18 Haziran 2012

PRONTO DOTTORE ya da ONE BIG MAN

    Geçen Pazar üniversiteye giderken (Pazar günü üniversitede ne işim olduğunu açıklayabilecek durumda değilim galiba, yapacak daha iyi bir işim olana dek böyle devam edecek) çok sevdiğim yayıncım Çağatay Bey’i gördüm. “Zayıfladın mı sen?” dedi. “Evet”, dedim “kişilik olarak”. Kahkahayı patlattı. Sonra da şaşırdı, “buracıkta mı çıktı bu cevap” diye. Sonra bir düşündüm de, her zaman fren intikal mesafesi bu kadar kısa olsa kimlere neler neler derdim. Hele hele son günlerde.
      İslam Korkusu biter bitmez yeni bir aşk romanı yazacağım. Mutfakta geçen komik bir aşk romanı. Aşkın kendisi komik olmazsa çekilir yanı pek olmuyor malum. Mesela kitabımın yeni başkahramanlarından Hande’yle dün gece elimizde şarabımızla bizim evin önündeki sahilden ayaklarımızı denize sallandırarak erkek milletini tefe koyup onları madara ederken yarısını yazdım zaten. Yatak odası ile kütüphaneyi birbirine karıştırmamak gerekmiş. Hande öyle diyor. (Amanda da fosil koleksiyoncusu derdi.) Allah hiçbir erkeği bizim dilimize düşürmesin anacığım. O anda yok ediveriyoruz dev gibi adamları. (Daha doğrusu dışarıdan dev gibi görünleri)
      Hande’yle Kültür Koleji’nden tanışırız. İkimiz de kimsecikleri beğenmeyip, iki tane arkadaşla okulu bitirmişizdir. (Uyumsuzluktan değil vallahi billahi,  teessüf ederim.) Ben Özlemciğim’le tüm devamsızlık haklarımı Köprüaltı Kemancı ve Rock konserlerinde harcardım. Hande de okulun en yakışıklı iki erkeğinin en yakın arkadaşı idi. (Bunlardan biri de Kenan Doğulu idi. Birlikte gitar çalarlardı. Ben çalamadığım için çalan yakışıklılarla çıkardım: “Burada çalınmışı var”). Düşündük de neden Boğaziçi’nde samimi olduk, neden geciktik diye, cevabı hemen buluverdik: Okul ikimizden doğan enerjiye hazır değildi.
      Hande sadece romanımın değil hayatımın kahramanı. Bunu kendisine daha önce de söylemiştim. Neden mi? Çünkü kocasının kaşlarını alırken yataktan düşüp kolunu kıran, on gün boyunca hiçbir şey olmamış gibi çeviri yapan, sonunda tanıdık bir ortopediste gidip aslında kolunun kırılmadığını ispatlamaya çalışırken başarıya imza atamayan ve bir sonraki sahnede arkadaşı olan bir veterinerden aldığı alçıyla kolunu alçıya alan, sonra da sıkılıp alçısını Çin makasıyla kesen başka birini tanısam onu yapardım kahraman. Ama şimdilik tanımıyorum. Bir de Sardinya’dan kalkıp gelen kocasının yaşadığı travmayı düşünün ilk zamanlarda. Neyse ki o da aynı marka, aynı model çıktı da gül gibi geçinip gittiler. Maurizio’yu da hatırlar sevgili okuyucu. Geceleri laptopunda Sardinya radyosunu açıp yatan, -ki radyo belli bir saatten sonra haberlere bağlanıyor-,  bunu takip eden günlerde ortamda bir şey duyunca “ulan, ben bunu biliyorum, ama nereden?” diyen Sardo eniştemiz. (Hafızanın altı kirli çıkı gibidir).
      Hande’yle benim Sardinya’da belediye başkanı olan eski sevgilimin videosunu izledik. Hiç değişmemiş. Hala ceketinin içine ceketle aynı renkte yelek giyiyor.  Birden hatırlayıverdim neden kaçtığımı tam da o an. O da sol tendanslıdır. Şimdi Don Camillo’daki komunist belediye başkanı Peppone’nin ta kendisi oldu galiba. Sardinya belediyesine işiniz düşerse, haberim olsun J Hamili kart yakinimdir. (Bu arada hamil, hamal -ki doğrusu hammal-, hamile, hepsi Arapça “taşımak” fiilinden geliyor, özledim ben Arapça’yı, temmuz’da dönüyorum kursuma.) Onunla Sardinya-Korsika yolunda kavga edip ayrılmıştık. (Hem de ikinci defa başladıktan sonra) son on yıldır hayatımdan sildiğim insanları asla affetmemek gibi bir spor içindeyim. Geçen akşam, bu hafta hayatımdan kimleri sildiğimi saydığım Cafer’in şaşkın bakışlarına kuzenim Ozzy'nin verdiği cevap beni özetliyor: “O da bir şey mi be? Kuzenim ülkeye küstü büsbütün. Macaristan’a küstü geçen hafta, daha da gitmezzz”. Wallahi de doğru, öyle de bir küsme kapasitem var hani.
     Hande bana Dağlarca’nın Yazıları Seven Ayı kitabını almış. (Geçen gün YKY’de okuyup ağlamış, makyajı akmıştı hatırlarsanız. Kitapçı ona kolonya ve selpak vermişti.) Başucu kitabı onun. İçine bir baktım, amanin, ağır depresif. Daha ikinci sayfada annesi ölüyor ayının. Ossaat anladım neden bizim halk doğuştan psikopat oluyor. El âlemin çocukları Küçük Prens’le, sevgiyle, umutla büyüyor, biz de bunlarla işte. Haa, Diyet’e ne demeli? Anam daha çocukken bozuluyor bizim psikolojiler. Var mıdır dünyanın başka yerinde bacak kadar ilkokul çocuklarına kolunu kesip atan adamın hikâyesini anlatan? (Yeşil Şövalye de kafasını kesiyor gerçi, ama sanırım İngiliz müfredatı bunu bebelere okutmuyor.) Hah, al başına belayı sonra. Ben de diyorum bunca duygu sömürücüsü nereden bitiyor hayatımda mantar gibi? Ömer Abi, sen ne yaptın abim ya??
      Anlayamadım gitti bu Doğu toplumunu, bu arabesk psikolojiyi gitti. Anam, kim programladıysa beni Avrupa’yı net olarak çekiyor ruhum. Frekansım bu. Hatta doğu karışınca bende de ayarlar çöküyor. Someone should adjust my settingsss yeavrooom… Artık ağlak zırlak erkek sesi duymak istemiyorum etrafımda. En saygı duyduğum erkek tipinin içinde bile zavallı bir kene yaşıyor yahu… Anacım bunların ruhlarını, şereflerini, haysiyetlerini kemiriyor bu kene. Sonra dolaşıyorlar etrafta insanız diye. İnsan ben olayım. (İnsan Arapça “unutan” demek ya, öyle bir gönderme yaptım, dipnotunu da yuları çektim izninizle.) İspanyollar chantaje emocional der, duygu şantajı. Ayy, midem bulandı wallahi. İmdat, alooo, İtalya mı? Pronto?
    Hande’nin oğlu Massimo kakasını yapmayınca korkutmak için doktoru arıyorlarmış. Maurizio “Pronto medico?” (Alo doktor?”) deyince Massi de ıkınıp elinden geleni yapıyormuş korkudan. Türk eğitim sistemi anacım bu, bulaşıcı. İtalyan’a da bulaştı. Bu sabah sevgili Merve’nin (Kırımlılar) gönderdiği bir mesajla ofiste anlaşılmaz kahkahalar koparttım. Küçükken babası sallanan dişini iple çekmek için peşine düşermiş. Bir gün dişi iple kapıya bağlamış. Beklenmedik bir şey olmuş. Kapı çarpmış ve sadece diş çıkmakla kalmamış, kapı da kafasına kapanınca kafada yakışıklı bir şiş olmuş. Benim babam da iple çekerdi dişimi. Sonra kargalara atardık. Merve bunlardan bir kitap yapsın artık, bekliyoruz!
      Hande neden kahramanım? TC ve Akdeniz sınırlarında gördüğüm en kendisi gibi kız olduğu için. Hande çay içmez de, yapmaz da. Tedavülde olmayan bir çaydanlığı vardır evde, ama yerini bile bilmez. Mesela eve boyacı ekibi gelir. Çay isterler. Hande ne der? “Yapamam, kusura bakmayın. Hem siz çalışmaya geldiniz, ben zaten hamileyim, çay yaparsam ne olur? Ben çalışmış olurum. Oysaki çalışacak olan sizsiniz.” Sonra yumuşar ve: “Alın çaydanlık, kendiniz yapın çayınızı madem”, der. Ben de onlarda Lavazza d’Oro varken çay may istemem zaten.
      Piya’yı özledim. En sevdiği evcil hobisi Mete Amca (Hande’nin babası) ile buzdolabı izlemekti. Buzdolabını açıp günbatımı gibi izlerlerdi. Mete Amca da az komik değildir hani. En sevdiğim hikâyesi (ki muhtemelen bininci defa anlatıyorumdur) bir gün Mahmutpaşa’da giderken birisine yol sormasıyla başlar. Adamın koltukları altında iki koca karpuz vardır. Yere bırakır, kollarını havaya kaldırıp şöyle der: “Ne bileeeyiiim ben!” Mete Amca koskoca Atina’da bile kaybolmaz. Onu iki günde herkes tanımış. Hande Plaka’da babasını ararken bir garsona dilinden geldiğince anlatmış, bizim Yunan garson da onu gördüğünü şöyle ifade etmiştir: “Yes, one big man!”
     Gördüğünüz üzere yeni romana hazırım. Beş yıl önce yazmış olmam gereken romana başlıyorum bu yaz. Erkek kahramanım da Hronis. Yine bir günlüğüne de olsa Atina’dan kalkıp geldiği günlerden birinde Aslı’lara yemeğe gitmiştik. Güya Fransız olacak koca Thomas bize şöyle sormuştu? “Vatvucyulayktudrink? Kola, fanta, kefir, ayran?” Ben kefir denen şeyi Thomas’dan öğrendim. Ama akşam yemeğinde bir Fransız’ın soracağı soru mu bu anacım? Hronis’in gözleri yemekte şaşkınlıktan tavada yumurta gibi olmuştu. Maurizio da olaya arkadaki konsolü açıp misafirliğe geldiği yerde bir şarap çıkararak müdahale etmişti. Son karelerden birinde Hande ve Hronis beni çizgi filmlerdeki gibi belimdeki kemerle plaj çantası gibi taşıyorlardı.
      Mehmet Hoca heykel sergisi için Van kahvaltısı getirtmiş okula. Allahım, sana geliyorum. Çatlayana karda yumulduk murtağaya, kavuta. Her zamanki gibi yan yana gelince başladı bir eğlence. Fuayede herkes ciddi ciddi sergi geziyor, bizdeki sohbet sevgilisinin adını yazdırıp dövmesini sildirmek zorunda kalanlara kaydı. Aynı anda Mehmet Hoca’yla aynı espriyi yaptık: Ben listeyi sırtıma yazdırsaydım, tıp bile silemezdi. Kendisi ecnebi damat adaylarına kahve yaptırıp az teste tabii tutmamıştır. (Hronis gecenin yarısında kahve çektirmek için Şişli yollarına düşmüştür.) Türk kahvesi yapabilenler arasında seçiyoruz biz onları. Mehmet Hoca’nın ofisinde eskiden şöyle yazıyormuş:  Lütfen kurtarmayın! (Bundan sonra mottom). Komunizm parayı bulana, feminizm kocayı bulana kadar. Mehmet Hoca buna şöyle bir ekleme yapmış: Ateizm uçak sallanana kadar.
       Emrah beni çok güldürüyor. Sanki kendisi daha akıllıca bir dünyada yaşıyormuş gibi bana  “Özlem, sen hayal âleminde yaşıyorsun, Türkiye’de değil”, diyor. Anacım, hayal âleminde yaşar halimle etrafımdaki şerefsiz korkaklara bu kadar dayanabiliyorum. Ya bir de Törkiye’de yaşasa idim?
      Kaan Ökten yine enfes bir çeviri ile karşımızda. Lambda. Aristoteles Meydanı’nda okuyasım vardı bu kitabı, ama Girit, Sakız, Sisam ve Kos da uyar. Kitabın Yunanca satırlarına bir bakınca hemen yeni bir şey fark ettim kendimce. Ousia (ki var olan şey demek), bugün Yunanca’da sıfatlarımızdan isim yaptığımız bir ek. Çok hoş değil mi? Yani şöyle: seni gidi şirin şey… Bildiniz di mi? Ben gidiyorum haftaya. Oh, iki hafta Aristoteles’in memleketinde cirit atıyor olacağım. Havada çok pis aşk kokusu var anlayacağınız…
      Tüm korkaklara ve şerefsizlere Serdar’dan geliyor. (Aristo’dan sonra da olmadı, ama neyse): “Yüreğimdeki nefretin bile sana yok gidesi.”
      “Aşk juke-box gibi bir şey, Nosta. İçine atacak bozukluğun kalmadığında ses gelmez.”
  -Pronto,  dottore!

14 Haziran 2012

M’EKAPSES MALTA ya da YAKTIN BENİ FAKRİ ABİ

     Malta’da kale, hendek, şehir, deniz kıyısı derken güneş altında Akdeniz tarihi anlatmaya uğraşırken bir günde marsık gibi yanmışım. Günün son güneşinde bari havuza girelim diye otele döndük. Kendimi bikiniye verince bir de ne göreyim? Amele yanığı olmuşum! NATO’dan 8 ülkeden 33 asker vardı ya, Babil kulesi! Bir tek Bulgar’la Bulgarca konuşamadım. Neyse, havuza girmeden bizim delikanlılara o halde yakalanınca önce Yunan arkadaş gelip “ooo, mavrisma tou taksitzi olmuşsun!” dedi. Taksici karası! “Açıklayabilirim”, diyemeden Amerikalı bir arkadaş ve kız arkadaşı gelip “oo, hocam, farmer’s tan olmuşsun çok fena” demez mi? Ağzımı açamadan Fernando geldi ve “Oo, Özlem, moreno del camionero olmuşsun ya!” dedi üzerine. Kamyoncu yanığı! Hemen kendimi havuza atıp travmadan kurtuldum. Çıkınca da bizim Yunanlı’ya dönüp “M’ekapses Malta” dedim. Yunanlılar ucuz etin yahnisi babında “M’ekapses marka” (yaktın beni marka) diyorlar. Ben de biraz uyarladım onu, bence komik de oldu hani. Ama sadece iki kişi güldük kek gibi.
     Malta muhteşem geçti. Bir daha Türk antagonizmi yüzünden ayağımı basmayacağıma söz vermiştim, iyi ki de döneklik yapmışım. Harika insanlarla tanıştım, güzel dostluklarım oldu. Çok şey öğrendim. Genel olarak gezinin 2. Dünya Savaşı kısmını anlatan Christopher, Filipin kökenli Ian ve bir Yunan arkadaşla komün halindeydik. Fıkra gibiydik yani. Çok meşhur bir Türk tarihçisinin minesweeper olduğunu ondan öğrendim. “Minesweeper”ın mecaz anlamı daha çok hoşuma gitti. Bardaki artık içkileri tek tek içen şahıs.
     Malta sağlam kaleleriyle ön planda. Adamlar Türkler geliyor diye yatıp kalkıp kale, sur örmüşler. İki araba boyunda kale bedeni var, olacak iş değil. Adanın en büyük geçim kaynağı 1565 Osmanlı saldırısı. Videolar, şovlar, müzeler, turistik eşyalar, broşürler, suyunu çıkarmışlar anlayacağınız. Ama beni esas vuran “1565 victory” marka yerel biraları oldu. Sözün bittiği yerdeydim anlayacağınız.
    Akdeniz tarihi sınavlarımda sormayı sevdiğim bir sorudur. Malta başkentinin adını nereden alır? Onu savunan üstadıazam (Grand Master) La Valette’den. Bu sefer âşık oldum adaya tek kelimeyle. Sanırım bu çevremdeki iyi enerjiden kaynaklanıyordu. 7 değişik noktada Malta, Akdeniz ve korsanlar üzerine konuşma yaptım. Sonuncusu en komiğiydi. Otobüste en önce elimde mikrofonla konuşmak zorunda kalınca hayatta ruhsuz bir tek iş beceremediğimi anladım. “Eye contact” olmadan yapamıyorum, diye sızlanmaya başlayınca NATO Amerikan askerlerinden muhteşem insan Robert yanıma geldi, otobüste dikildi, bana döndü ve “bana anlat o zaman” diyerek 15 dakika bu şımarık kızı avuttu. Anglo-sakson nefretim onun ve Christopher’ın sayesinde geçmeye başladı galiba.
     Maltız, grameri ve bir kısım vokabüleri Arapça, bol İtalyan loan-word’lü bir dil. Tonasyonu Arapça. Adalılar medeni insanlar. Yaya kaldırımı olmayan yerde bile duruyorlar. Güler yüzlüler. Sanırım onları da sevebilirim artık. Beni Malta’da en çok mutlu eden şey tapındığım bir Sicilya tatlısı olan cassata’yı burada bulmam oldu. Casata, Arapça “kase”den geliyor. Sanırım burada patent meselesine takılmamak için tatlıya cassata değil, bademli tatlı diyorlar. Ada o muhteşem kehribar rengi, majestik yapıları, kristal denizi ve düşük fiyatlarıyla çok gidilesi bir yaz tatili “destino”su. 1 pint bira 2.2 avro. (Ulan, paragrafta Türkçe kelime yok. Bu yaz Türkçe kursuna gideyim bari) ben şahsen gelecek yaz sevdiğim birkaç arkadaşla körfeze bakan bir ev kiralayıp kendime eğlenceye vermeyi düşünüyorum Malta’da.
      Son iki ayda başıma gelen üç vakayla Türkiye’nin hastalığını çözdüm: kadına yok muamelesi yapmak. NTV’de çıktığımız bir programda o zaman kadar çok sevdiğim ve saydığım profesör konuyu biraz mizansenle anlatmaya başlayınca “siz zaten romancısınız” demişti. Geçen hafta İlber Hoca NATO askerleri önünde bana “She cooks very well” deyip beni aşçı yaptı. İki gün önce de bir hocamız hayatta bir daha öyle kurgu bulup, öyle kıvrak dil yaratamayacağımı sandığım Sultan’ın Mutfağı’nı nasıl bulduğunu sorduğumda bana “ansiklopedik” dedi. Onca parala kendini, kelime avcılığı, dilbazlık yap, ola ola ansiklopedi yazarı ol! Bu sabah düşündüm de bu üç şahıs da erkek, tarihçiyken romancı, araştırmacıyken aşçı, yazarken ansiklopedici yaptılar beni. Bir düşünün bakalım neden? Çok sayın geçmişim, geçmeme izin ver. Yol verrrr, yol ver… Buradan sesleniyorum hepinize. Hepsini de iyi yapıyorum, var mı diyeceğiniz! Üstelik ayrıca güzel de yemek yapıyorum. Çatlayın. Yemem ben bu underestimate ayaklarını!
     Aşkın Beş Hali kitabım yeniden çıktı Doğan’dan. İspanya’dan ödüllü, ama her güzel şey gibi memlekette kaybolup gitmişti. Bu sabah TGRT’de canlı bir programa katıldım. Tam stüdyoya girerken kız gelip “aman, sakın şarap ve diğer alkollü içeceklerden bahsetmeyin, bizde yasak” demez mi? Ulan 38 yaşındaydım, o saatte 39 oluverdim! Neresi burası kardeşim? Nasıl bir tiranlık burası? Bir de başbakan çıkmış “herkese özgürlük” diyor bu hafta! Ağzım açık kaldı a dostlar. İşin komiği kitap İspanya’da “Cuentos de vino” (Şarap hikâyeleri) alt başlığıyla çıktı. Ayy, anacım, nasıl söylesem bilmem ki? 5 harfli, kırmızı, beyaz, roze ve yeşil renkte olur, içince insanın ser’i hoş olur. Ondan işte, anlarsın ya! Bir daha TGRT’ye prensip olarak ayağımı basmayacağım wallahi.
        Piknik sezonu açıldı. Üsküdar-Beylerbeyi hattında göz gözü görmüyor mangal dumanında. Üzerime sinen kokuya köpekler saldıracak anacııımmm. Ulan, Türk milleti, piknik denen şey Avupa’da 19. yüzyıl tablolarında bitti anacım. Piknik kelimesi bile yok dillerde. İspanyollar “merendar en el campo” (kırda ikindi kahvaltısı) diyorlar, sözlüklerinde yok “piknik”. Japonlar bile çalmak zorunda kalmışlar. (Pikiniku şimas) 21. yüzyılın göbeğinde şehir içinde piknik yapan tek millet olmakla övünebiliriz bence. Suyun, oturacak yerin, masanın olmadığı ortama gidip de sefil olayım diye kendini kasan tek akıllı halk biziz. Kutsa bizi peder!
       Haaa… Fakri Abi’ye gelince. Hoşça kal Milano, Hoşça kal Aşkım kitabımdan gerçek bir kahraman Ahmet. Ha ben hiç görmedim, o başka. Canım arkadaşım Aslı’nın (Amanda) görmüşüm gibi anlattığı çılgın figürlerde. Florya’da yaşadıkları zaman apartmanda üst katta oturan ve geceleri evdeki çocuk nüfusunun çuvalla dolar taşıdığı bir evin babası. Kürt Ahmet olarak biliniyor. Karısını sarışın bir hatunla aldatıyor, yenge de bunu bir kez görmüş, yıkmış ortalığı. Bir sonrakine onu vurmaya yemin etmiş. Yenge  Laz bu arada, yakışır. Aslı’nın babası Fahri Amcam da bir gün eve dönerken yengeyi görünce ona komiklik olsun diye “senin Ahmet’i gördüm, sarışın bir kadınla hamama gidiyordu” demez mi? Ama hiç komik olmuyor.  Nereden bilsin Ahmet’in tam da böyle bir sabıkası olduğunu! Yenge fırtına gibi merdivenlerden yukarı çıkıyor. Bir sonraki sahnede daha Fahri Amca kapıyı bile kapamadan Kürt Ahmet çoraplarıyla ışık hızıyla aşağı iniyor, arkada yenge, elinde silah bittabi! Ve acı bir replik: “Yaktın beni Fakri Abi!!!”
     Aslı Paris’e taşındı. Artık romanlarıma kurgusal kahramanlar bulmak zorunda kalacağım. Ne güzel, o anlatıyordu, ben yazıyordum. Aşkın Beş Hali’ndeki Aslı ta kendisi! Aslı gibidir yani. Daha fazla kötü espri yapmadan sizi 2005 yılında çıkan Kaçılın Türkler Geliyor kitabımın son diyaloğu olan piknik macerasıyla baş başa bırakıyorum.  Başkahramanlarımız Türklerin AB’ye girme sürecinde komisyonda “uyum” işlerinden sorumlu başkan ve yardımcı Kayz. İkisi de Belçikalı. Bakalım bu iki delikanlının sonu ne olmuş Brüksel’de Türkleri AB’ye adapte etmeye çalışırken. Öptüm anacııımmm…
   

İKİ YIL SONRA KOMİSYONDA


-Ne lan bu sıcak. Hani Mart kapıdan baktırıp kazma kürek nevi şeyler yaktırırdı. Bu Türklerin atalarına bile güven kalmadı artık.
-Evet başkanım. Ne zaman oldu ki kalsın.
-Biz de şöyle yengenle hafta sonu dağa çıkalım diyoduk. Kaymaya.
-Ama başkanım siz kaymayı bilmezsiniz ki.
-Oolum, Kayz. Sinir etme adamı. Biz de yengeyle kar üstünde kaymayacaktık zaten. Annarsın ya.
-Anlıyorum, efendim. Bu durumda ne yapacaksınız?
-Hava pek güzel, diyorum Kayz.
-Haklısınız. N-304’le Brüj’e giden A-312 karayolunun birleştiği yerde çok güzel bir piknik alanı var. Mangalı kapıp oraya mı gitsek?
-Orası artık avcumun ayası gibi dümdüz, Kayz. Az ötedeki A-534 çıkışındaki çimlikte çimsek.
-Ok, başkanım. Ben şööle çifte çekilmiş iki kilo kıymayla, karışık sakatatı da kapar gelirim. Yenge de tüp, top ve tavlayı da alır.
-Benimkiler kirli, yengen daha çitilemedi. Sen senin dolaptan bana bi de temiz İbrahim Tatlıses fanilası kap gel.
-Emrin olur başkanım. Akşam da Sikender Abi’min kızı evleniyo. Gider iki tüyo oynarız. Pastamızı yer, limonatımızı içeriz.
-Konvoya da katılırız Kayz. Ben de yengenin kenarlarını yeni oyaladığı havlulardan iki tane kaparım. Aynaya dolar takılırız peşlerine, basarız kornaya daaaaaattt diye en fiyakalısından. Deşarj oluruz anasını satiim.
-Oluruz (dıııttt) koyim, başkanım.
-Fotomaç aldın mı Kayz?
-Unutur muyum başkanım. Ekmekten önce onu aldım valla.
-Afferim. Bravosun Kayz. Netekim düğünden erken sıvışabilirsek bizim kayınçonun evine Napoli-Aytovıın maçını izlemeye gidebiliriz. Delikanlı çuvalla yuvro sayıp özel kanal çektirdi eve.
-Süpermiş. Allah daha başka kanallar kısmet etsin efenim. Gözümüz yok. Bu arada bi cigara alabilir miyim başkanım. Ben sigarayı bıraktım, artık paket almıyorum.
-Bu repliği dokuz aydır duyuyorum Kayz, ama olsun, al bakalım. Şu çorabın içinde bi paket olacaktı.
-Sağolun başkanım. Diyorum ki, devre arasında da bir iki Azerbaycan televizyasına bakar güleriz.
-Hı ha haa, güleriz tabii len Kayz. Ricoyzzz reklamı çıkarsa daha bi ballı olur. Çimirem, çimirem, çıkıremmm. Züpermiş vaaa.
-He valla başkanım. Hatta iyice bayarsak karşıdaki pizzacıdan bütün apartımana pizza söyler, sonracıma delikten bakıp eğleniriz. Nası fikir ama?
-Yaratıcı diyemiycem Kayz. Bunu Türkler yıllar önce keşfetti biliyosun. Daha renkli, daha canlı bişiler üret. Öyle bişi üret ki, yaratıcılıklarından utansın herifler.
-Bu konuda onlarla sidik yarıştıramam efenim. Klasmanım yetmez.
-Haklısın Kayz. Bu şimdilik bizi aşar. Onu bunu bırak da şurdan bi peçete kap gel de  ayakkabıları bi parlatalım.
-Fazla parlatmayın başkanım. Cumada tikat çeker, camiden önce sizin ayakkabılar yürür maazallah.
-Afferim Kayz. Kafa tıkır tıkır çalışıyoo. Şu Cuma olayını harbi çok tuttum valla. Gidip olaya eşlik ediyor, amin filan diyoruz ama inşallah kötü  bişi söylemiyolardır. Ben pek annamıyorum da.
-Ben  de annamıyorum, efendim, ama eşi dostu görme açısından iyi oluyo. Haftada bi kitleye katılıp, olaydan uzak kalmıyoz bu sayede. Artık umut verici şeyler öğreniyoruz cemaat içinde.
Ne güsel  dimi başkanım. Hepimiz dirilcez ve bi daa hiç ölmiycez başkanım.
-Ben bu hayattan bi tane daha yaşayamam Kayz.
-Yaşayın, yaşayın efendim. Ücreti neyse veriririz. Nı ha haaa… Parasıyla diil mi!
-Eskiden olsa beynin kısa devre yapıyo galiba derdim, ama artık bana da komik geliyon len Kayz.. Komik şey! Daha önce bi yerde şebeklik yaptın mı?
-Nayır efendim. Siz daha önce başka bi yerde orangutanlık yaptınız mı?
-Nı haaa.. Ooolum, komiğim. Canımsın Kayz. Gel el altından bi yerlerde şerdan çurbası bulup yiyelim. Canım çekti (dıııt) koyiim.
-Arslansın patron. Yaşasın sirke ve sarımsak! Gidelim(dıııt) koyiim…