıklar, lacivert bir gökyüzü, limonata tadında bir hava… Elimizde biralarda başka barlara ve dans salonlarına giderken resim çekmek, sonra da gecenin pause tuşuna bir çorbacıda basmak pek hoştu. (Bu cümleyi daha sonra bir romanda kullan. Unutma.) Kürşad beni Ant Kafe nam bir mekâna götürdü. Yerlere kadar cam, ahşap bir Ankara evi, önü, sağı, solu Ankara. Koca bir şişeye sığınıp bol keseden güldük. Vasiyetim var: Mektup koleksiyonum O’nun. Siz bçyle güzel bir Ankara gördünüz mü?

Ankara en çok insanın sevdiklerini görmesine yarıyor. Bu sefer de öyle oldu.  Halil Hoca’yla karlara bakan bir restoranda yemek yedik. Hayatımın en lüks dakikalarıydı her zamanki gibi. Onun yanında zaman geçirme lüksünün  (Lüks bu arada hedonist bir Roma İmparatoru olan Lucullus’tan gelen bir kelimedir) biz İstanbullu tarihçiler için değeri sayma sayılarıyla hesaplanamaz. Dünya kadar bilgi depoladım yanı başında. Ama ben paragrafa uygun birini seçip hocanın Osmanlı’daki lüks merakının III. Murat zamanında başladığını söylenerek yetiniyorum. Hocamıza Türksoy’un verdiği ödülde Heath Lowry gelmeyince onun romantik sunumunu okumak da bana düştü. Keyifle yaptım. İlber Hoca da sunumundan sonra bana “Yunanca cellat ne demek?” diye sordu. Cellat “dimios”. Sonra etimolojik saplantıma yakalanıp düşündüm masada, “demos” halk demek, “dimos” da belediye. Kontekst süper olmadı mı? Taksim parkını yıkıp, ağaçlarını kesecek, hatta uzun vadede oraya cami dikecek olan zihniyet Yunanca bu üçlemeyle güzel tanımlanmadı mı? (Maksat Aya Triada orada tek başına dikilip Taksim’in girişini kaplamasın) Yunanca yoldaşım Eyüp’le dırdırlanıyorduk hükümetin bu korkunç planlarına. “Brezilya’da her yer park” dedi. “İnsanlar köpeklerini gezdiriyor, öpüşüyor.” Köpek gezdirme kısmını tutmasam da, öpüşme konusunda desteğimi verebilirim parklara. Ama sonra dimos gelip demos’un dimios’u oluverir maazallah… Bu yüzden: dağılın bakiim, herkes evinde öpüşsün!

    Fetih 1453 diye film yapıp gişe hasılatları kıran, 1453 diye dergi çıkaran zihniyet! Sonra da komşularımızla neden geçinemiyoruz! Neden acaba? Feridun Hoca’nın fetih kitabını tam da filmle eşzamanlı çıkarması garip değil mi? (Bu arada bütün yazdığım makalelere dipnotta “ihtiyatla okunmalıdır yazmış. Neden ben? Ne tehlikem, güvenilmezliğim var ki?) Adamlar Politiki Kouzina (İstanbul mutfağı/Bir tutam baharat) diye film yapıyor, bizden cevap 1453. Bir arkadaşım Arapça TRT için bir röportaj teklif etti. Üzerine Arapça montaj yapılacakmış. Kardeşim atladı, “Ammman abla, sakın gitme. Bir de üzerine montaj türban filan yaparlar.” Zaten filmi izlememeye karar verdiğim an felekten çaldığım 3 saati nereye harcasam diye düşünerek açtım bir reserva Rioja şarap, çıktım karşınıza pembe pijamalarımla. (Alo? Arapça TRT mi? Şey, üzerime montaj da olsa bir Amr Diab yapabilir misiniz acaba? Nasıl duracak çok merak ediyorum da! Alooo?? Allooo? Tünele mi girdiniz? Çıkınca arar mısınız?)               

       Kardeşim beni azimle güldürmeye devam ediyor. Geçen gün bir şey anlatmak için çabaladı. Beklediği verimi alamayınca da “Dıtt. Aradığınız beyne ulaşılamamıştır. Lütfen mümkünse sonra bile denemeyin”, diyerek gitti. Dün de gelmiş, “Abla, Angelopoulos ölmüş, ama ben hiç üzülmedim” dedi. Antonio Gaudi gibi boku bokuna gitti adam. Gaudi’ye tramvay çarpmıştı, ona da motosiklet. Ben de bir daha asla “3 saatte dokunmadan öldüren şey nedir?” (Cevap: Bir Angelopoulos filmi) diye bir espri yapmamaya karar verdim. “Zamanın tozu” muhteşemdi, mutlaka izleyin. (Kardeşim biletleri almış, ama korkusundan bana kakalayıp kaçmıştı.)

      Ankara’da son gün Tarih Vakfı’nda erkek versiyonum olduğu düşündüğüm çatlak arkadaşım Emrah’la bir panel yaptık. Emrah mor kazak giymişti. “Bıyıkları dengelemek” için giymiş. Panelde kendi adıma pek bir eğlendim. Sonra baktım ki Lorel-Hardy gibiyiz. Evlere komikliğe gidip hayatımızı idame ettirebiliriz. Öyle bir dağıldık ki Oktay Hocam ortamı toplamak için tokmağı ele aldı. Emrah’la etimolojik müsabakalarımız bazen haftalarca sonuç vermiyor. Ona buradan sesleniyorum. Dergi, derlemek’ten geliyor. İğfal de gaflet’ten. Bu nasıl anlam kayması? Bu durumda gaflet uykusu nasıl bir şey oluyor? Ayıp ama. (Dikkat, arkanda dimos var!)

    Hayatımın en yaşlı ve yakışıklı erkeği sizlere ömür. Ömr-vü-hayatımda tek sevdiğim felin olan Pia 2 hafta önce 18 yaşında vefat etti. Handeciğim ağlamış. Ben de çok üzüldüm. Depresif günlerimde, Hande’ciğimin beni korumaya aldığı zamanlarda herkesten önce (Burasını açıklayamayacağım galiba) yatağın ayakucuna girip beni beklerdi. Hande ona Macar Konsolosu adını koymuştu. Hayatımda hiç Macar konsolosu görmemiş olmama rağmen, bir bakışta onun Macar konsolosuna benzediğine yemin edebilirdim. Ellerini kavuşturur, sarı saçları, yeşil gözleriyle konsolos konsolos bakardı öyle. (Dün geceyi bir Macar Konsolosuyla geçirdim, şoku arkadaşlar arasında egzotik bir milieu yaratmıştı)

      Maceram Konya’da devam etti. Teyzeme baskın yaptık. Teyzemle annem yan yana gelince gülmekten -fiilen- altlarına ederler. Bendeki bu kahkaha enflasyonu nereden gelmiş onlara bakınca anlarım.  Eniştem de inanılmaz komiktir. Bizim sülalede komik olmayan tek bir insan evladı yoktur.  Kahvaltıda hayatımda ilk defa büyük anneannemin nasıl bir hatun kişi olduğunu öğrendim ve menşeimi söktüm. Eşe Fatma (Ayşe Fatma) köyün bütün erkekleri savaşa giderken kadınlarını emanet ettikleri bir kadınmış. Yaman, canavar, erkekten erkek, cesur, akıllı (işte tam da burası konusunda şüphelerim yok değil), er kişiymiş. Erkekler savaştayken bütün köyün güveni ondan sorulurmuş. Her işe koşarmış. Ata eğersiz biner, yelelerine asılırmış. (Bisiklete zor binen ben, acaba onun hastanede kaybolan büyük torunu muyum?) Bir gün atını çalmışlar. Üç köy ötede bulmuş, sürüne sürüne atın altından demiri çıkarıp filmlerdeki gibi yelelerine asılıp uçup gitmiş. Hey yavruuum be! Büyük anneanne modeline bak. Ben de diyorum bendeki bu celali formatı kim attı bana?

    Beni keşfeden editör Adanan Abi (Özer) geçen gün uyku arasında beni arayıp bir ricada bulundu. Ben de ona “Adnan Abi, ben yarım akıllı, sıfır hafızalıyım, bana hatırlat Pazar günü”, dedim. Beni iki gün sonra aradı: “Özlem, unutmuşum”, dedi. Benden cevap: “Neyi Adnan Abi, hatırlamıyorum bile!” Mevcut halimiz. Yakın geleceğim. Ben sürmenaj yollarında, amnezyanın kucağındayım anacım.

   Az önce kitap yazmaktan puslanan kafamı bir güzel dağıtayım diye kendime  “Hangi yalan dünya erkeğisiniz?” testi yaptım. (Eşe Ayşe’den feyz alıp) A dostlar, ne çıktım beğenirsiniz?!!! Selahattin! Bir dizi rezil sıfattan sonra tanım şöyle bitiyor: “çevrenizdekilerin yüzünü güldürdüğünüz kesin?)

    Haftanın en çarpıcı olayı Halil Hoca’nın telefonda “Özlem, dün gece altıya kadar dans etmişsin, istihbarat aldım”, demesiydi. Hayata bu kadar bağlı, hayata hak ettiği değeri bu denli veren başka bir insan daha tanımadım ben. Lowry’nin son sözünü tekrar ediyorum: “Allah ona uzun ömürler versin!” Hep yanıbaşında olalım.

        Şimdi herkes dağılsın, âşık olmadan toplanmak yok…

        Ha, anaya babaya çok selam…                                   

  (Alo? Yalan Dünya test merkezi mi? Şey, testiniz de bir hata mı var aciba? Tantuni yerim, dedim ama pizza da severim hani. Ben de parlak takım elbise de yok… Yalan söylemeyi beceremem, yüzüme gözüme bulaştırırım. Dar kot da giydiğim oluyo bazen. Yok mu benim başka biri olma şansım. Galiba ben Orçun’a da razıydım. Ammmaaa neden Selahattin çıktım acıba? Alooo? Aloooo? Tünel mi yine ya!!!!)

3 Şubat 2012

ÜÇ VAKTE KADAR KATİL OLUYORUM A DOSTLAR… ya da FRIARIELLI Yine, yeni, yeniden ben anacıımmm… İnsanın zeki ve becerikli kuzeni olması gibisi yok. Kuzen Ozzy İspanya’da Reina Sofia Müzesi’ne giren bir iki Türk’ten biri –hatta belki de tek Türk- sanatçıyken benim bloğu mu düzeltemiyecekti ki… Ona beni yeniden sizlere kavuşturduğu ve hayata döndürdüğü için öpüyor, Salamanca günlerimiz anısına buradan bir Cuba libre yolluyorum. Bugün hava muhalefetine muhalif bir şekilde üniversiteye intikal ettim. Akabinde eve avdet etmek için karlar arasında debelenirken “narin bağyannn” diye bir ses duydum. Üzerimdeki yorgancıdan taze çıkmış kıvamdaki palto, ayağımdaki Nazi çizmeleri ve annemin bir arkadaşının anneme yardım olsun diye (beni birilerine kakalama çalışmalarından bahsediyorum bittabi) ördüğü kendinden güllü mor şapkayla üzerime alınabilecek halde değildim, sizin de takdirinizle. (En yakın öğrencim sabah bu kılıkta beni tanımadı diyeyim, daha açık olsun durum.) Hemen kayarak olay mahallinden uzaklaştım. Uzaklaşmasaydım kadına çok pis dalıp “Ne bilicennn ulen, söyleyip söyleyebileceğin adrenalin yüklü ne var hayatımda!” diye Burhansal bir şekilde “hırtlağına” yapışacaktım yoksa. “Babamın yine evden kaçıp bana taşındığını, akşamları çay-boza gibi sıvılar tüketerek evde mevcudiyetini büsbütün unuttuğum televizyondan gelen ses eşliğinde kitap yazmaya çalıştığımı, hayatımdaki en renkli şeyin hamam sefası ve spor salonu olduğunu söyleyeceksen ben de tabanları yağlamazsan üç vakte kadar katil olacağımı bildiriyorum sana” diyecektim. 30 yıl sonra yeniden hamama gittim. Deniz’le Noemi girdik, Claudia çıktık. Üsküdar’da tarihi Çinili Hamam’daydık. Erkek olsam asla hamama düşmek istemem. Türk tipi, yerçekimine maruz kadın formatlarını görünce haleti ruhiyem bozulmasın diye gözlerimi kapattım ve haftada spor salonunu dörde, hatta beşe çıkarmaya, mümkünse spor salonuna iltica etmeye karar verdim. Kese, köpük kendimizi şımarttıktan sonra şımartma eylemine devam edelim diye kuaföre gittik. Saç, bakım, kaş, yüz, göz vs. Kaşlarımı alacak olan kıza “bakın, çok kötü olursa ağlarım, haberiniz olsun” dedim ya, demez olaydım. Dil pabuç, zeka kıvrak… (Yunanlıların deyimiyle dil pabuç, beyin çekirdek -glossa papuçi, mialo koukouçi- değil yani şansıma!) Ne dese beğenirsiniz? “Abla, sen kaşlarının şu haline ağla bence, eğer bir şeye ağlamak istiyorsan!” Bir saniyede yok etti beni wallahi. Bitirdi! Kendimizi şımartmaya gittik, maymun olduk anacııım. Ama kıza saygı duydum, ne yalan söyleyeyim. “Ağlarım” dedim ya, yalan değil…Yıllar önce, yine Belçika’da bir sempozyuma gideceğim. Son gün kaşları yaptırdım. Kuaförden Küçük Emrah gibi çıktım. Başladım ağlamaya. “Küçük Emrah gibi oldum, ben nasıl gideceğim bu kaşlarla Belçika’ya şimdi Merve yaaaa? Kardeşimden cevap: “Üzülme abla, Belçika’da kimse Küçük Emrah’ı tanımıyordur”. Yok anam, uğraşamayacağım bu yakın çevremdeki hazır-cevap insan kadrosuyla. Jübile, jübile! Eski ofis arkadaşım Serkan’ı everiyormuşuz. Çok heyecanladım, çünkü: 1-Serkan’ın evlenmesi İspanyollar’ın deyimiyle “en büyük kulelerin de yıkılması”, bizim kontekste sokarak Türklerin uzay çalışmalarında marka olması demek. 2-Serkan da evleniyorsa, insanın aklı bazen kısa devre yapabiliyor, işte tam o ana denk getirip uçan akıl yeniden yerine gelene dek en zeki mahlûkat bile evlilik kararı alabiliyor demektir. Bu da yalnız ölmeyeceğim anlamına gelir. 3- Serkan delisi düğün yaparsa, bu kır düğünü olur, ben de kırlarda hafızamı kaybeden dek Yıldız Tılbe şuursuzluğunda dans ederim anlamına gelir. Çok heyecanlıyım. Yaz gelsin çabuk. Bu esnada aramızda sabah sabah şöyle tam da uyumsuz tiyatroya layık bir diyalog geçti: -Sen de evlen. -Olmaz, ben seneye yokum. Napoli’deyim. Olay o değil ki, anacım. Serkan’ın evliliğe dair tek planı bana düzenleyeceğimiz sahte nikâhta nikâh memuru kılığına girmekti, annemin yıllar yılı cümle âleme saçtığı –ve mevcut durumda asla geri dönüşümü olmayan- altınları geri alıp kırışmaktı. Son birkaç ayda 15.000 km yapmışım! Ortalama her on günde bir ülkedeymişim. Şu anda en yakın arkadaşım ve tek özlediğim şey yatağım. Eylül başından beri gözlerimi açınca “ulan neredeyim ben?” sorusunu ısrarla soruyorum kendime. Serkan’la dertleşiyorduk. “Ne zamandır her sabah başka bir yerde uyanıyorum ve kendi kendime “neredeyim ben ya?” diye soruyorum, hafız” dedim. Beyazları büyüyen gözleriyle “Nasıl yani?” dedi Serkancığım. “Bir dakika, bir dakika, açıklayabilirim, hafız. Hiç sandığın gibi değil!” demek zorunda kaldım. Napoli’de yatağa nasıl yapıştıysam Encarna’nın yatağa istinaden benimle eğlenmesine maruz kaldım: İtalyanların deyimiyle “Cambio di destinazione d’uso”. Detaya girmiyorum. Var gücümle silip süpürmeye devam ediyorum. Son olarak Napoli’de neler yedim neler üzerinize afiyet. Encarna’nın Vezüv’e bakan yerlere dek camdan ibaret salonunda, erkek arkadaşının tasarladığı cam okuma koltuğunda keyfim keyifti hani. Bu Napoli’ye sanırım 8. gidişim ama Vezüv’ün lavlarından oluşan, en az Vezüv boyundaki diğer dağı ilk defa fark ettim. Encarna beni tam olarak bu ikinci dağda, tüflü toprakta yetişen bir brokoli çeşidiyle tanıştırdı: Friarielli. Onomastikte zirve! Bayıldınız değil mi kelimeye. (Serkan’ın bir çocuğu olursa adını Friarielli koysun bence). Her gün çamaşır yıkayan kadınların cenneti olan Napoli sokaklarında, taptaze peynirler satan bakkal amcalardan çeşit çeşit peynir alıp homini gırtlak yaptık. “Merve, ben neden zayıflayamıyorum sence?” sorusuna kardeşimin usanmadan verdiği cevap: “hayvan gibi yediğin için olabilir mi sence abla?”. Olabilir bence. Durun daha neler neler yedim. İçine vicdansızca yosun koyulan –ama pek lezzetli- bir hamur kızartması, rezene salatası, timballo alla siciliana… Öğrencilerime anlatırken acı çektiğim, dillere ve midelere destan bir Sicilya tatlısı olan “Cassata siciliana” buldum bir pastanede. Yanına bilimum tatlı ve bir de cappu söyledim. En son Sicilya’da Catania’da yediğim ve geceleri rüyalarıma girince daha canlı olsun diye gecenin bir yarsı üşenmeyip youtube’dan ünlü aşçıların cassata videolarını izlediğim (nasıl bir psikopat olduğumu anlayın diye veriyorum bu bilgileri) bu tatlıya karşı arifsiz tarifsiz bir zaafım var. O özlemle nasıl bir giriştimse, kahvemi veren garson bana çok anlamlı bakışlarla peçete uzatıp nereden olduğumu sordu. (Görünmeyen alt yazı: “Hayvan! Ağzını yüzünü sil! Bi daha da bu mahalde görmiiim seni.” Yakamın kürküne yapışan toz şekerleri, meşgul dudaklarım ve olanca İskit görünümümle ona yalan söyleyecek konumda değildim. “Türküm ben.” (Görünmeyen alt yazı: “Ay, çok pardon. Buyrun, buyurun. Afiyet olsun. Bir ihtiyacınız olsa, buradayım.”) İtalya’nın doğu bilimlerinde tek adresi olan L’orientale Üniversitesi’nde yıllık derslerimi verdim. Bu seneki konumuz yemekti. Sunumlar pek keyifli geçti. Dersin ortasında karanlıkta kalınca “ışık olsun" dedim ve tam o esnada birisi ışığı açınca çok fiyakalı oldu. Bir de ders ortasında eğlenceli bir Nokia çalıp susmayınca protesto için dersi bırakıp susana dek göbek attım ve öğrenciler nasıl bir manyakla karşılaştıklarını anladılar. (Napoli beni unutmayacak). Kendi adıma pek bir eğlendim. Seneye beni oraya hâlâ almayı düşünürler mi, inanın çok emin değilim. Beni öğrencilere sunan Arturo’nun Umberto Eco’nun en sevdiği öğrencilerinden biri olduğunu beni kahveye davet ettikten çok sonra öğrendim. Yoksa çenemden kurtulma ihtimali yoktu. İstanbul’a dönüp de Napoli maceramı anlatınca Nurten Hoca (yakın dostum ve eski Almanca hocam) “İşte bu yüzden kimseleri beğenemiyorsun” dedi. Yalan mı? Beğenemiyorum anacığım. Entelektüel seviyeleri –ki T.Ö.rkiye’de bu seviyeden ziyade seviyesizlik bence- hayalimin beşte biri olan adamların hepsi ya yüz yaşında, ya da o seviye gelirken Burhan’ca bir deyişle: mortingenşrayzeee…. Encarna’nın erkek arkadaşı bize enfes yemekler yaptı, ev şarabı getirdi. İstanbul maceralarını anlatırken ben de dağıldım. Özellikle bir sahne anlattı ki bir gün bir film yaparsam bu kareyi kesin kullanmam lazım bence. İstiklal Caddesi’nde gran tuvalet, pos bıyıklı, kravatlı bir adam, elleri arkasına bağlı, dikiliyor. Midye dolma satan adam ona elleriyle yediriyor. Nasıl? Ana bence büyük bir tarihçi. (Carabias) Babası ona hep “evladım, bunların hepsi öldüyse neden bu kadar çok çalışıyorsun?” diyormuş o Kastilyalı tatlılığıyla. İşte ben de şimdi kendime aynı soruyu soruyorum. Geçen Pazar kurabiyelerimi yapıp Erol’a gittim. Dünyalar tatlısı annesi, ben, Erol oturup dertleştik. Bu yaz kitabım biter bitmez “Fikrimizin Rehberi” kitabını okuyacağım sıcak yaz günlerini iple çekiyorum. Atatürkçü olmayı gurur sayarım efendimmm… Bu da bazılarına kapak olsun. Gezdikçe, gördükçe, öğrendikçe, dünyalar keşfettikçe, kitaplar devirdikçe O’na daha çok âşık oluyorum. Ölmeden önce O’na dair bir şeyler bulsam, gün ışığına çıkarsam, güzel bir Atatürk kitabı yazsam. Ölmeden önce yazdığım son kitap olsa. Ah, ah… Etrafa ve etrakı biidraka kızdıkça spor salonunda ağırlıklara veriyorum kendimi. Bir aydır ecnebi ellerde tek yapabildiğim spor kış mide sporları olunca kaslarım sizlere rahmet. Hocam “üzülmeyin”, dedi. Kas hafızası nam bir şey varmış… Kaybolan kaslar spor yapmadığınız sürenin üçte biri kadar bir zamanda geri geliyormuş. Anacıım, şu kas hafızası beyin kasları için de geçerli olsa keşke ve ben her okuyup seyrettiğimi unutmasam keşke. Defalarla tanıştığım insanlarla ilk defa karşılaştığımı sanıp onları hatırlıyormuş gibi yapmak zorunda kalmasam, her iki insanı tanıştırdığımda birinin adını mutlaka ve mutlaka unutmuş olmasam ve “haydi siz tanışın bakalım” diyerek rezil rüsva olmasam ne hoş olur. Film günü yaptık gençlerle, Transilvanya’yı izledik. Ben filmin hastasıyım ve ücüncüye izledim. Walakin buna bir inanan çıkmadı. Filmden hatırladığım en önemli şey adamın (Birol Ünel) hatun kişi için ormanın ortasında elektrik çalarak ağaçlara antika bir avize astığı. (Uzun lafın kısası Woody Allen’sal bir şekilde film sonrasında tek hatırladığım: Olay Transilvanya’da geçiyor. Hızlı okuma kurslarına giden bir Wood Allen karakteri Savaş ve Barış için: “olay Rusya’da geçiyor” der ya…) Bunları biliyor muydunuz? -Napoli’de Roma’dan çok kilise olduğunu. -Panico (Panik) diye bir İtalyan soyası olduğunu. -Vodka yapılırken destilasyondan sonra uçan kısmına “meleklerin payı” dendiğini. -Son üç ayda süper market ve spor salonu başta olmak züere pek çok mekanda ilahi bir şekilde “Gideceğim tek yer havaalanı” nam anlamlı şarkının çaldığını ve kardeşimle nerdeyse yere kapanıp güldüğümüzü. Amr Diab’dan “hiyye hayatiii va ruhi hiyyee” diye bir şakı dinliyorum ve diyorumda niye ben “huvvvvee, huvveee hayati va ruhiii” diyemiyorum diye düşünüyorum. Cevap Nurten Hoca’da.