31 Ekim 2012

SARDUNYA BİR ÇİÇEK ADIDIR!



      Aklım sıra gönderme yaptım. Kitap İspanyolcadan Türkçe’ye bile çevrilmedi. Neden, kim anlasın ki “Malena bir tango adı değildir” nam kitaba akşam akşam saçma sapan gönderdiğimi. Almudena Grandes nam hatun yazar, İspanya’da bir numara. 23 yaşımdaykene bir kitabını çevirmiş, sonra da tesadüfen Napoli’de karşılaşmış, tanışmıştım. (Hülya burada olsa “tesadüfen karşılaşılmaz” derdi, ama ben vurgu yaptım).Ama biraz bekler, bana bir şans verirseniz konuyu bir yere bağlayacağım, kısmetse. Malum İslam Korkusu kitabı yakın dostum Hülya’nın editörlüğünde düzeliyor. Bu sayede annemden çok onu görüyorum. Yıkılıyoruz gülmekten. Kitabı nasıl bir psikoloji ile yazdıysam çoğu zaman bir mok anlaşılmıyor. Hülya da yanlara şenlikli notlar düşmüş bizim dilimizde. “Espürü nedir?” diye bir notu var ki, yıktı beni. “Bir şey anladıysam Arap, Sarazen, Mağripli olayım” şeklinde yorumda bulunmuş. “Burada ne demek istedin?” diye soruyor. Allah bilir hangi kafayla yazdıysam ben bile anlayamıyorum. Aynı Japonca tuttuğum günlükler gibi: şimdi ben bile anlayamıyorum! Evde çalışırken neyse de, okulda ya da yayınevinde çalışıyorsak dışarıya çıkan kahkahaları şöyle açıklıyoruz: “Ekmek Kuran çarpsın çok ciddi ve acil bir iş yapıyoruz!” Diğer bir taraftan Halil Hoca da kitabımı okuyor. Bugün bana telefonda “tam senin kitabını okuyordum”, diyerek kitaptan bir cümle okudu. (Cümle üzerinize önceki hayatında tek başına bir paragrafmış.)  Halil Hoca kibarlığından koskoca cümleden on küçük cümle yapılması gerektiğini söylemedi, ama ben anlayıverdim.
     Dönelim İslam Korkusu’na. Dünya dünya olalı böyle eğlenceli İslam korkusu kitabı görmedi. Hülyacığım anlaşılmayan yerleri işaretleyince kitapta yer kalmamış. Biz de onları sabırla, kahkaha komaları arasında düzelttik tabii. Taze yaşanmış bir örnek alalım. Endülüs’te bir kadın esirin satılması söz konusu. Mekân: esir pazarı. Sonunda onu alacak biri çıkar. Şimdi bir de benim kurduğum cümleye bakalım: “Fakat sonunda sevgisinde samimi bir delikanlı gelir.” Hülya’dan yorum: “Sen paradan haber ver! Esir pazarı kızım burası! Ne sevgisi, ne samimiyeti!” Burhan Altıntopsal bir replikle benden cevap: “Heee, dağammm  o zaman”.  Pasajı bir daha okuyunca koptuk. Ben de kendi kendime sordum tabii “Kızım kereviz, bu neyin kafası?”. Anacııım, aşk romanları yazmaktan mı sapıttım, yoksa dışarıya ayı taklidi yaparken içime sakladığım duygusallıktan böyle oluyor bilemiycem vallahi. Yoksa uyurgezer oldum da geceleri kalkıp kalkıp romantizm kursuna mı gidiyorum, bilemedim a dostlar.
        Size Hülyacığım’ın kitabımı nasıl kırptığını anlatmıştım. (Son halini bana verdiğinde şöyle kalmış olacaktı hatırlarsınız: “Ali gel”.) Az bile kırpmış. Benim kitap 520 kitap sayfası olmuş, hem de Doğan Kitap’ın devasa sayfa boyutuyla! Hülya yanımda kırpmaya devam ederken ben de şöyle bir komplo teorisi geliştirdim. Hülya kırptıklarımdan bir “İslam Korkusu 2” kitabı yapıyor. Ben fuarda kitap imza günümde önümdeki kütük gibi kitapla sinek avlarken, Hülya Türk okuyucusuna hitap eden az sayfalı kitabıyla imzalara yetişemiyor. Üç dört arkadaşını da seferber etmiş, onun imzalayamadıklarını arkadaşları imzalıyor, ortalık yıkılıyor. Nasıl sahne ama?
       Dünyanın kayıtsız şartsız en güzel adasından geliyorum: Sardinya’dan. Tek kelimeyle mikemmel denizi, leziz ötesi mutfağı ve renkli tarihinden de önemlisi insanının katıksız dostluk ve samimiyeti. Geleceğimi duyan tüm dostlar bana sürpriz yapmışlar. Harika bir doktora sınıfına etimolojik bir yemek tarihi konferansı verdim. İtalyanca konferans vermenin benim ve -dolayısıyla dinleyenler- için en şenlikli yanı hayatta her şeyi İspanyolca düşündüğüm için zaman zaman -daha ziyade hiç olmayacak zamanlarda- araya İspanyolca bir kelime karışması oluyor. Mesela “burro” İtalyanca “tereyağı”, İspanyolca “eşek” demek. Bildiniz mi şimdi az ve öz rezaleti… Bu arada, hazır konu açılmışken ilk defa eşek eti yediğimi söylemeyi de unutmayayım. Kömürde ızgara eşek etini bir yiyen bir daha başka bir şey yemez. Bayıldım! Çok küçükken Çetin Altan’ın bir kitabında okumuş ve yıkılmıştım. Topkapı surlarının ardında at ve eşek etinden yapılan sucukları anlatıyordu esefle Çetin Altan. Malumunuz ben 2 yıl önce salam-sosis-sucuk üçlüsüne veda ettim. Kardeşimin tıp fakültesinden bir hocası memleketteki bu üçleme markaları üzerine bir deney yapmış. Sonucu söylemeyeyim, sadece şunu söyleyeyim: siz de bırakın!
     Güzel Sardinya’ma dönelim biz. Gördüklerimi boş verin, yediklerimi anlatayım. Tüm zamanların en karizmatik hocası Gianni vardığım akşam bizi enfes bir restorana götürdü. Özlediğim her şeyi yedim. Patates bazlı, şeklen hınkalın aynısı olan Sardinya spesiyalitesi culurgonisleri lop lop yuttum. Sonra içi eriyen peynirle dolu, kocaman yuvarlak kızarmış bir makarna hamuru olan ve dumanı tüterken bala yatırılarak yenen sebadaları da yuttum. Tereyağında pişmiş parmesanlı dil balığı yedim, bayıldım.  Oh, adanın yerli içkisi mirtodan içtim. Gece yemeğinin  ilerleyen saatlerinde Luca sürpriz yapıp geldi, balığa yetişti. “Çocukları uyutup kaçtım” dedi. Bütün arkadaşlarım üremiş, çoğalmış. (Oh, ne güzel, dünyayı Sardinyalılar sarsa, hayat kurtulsa.) Konferans sonrası Il Gatto nam çok şık bir pizzacıya gittik doktora öğrencileriyle. Bir sonraki yaşama da yetecek kadar güldüm. Benden üç yaş küçük dünya tatlısı Eva nam bir kız var idi ki, şovda tek kişilik dev kadro. Anlattığı sayısız hikâye arasında en çok okuduğu Katolik okulunda yaşadığı protest hayatı sevdim. “Anneni mi daha çok seviyorsun, tanrıyı mı?” “Annemi”, “O zaman şimdi şu karanlık odada iki saat düşün bakalım”. Birkaç defa daha “annemi” dedikten sonra “Tanrıyı” diyerek yırtmayı öğrenmiş. Eva dini sistemi bir güzel alaya alarak okulu bitirmiş. Gianni de Cizvit okulunda okumuş, ama daha genç yaşlarında koca bir komünist olmuş. Malum Katolik okullarında Latince, Yunanca, felsefe, retorik ve bilumum enfes ders en muhteşeminden öğretiliyor.  İsteyen sadece eğitimi alıp, ruhuna dini kısmı sokmuyor, donanmış şekilde kaçıyor. Bir de bizdeki hale bak.
      Öyle çok güldük ki, çocuklar beni damarlarımda dolaşan %50’lik alkollü mirto ile otelin kapısına bırakırlarken Gianni onlara “dikkat edin, şehre kaçmasın, çok tehlikelidir”, deyince bir gülesim geldi ki sormayın. Tamam, Türkiye’de herkes kızdığım zaman bir erkeğe neler yapabileceğimi fazlasıyla biliyor. İntikamlarım dillere destan. Benden korkuyorlar. Ama anacım bunu Avrupa’nın bilmesine de gerek yok ki, değil mi canım? Limoges’da akşam yemeğinde konu nereden açıldı hatırlamıyorum, konu gele gele yine oraya geldi ve Alain Lüksemburg devlet bakanına “Özlem’in kitapları var biliyor musunuz?” deyip o “kitapların” niteliklerini sayıvermez mi? Gördüğünüz gibi arkadaş kurbanıyım ben. Dün gece Hülya da bu konuda özel tarihime geçecek bir replik hediye etti bana gecenin bir yarısı.  Benden korktuğunu sandığım bir Rum papaz arkadaşımdan bahsediyorduk, apansızın şu yorumda bulundu: “Zavallı adamın kendini kurtarmaya çalışmasına saygı duyuyorum!”  Yıkıldım gülmekten.
      Zamora’da her yıl paskalyada binlerce kukuletalının sessizlik içinde yürüdüğünü ve sadece kumaş sesinin duyulduğu tüyleri diken diken eden gösteriler yapıldığını söylemişti Ana. Ama bu törenlerde ertesi gün “los borrochos”(sarhoşlar) yürüyüşü yapıldığını buna katılan öğrencilerden biri Giuseppe söyledi. Sonra Kastilya’nın geleneksel çorbası olan sarımsak çorbası dağıtılıyormuş yüzlerce tas. Geri dönmek için otobüse döndüklerindeki kokuyu da ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Zamora demişken, Zamora’da evlenecek kızlar düğün günleri yağmur yağmasın diye rahibelere 24 adet yumurta götürürler. (Rahibe tatlıları meşhurdur İspanya’da). Pişşt, İsa’nın gelinleri, kara çarşaflı rahibe hatunları, bakar mısınız bi? Size 48 düzine yumurta getirdim. Anlaşabiliriz, yağmurlu ya da yağmursuz düğün istemiyorum. Roman okur gibi Asur tabletleri okuyan, utangaçtan bir Fransız Asurolog varsa elinizde, gönderin bana. Söz veriyorum, kitabını yazmayacağım.
     Sardinya nezaketi, cömertliği ve semizleten mutfağından sonra Alitalia’ya binince insan rüyadan düşüyor. Son beş yıldır uluslar arası uçuşlarda bile “yemek” diye verdikleri şey tırnak büyüklüğünde tam tamına 7 adet yuvarlak kraker! Biletler hala pahalı tabii. Ulan, bir utanın be! Alitalia, daha önce söylediğim gibi Always Late In Taking off, Always Late In Arriving’in kısaltılmış hali. Şöyle yaptım, o da oldu: Always Late In Taking off, Always Lazy In “alimentare” (nourish). Bir de soruyorlar, “tatlı mı, tuzlu mu?” diye. Ulan, 7 adet kraker için bana cümle kurdurtmayın. Bırak dağınık kalsın hacı! Tek sorun bu olsa yine iyi. Bir aralar Alitalia ile seyahatlerimde başıma gelenlerden bir kitap yapmayı düşünmüştüm. (Ansiklopediye doğru gidiyordum). Bu sefer bakalım neler olmuş: Cagliari-Roma uçuşum arasında çok az vakit var ve doğal şartlarda yetişmeme imkân yok. Ben de steward’dan beni bomboş olan ön sıralara koymasını rica ettim. Zaten asabiydim,  bir de herif  “vallahi olmaz” deyince aramızda şöyle bir diyalog geçiverdi çaresiz:
Sahne 1.
-Neden olmuyormuş?
-Uçağın dengesi bozluyor.
-Ben 50 kilo bir insanım (On’luk saydım, 8 tek basamaklıyı bu işe karıştırmadım, baskül 58 gösteriyor olabilir), 200 kilo mu görünüyorum ben? Siz bana şişman mı dediniz, yoksa şaka mı yapıyorsunuz?
-Hayır efenim, incesiniz, ama denge bozuluyor.
-Siz tıpır tıpır bir oraya bir buraya giderken bozulmuyor, ben birkaç sıra önce oturunca mı bozuluyor bu uçağın dengesi? Bu Alitalia uçaklarına has bir patolojik durum mu?
-İnanın bir sonraki uçağa yetişeceksiniz. Bana güvenmiyor musunuz? (“Non si fida di me?”, ağır cümle hani.)
-Sizi ilk defa tam tamına beş dakika önce gördüm. Neden güveneyim ben size? (Manyak mıdır, nedir? Hatta şöyle desem daha güzel olurdu: “Ay, ben sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum. Her türlü insan var, maazallah!)
-Tecrübem var benim.
-Benim de Alitalia uçuşlarında uçak kaçırma konusunda tecrübem var. Her seferinde bir şey (aslında bir bok demek istemiştim, ama hala kibar sayılırım) olduğundan tecrübe yaptım kendime. Bununla birlikte 4. kaçan uçağım olacak kısmetse.  (Ve Özlem Kumrular gider)
     
 Sahne 2:   On beş dakika sonra, muhteşem servis saati. (Leziz krakerlerden yok, çünkü o delicatessen sadece uluslar arası uçuşlara has bir incelik.)

-Çay, kahve, su?
-Almiiim sağol. Uçağın dengesi bozulmasın şimdi boş yere. (İçimden altyazı: Kızım kereviz, çaysız kaldın ama değdi vallahi. Ne zamandır bu kadar taş ve gedik proporsiyonlu bir cümle kurmamıştın. Yok yere gurur mekanizması çalıştı şimdi akşam akşam.)

Sahne 3: Yarım saat sonra, uçak durmuş, ışıklar yanmış ve yolcular ayakta bekleşmektedir. Şöyle bir anons duyulur:
-Acele etmeyiniz, merdiven biraz gecikecek.
    Benden fiyakalı bir piruet ve steward’a iki elimle kendimi gösteren bir jestle tek bir kelime ve sarkastik bir gülümseme:
-Tecrübe!
     Merdiven tam tamına 15 dakika sonra geldi. Ben de spor salonunda harcadığım yılların faydasını sahada bir kez daha gördüm. Işık hızıyla uçup, ortalığı velveleye verip uçağa kıl payı yetiştim. Aklıma Rafael’in yıllar önce anlattığı bir fıkra geldi. Size daha önce de anlatmıştım sanırım. Adama sormuşlar Türk cehennemi mi, Alman cehennemi mi, Fransız cehennemi mi diye? (Ceza olarak mok yediriliyormuş cehennem-i mezkûrda). O da “Türk cehennemi”, demiş. “Tabak gelse, kaşık gelmez; tabak gelse, mok gelmez!” Bana kalırsa İtalya varken biz ikinci lige düşeriz. Rötarsız gelse, merdiven gelmez!     
   Sardinya konferansı öncesinde kardeşimden gelen bir mesajı paylaşmak istiyorum: “Öğrenciler! Yakalayın! Kaçıyo! Ders yerine ıvır zıvır aktivitelere katılıp maaşını tıkır tıkır alan şerefsiz orada işte. Şişko olduğu için kaçamıyo! Ben tuttum, siz vurun!”  Heh he, sen onu bir de bir dakika önce çıkmanın hayal olduğu derslerimde elimden çekenlere, hafta sonu telafi derslerine gelip telâfe olan mini mini birlere, sevimli ikilerime sor. Anacıımm, üniversitenin yaptığım her reklamı için bir kuruş alsaydım köşeyi dönmüştüm vallahi.
      Bir kurban bayramını da kazasız belasız atlattık. Allah Sardinya’dan razı olsun, beni bağrına bastı. (Onlar da az et meraklısı değiller, ama haydi neyse.) Sonra da diyoruz neden cümle âlem millete, ümmetçe vahşiyiz? Ulan çocukluğumuzdan beri hayvanların kan revan içinde boğazlanmasını yakinen takip ediyor, hayvana tuz verip, gözlerini bağlıyoruz. Dışarı çıkıp bir de olaya dışarıdan bakın bakalım. Bildiniz mi neden ruhsuz, vicdansız ve caniyiz? Ortaçağ’da papalar, imparatorlar, krallar arasında gidip gelen en nadide hediyelerden biri meyve sepetleridir. İnek şart mı şekerim? Sebze, meyve dağıtsak? Hem daha az kanlı olmaz mı? Beni seven bana bir sepet lichy göndersin, konserve de kabul.
      29 Ekim’de Ankara’da olasım vardı. Cumhuriyet bayramı kutlamalarına katılıp Türk Yıldızlarını seyredesim vardı. İspanyol arkadaşları üşenmeden otobüsle Ankara’ya taşıyıp az mı Cumhuriyet şenliği izlettirdik. Diyorum ki, kurban bayramını geri versek, yerine bir 29 Ekim daha alsak, olma mı? En sevdiğim bayram gelmiş a dostlar… Hepimize kutlu olsun. Biz Mr. Mutluluk Hattı ile Tünel’den Taksim’e kadar olan kutlamaya katıldık bayraklarımızla. Çok şenlikliydi. Yol boyunca bir aylık eğlendik. Annemle babam Antalya’da fener alayına katılmışlar, çooooook kalabalıkmış. Kardeşimde İzmir’deki kutlamalara katılmış.
      Haftaya uluslar arası deniz kongremizde iki tane süper ciddi sunum yapmam lazım. Bir tanesini eski Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral Metin Ataç rica etti. Son kongrede Türklerle ilgili Portekizce bir epik şiir okumuştum, çok sükse yapmış, çok beğenilmişti. Kendi sunumum dışında bir de Turgut Reis konuşması istedi benden. (Kendisine canımız feda. Açık görüşlülüğüne, dünyaya bakışına, çeşitliliğe verdiği öneme ve bilime yaklaşımına tam anlamıyla hastayım. Deniz tarihimiz için çok şey yaptı. Tüm dünyayı seferber etti. Muhteşem bir insan!)  Hatırlarsanız Minorka’daki bir deniz kongresinde de Yeniçağ’dan kalma bir Sicilya korsan şarkısı söylemiş ve “kongrede şarkı söyleyen Türk” olarak gazeteye çıkmıştım. Bütün kozlarımı kullandım a dostlar. Bir hafta içinde süper fiyakalı bir numara bulmam lazım. Ben istiareye yatmaya gidiyorum. 30 farklı milleten 150 kişiyi aynı anda etkileyecek bir şey bulmam lazım. Kaçtım…

15 Ekim 2012

“Je t’aime” ille de “je t’aime”…

        
     Bloguma bu pek anlamlı Serdar Ortaç şarkısıyla başlamamın altında öyle romantik sebepler aramayın. (Ola da bilir tabii, ama siz yine de aramayın) Fransız olan her türlü şeye olan alerjimin yavaş yavaş bize ayrılan kısmının sonuna gelmiş bulunuyoruz galiba. Akdeniz tarihi dersimde de Akdeniz’e sınırı olmayan Portekiz’in Akdenizli olduğunu, lakin Fransa’nın onca sınıra rağmen Akdeniz ruhundan nasibini almadığını söylerim hep. Doğrudur. Lakin ben bu sefer Akdenizli olmasalar da onları sevmeye başladım sanırım.
     Malumunuz Limoges denen Allah’ın unuttuğu bir Fransız şehrinden geliyorum. Limousine desem bilirsiniz ama. Limousine Limoges’un sıfat hali, yani “Limoges’lu” demek. Uzun at arabalarıyla meşhur bu şehir Limousin’e adını vermiş. Paris’ten trenle üç saatte varıyorsunuz. Yol boyunca yemyeşil ovalar, şatolar, taş evler, değirmenler… Küçük bir rüya seyahati yani. Benden başka herkesin Fransız olduğu “Risques de voyages” sempozyumuna davetliydim. Adı üzerinde, yolda “yolculuk riskleri” , daha ziyade katil olma riski yaşadım. Ya rabbim, beş günlüğüne medeni dünyada nefes alacağım diye seviniyordum, Fransa’daki Arap nüfusunu hesaplamayı unutmuşum. Yolda tahmin edebileceğiniz gibi türlü Arap’la kavga ettim ve postu deldirmeden bir kez daha memlekete giriş yaptım. Önce havaalanı otobüsünde derin sessizliğin için en hayvani tondan anıra anıra konuşan bir Arap’a koskoca otobüsün neden katlandığını sordum kendi kendime. Sonra dedim ki “kızım kereviz, bu Fransızlar ehl-i kibar, ama sen değilsin. Gir konuya!” Hışımla abinin yanına gidip otobüsteki kimsenin yasa önünde 45 dakikadır ona katlanmak gibi bir zorunluluğu olmadığını söyledim. Yasa, zorunluluk gibi kelimeler bizim Arap abiye Fransız kaldı tabii. Bir mutabakat sağlayamadım ayıyla, pardon abiyle. Sonra bu Fransızlara şöyle dedim içimden. “Hah, sen misin, gidip el âlemin memleketini gidip fethedip sömüren, al sana cezası”. Onların da suçu yok tabii. Herifler bağıra çağıra yaşamaya alışmışlar, kendi vahşi doğalarında mutlular. Suç onların kendi doğalarında rahatını kaçırıp şimdi uyum sağlayamadıkları ülkelerine dolmasına sağlayan Fransa’da. Sonuç: Ben üçüncü bir şahıs olarak postum pahasına gidip çatarım medeniyetsiz insana. (Bir sonuç çıkmaz, o başka!).
      Bu arada yola çıkmadan önce kardeşim bana pek sevdiğimiz bir Yiğit Özgür karikatürü hatırlattı. Hemen paylaşayım buracıkta.

      Ercüment Hoca gitmeden önce beni uyarmıştı. “Evladım Limoges’un porseleni çok meşhurdur, sakın ilk defa duyduğunu söyleme onlara, pek alınıyorlar buna”. Hiç çaktırmadım. Gerçekten de porselen müzesindeki parçalar aklımı aldı. Ya Picasso’lara ne demeli? Kim der Fransa’nın unutulmuş bu köşesinde Picasso’muzun porselenleri var diye! Ya Renoir’a ne demeli? Burada doğduğu için ilk eserlerinden bazıları müzede saklı. Güzel Sanatlar Müzesi’ndeki Ortaçağ’dan kalma mineyle işlenmiş eserlere de ruhumu bıraktım. Roma köprüsü, yağmurlu sokakları, bahçeleri, taş evleri, Gotik-Romanesk kiliseleri ile gönlümü çeldi bu mavi göklü şehircik.
         Muhteşem bir kadrosu vardı sempozyumun. Osmanlı tarihini Fransız pirlerinden Jean-Louis Bacque-Grammont ve her daim anlatacak ilginç bir hikâyesi olan saygın dostum Alain Servantie başta olmak üzere pek renkli yüzler vardı. Asur, Hitit ve Sümerciler vardı şaşkınlıkla dinlediğim. Düşünsenize adamlar şakır şakır tablet okuyorlar ve tabletlerdeki yolculuk riskleri kısımlarından sunum yaptılar. Vallahi billahi I’m impressed anacımmm. Harika sunumlar vardı. Bir tanesi 18. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen Fransız elçisinin kaybolan bagajlarının izlediği yolu konu alıyordu. Zamanın siyaseti ve coğrafya bilgisiyle süslenmiş muhteşem bir sunumdu ve tam bir polisiye tadındaydı. Bagajların şehir şehir gittiği yolu çılgın kaynaklarla izlemiş Berthier. Ohh be, biraz tarihçi gördü gözüm yine. Vizyon, bilgi sahibi, dil bilen, kaynak tanıyan tarihçi profili. Memleketimde katıldığım sempozyumların eksiksiz her birinde birkaç kıt akıllının çıkıp bana sözlü saldırıda bulunmasından gına geldi. Mr. Mutluluk Hattı’nın tabiriyle “kifayetsiz muhteris”lerin kıskançlıklarından usandım gari.  Yokum arkadaş ben bundan böyle aranızda.
      Gördüklerim bana kalsın, ben size yediklerimi anlatayım. Bol bol ızgara ördek ve foie gras yedik bittabi. Bayılırım kaz ciğerine! Derste de anlatırım bu çılgın etimolojiyi. Latin dillerinde karaciğer kelimesi “incir”den gelir. Çünkü kaz, domuz gibi ciğeri sevilen hayvanların ciğerlerini tatlandırmak için onları incirle besleyip, zaman zaman çatlatıyorlarmış hayvancıkları. Dolayısıyla mesela İtalyanca’da “fico” incir, “fegato”  da “incirlendirilmiş” yani  “karaciğer” demek. İspanyolca “higo” ve “hígado” gibi. Benim gibi etimoloji meraklısı bir konuşmacı daha vardı aramızda. Amca Lüksemburg devlet bakanıymış. Bir de yakışıklıydı sormayınnnn… Masmavi gözler, boy, endam… Hayatımda gördüğüm sayılı akıl almaz entellektülerdendi. Akıl ermez bir dilbilim meraklısı bir yakışıklı. Sanskritçe bile biliyor. Beş gün boyunca yoğun dilbilim dersleri almış gibi döndüm eve. Hey yavrummm, yarım milyonluk Lüksemburg’un devlet bakanı profiline bak, bir de bizdeki duruma bak. Adamlar en az 7-8 dil biliyor, tarih, edebiyat, siyasi bilimleri geride bırakmış etimoloji, anlambilim, vs. gibi ince dallarda da bencileyin bir filologa parmak ısırtacak düzeydeler. Neden bir Doğu ülkesiyiz, şimdi daha iyi anladınız mı?  
       Nehrin kenarında, eski Roma köprüsünün dibinde ve bittabi nehre bakan iki katlı ahşap bir restoranda muhteşem bir ziyafette idik. Hayatta her şeyi en az bir kere tadarım, beğenmezsem bir daha yemem. Velâkin çiğ et konusunda bir gün düzelirim umudu içinde saygın bir direnç göstermeye devam ediyorum. Proteinleri kaçmasın diye çiğ yiyecekmişiz eti? Neden? Bir Tatar mıyız, yoksa manyak mıyız? Yoksa bu proteinler aseton mu? Kardeşim Övropalı’nın bu protein kaçması bahanesine çok gülüyor. Canımın içi tez hocam José Luis beni bir gün sınırdaki Portekiz köyünde muhteşem bir parador’da yemeğe götürmüştü. Beyaz badem soslu et gelmişti. Usul usul bir parça keseyim demiştim ve o bembeyaz sosun içinden kan fışkırıvermişti. Ben de bunca sürprizi mahvetmeyeyim diye tabağıma bakmadan kesip yutmuştum o çiğ be çiğ eti. Hala direnirim bu işi başaracağım diye, ama gram ilerleme yok.
      Belediye sarayında kokteyl sonrası farklı bir yoldan oteli bulmaya çalışıyorduk. Yağmur tepemizde. İki yakışıklı ilkçağ tarihçisi bana güvenmişler, ben de asla şaşmayan o oryantasyon yetimle onları otele doğru götürüyordum. Delikanlılardan biri “Emin misin doğru yolda olduğumuzdan?” dedi. Ben de bir kuaförün üzerindeki ikisi kadın bir erkek olan profillerden yakışıklı ve erkek olanı gösterip, “Evet”, dedim, “Bunu hatırlıyorum”. Pek şaşırdı arkadaş. Ben de şaşırmasına şaşırdım. Ben belki yolları arkamda döktüğüm yakışıklılardan hatırlıyorum, geri dönerken onları topluyorum.  Anaaa, toplum baskısı yakamı bırakmıyor. Ben de ne yapacağımı şaşırdım yaa… Kız arkadaşlarım fosilleri beğenmemden muzdarip, Hande’nin deyimiyle yatak odasıyla kütüphaneyi karıştırmamdan dertli. Delikanlılar da yakışıklılara meyl etmemden rahatsız.  Aranızda bir karar verin, ben de ona göre adım atayım bari. Aloo, tünele girdim, hiçbir şey duyamıyorum… Çekmiyor anacıımmm…
     Bu ayki Sky Life’da bir hatun kişinin yazısı vardı Ortadoğu ve Balkanlara sattığımız dizilerle ilgili. Yazar Ortadoğu’dan gelen turistin son yıllarda %350 artmasının sebebinin doğrudan diziler olduğunu söylüyor. Güzelim, pek çok Arap ülkesine vizeleri kaldırdığımızı, o yüzden beş kuruş bırakmayan bir sürü döküntü turistin İstanbul sokaklarını ve Bursa’nın hamamlarını, kaplıcalarını doldurduğunu sen mi bilmiyorsun, yoksa birilerine yaranmak için mi yazmıyorsun? Diziymiş! Güleyim bari. Geçen yıl Büyükada’daki evlerin bahçelerinden içeri girip büyük tuvaletlerini yapmış bu adamlar üzerinize afiyet! Aynı yazara dönüyorum. Yazısında dizilerin Türk kültürü yaydığını, bunun bir kültür turizmi olduğunu yazmış. Hangi kültürümüzü yayıyormuş bu diziler merak ettim doğrusu? Muhteşem Yüzyıl’a bak, rezalete gel. Hayatta sadece on dakika izlediğim ve on dakikasında 6 adet ciddi hata bulduğum bu dizi hangi kültürümüzü yayıyormuş acaba? Saray entrikası mıymış kültürümüzün özeti? Bunca renkli kültürümüz için de yaydıklarımız bu muymuş?
      Diyorum ya, Fransa’nın sızlanmaya hakkı yok diye. Bakınız nasıl haklıyım. Hac mevsimi yine gelivermiş yine. Paris’te havaalanında uçağı beklemek için salona bir girdim. Amanin!! Bütün koltukların arasında Müslüman din kardeşler namaza durmuşlar! Biri kalkıyor, biri secdeye varıyor. Ayakkabıları çıkarmışlar salonun orasında, ben diyeyim 60, siz diyin 70 kişi Paris’te, havaalanının göbeğinde namaz kılıyor! Farz edin ki bizim havaalanında başka bir dinden 60-70 kişilik bir grup ibadet ediyor. Mesela çivi yataklarını getirmişler yatıyorlar. Nezarete atarlar alimallah toplu eylem yapmaktan. Allah’ın bir kulu da çıkıp “kardiş, burası havaalanı, mescit değil!” demedi. Korkuyorlar da ondan diyemiyorlar. Güya “hoşgörü” gösterisi yapıyorlar. Bu da Fransa’nın stili: hoşgörü maskesi. Sonra da Atatürk’ü yüzyılın 100 zorbası listesine koyarlar tabii. Şaşmamak lazım.
      Neyse, onu yapan Fransız politikacılar. Ben burada Fransızlara karşı önyargımı kırmaya çalışıyorum kendi çapımda. Dedim ya, bu sefer sevdim onları. Tren istasyonuna trenin kalkmasına on beş dakika kala yerleştiğimde oradaki görevlinin benimle özenle ilgilenmesi, biletimi onaylatmak için makine makine koşması, benimle birlikte sıraya girip işimi halletmesi; yol sorduğum insanların tüm içtenlikleriyle bana yardım etmeleri, güler yüzleri, nezaketleriyle Fransızlara on puan, on puan, on puan…
     Guareschi’nin Il marito in colleggio kitabını bitmesin diye yavaş yavaş okuyordum. Limoges’da bir gece otelde bitiverdi. Kitap çok komik. Ama ben bir ağladım, bir ağladım sormayın. Salya sümük koyverdim kendimi gece gece. 20 yıl önce okuduğum kitabın bir tek sonunu hatırlıyordum. ( Aynı Woody Allen’in hızlı okuma kursunda okuduğu Savaş ve Barış hakkında hatırladıkları gibi: olay Rusya’da geçiyor !)
      İslam Korkusu kitabım editör elinde. Editör de en yakın arkadaşlarımdan Hülya çıkmasın mı Doğan Kitap’tan! Başladı bizde şenlik. Akademik hayatımızın ilk makalesini birlikte yazmıştık. “Marshall Planı’ndan Marshall amplilerine: İstanbul’da Rock’ın tarihi ve coğrafyası”. Pek hoş bir makale olmuştu, çünkü biz onu geceleri kahkaha komaları eşliğinde yazmış, onu gülme krizleri ile beslemiştik. Şimdi bizim edisyon işi de aynı şenlikte devam ediyor. Geçenlerde ilk gece çalışmamızı yaptık ve bittabi kırıldık. “Pitoresk melanj ne biçim bir laf ayol, atıyorum ben bunu” diye başladı Hülya. Sonra “Türk okuru zorlanmasın” diye bir dizi temizlik yaptı ki sormayın a dostlar. Bütün gece şuna güldük: Kitabı düzelttikten sonra bana veriyormuş, işte şimdi harika oldu diye. Ben de açıp bakıyor muşum ki 500 sayfa şuna inmiş: “Ali gel!”.
      Geçenlerde kardeşim ve Mr. Mutluluk Hattı ile sinemaya gitmiştik. Ben evde yaşamıyorum, ama gün boyunca on bin yerde koşturduğum için elimde dört mevsime uygun çantalar oluyor. Eviniz çantasında taşıyan ve sokakta yaşayan kadınlara Bag lady deniyormuş. Yeni adımı pek beğendim.
       Evimde nadiren oturabildiğim için yemek yapmıyorum. Dolayısıyla sepetteki kuru soğanlar yeşillenip, ağaç oluyor. Kardeşim de aynı durumda. Bizim evler arasında mekik dokuyan annemle babam artık mukayeseli dokundurmalara başladılar. Babam benim ağaç boyundaki soğanlara bakıp “Aaa, Merve’nin soğanları daha uzun”, dedi. Yıkıldım gülerken. Uğur Gülsoy’un  Fırat’ının tatlı bir karikatürü vardır, Fırat perdenin arkasına saklanıp “Meğersem burası benim evimmiş” der ya… İşte ben de bavuluma girip aynen öyle diyorum. Evi de kiraya veririm: Beylerbeyi’nde, sahilde Savanora manzaralı ev. Yatağın üzerinde ayağa kalkarsanız Ortaköy’e kadar Boğaz tam anlamıyla ayaklarınızın altında. Hiç oda, çok salon. Kapısız, bol kemerli, ferah ev. Bahçesindeki kuzu büyüklüğündeki tavşan ve kaplan vahşiliğindeki kediler de beleşe geliyor. Sazan Aksu’yla davar, pardon duvar komşusu; mutfağında adam boyu soğanlarıyla yaratılan yeşil bir ortam, fotosentezi kendinden, yandaki otopark mafyası tarafından güvenle korunan, denize 100 metre, 1580 yapımı Abdullah Ağa Camii’ne ve müezzinine 30 metre uzaklıkta. (Sabah müezzin abi ezanı kulağınızın içine bırakıyor adeta, bu hizmet de verdiğiniz vergilerden çıktığı için beleşe geliyor yine). Her biri adeta film kahramanı olan komşularla şenlendirilmiş apartmanda eğlence de kiraya dâhil. Sazan Aksu’nun evinden gelen bin bir tadilat/gürültü karşısında kiremitlerini vurmak suretiyle kırmanız için 1.5 metrelik Vileda sopası da müessesemizin ikramı. Meşin, 12 aylık eurolar peşin.
       Limoges’a giderken fakültemizin çay odası sorumlusu, dünya tatlısı Şükran Hanım bana kimsenin aklına gelmeyen güzel bir dilekte bulundu, “İnşallah âşık olur da gelirsin.” Ama kime olmam gerektiğini söylemeyi unuttuğu için ben onsuz karar bir vermek istemedim. Daha doğrusu korkarım ben artık iyice ruhsuz bir terliksi hayvan oldum. Ayy, “kime âşık olayım ayol, hepsi kırrrooo” diyorum, sonra Tanrı kafam karışsın diye bir çuval harika adam gönderiyor (bana kapak olsun diye), bu sefer de bir bakıyorum ki, benim yeşeren soğanlarımı atacak kadar bile vaktim yok. Hele kraliçenin çay partisine gidecek kadar, hiççç…
    Ayağımın tozuyla kardeşimle “To Rome with love”a gittik.  (Roma’ya buradan ben de sevgi gönderiyorum fırsat bu fırsat). Woody Allen bu, hiç hayal kırıklığı yapmaz.   Sakın kaçırmayın derim.
       İspanya’nın bana verdiği iki yıllık vizeyi bir yılda bitirmişim. Hesapladım, bir yıl içinde 90 gün sadece Avrupa ellerinde imişim. Yani dört günün biri medeni halim Övropa imiş. Vizem de bitivermiş. Ben bir haftaya kadar Sardinya’ya gidiyorum a dostlar… Gastronomik bir konferans vereceğim doktora öğrencilerine. Sizin için culurgionis yiyip, mirto içeceğim, ceplerimi cassata’larla doldurup geleceğim. Döndüğümde yediklerimi, dolayısıyla bu bilinmedik kelimeleri anlatacağım. Sözlüğe davranmayın. Eski dostları görüp, eski sevgiliye sövüp, masaları süpürüp döneceğim. Bekleyin.
      Annneeee… Bitttiiii!

8 Ekim 2012

ADAMIN DİBİSİN, ADAMIM…

     
        Hande öyle diyor. Pazar gecesi 3 yaşındaki oğlu Massimo ile kudurduk biraz, kitap okuduk, “gatto nero” şarkısını bayılana kadar söyledik, gıdık, ısırık derken şenlendik biraz. Sonra uyumaya gittik Hande, Massimeddu (Massimocuk) ve ben. Uyandığımızda sabaha az kalmıştı. Bu yaştan sonra çocuk uyutmak böyle bir şey işte. Babam da kardeşimi uyutmaya götürürdü. Yarım saat sonra kardeşim o yenilesi kırmızı yanaklarıyla çıkıp gelir “baba uyudu, ses yapma”, derdi. Kuzunun maskarası durumu tabii.
      Geçen gün sabahın köründe İspanyolca dersime girdim. Çocuklara “geç geleni, kitapsız geleni derse almam” demiştim. Baktım kimsede kitap yok. Vay anasını, demek Özlem Kumrular’a ayak diremek haaaa, dedim kendi kendime.  Bir daha sordum “kitaplar alındı mı?” diye. Kimseden ses yok. Bu arada derse geç gelip de girmeye çalışanları da almadım içeri. Sonra arkadan titrek bir ses geldi: “Hocam, burası strateji yönetimi dersi”. İçeri girmeye çalışan dersin hocasını da geç geldi diye almadım ya derse, sanırım üniversite tarihine geçtim işte o sabah. Hohoyyt, kahkahayı koyup doğru sınıfımı aradım, buldum. Öğrencilerin hepsi korkudan erkenden ve “doğru” sınıfa gelmişler. Geç geldim diye beni almazlık etmediler sağ olsunlar. (Şanımdandır). Akdeniz tarihi dersimde bunu anlatıp güldürdüm çocukları. Ertesi gün de yemek tarihi dersi diye Akdeniz tarihine (yani bir gün önce güldürdüğüm çocukların dersine) girip alınacak kitapları yazdım tahtaya. Darma duman olan gestapo şanımı nasıl toplayacağımı bilemiyorum a dostlar…
      Yemek tarihi dersini alan bir kız öğrencim gelip sordu “Hocam, güzel mi?” “Ne güzel mi, evladım?” “Ders güzel mi?”. (Erkin Koray’dan “Fesuphanallah” geliyor hepimiz için… ) Benden cevap: “Evladım bu yemek tarihi dersi, yemek tarifi değil!” En mutlu verdiğim ders bu. Bu arada Bologna süreci dolayısıyla 4 yıl boyunca aynı dersleri vermek zorundaymışız. Veririz tabii, ama Bologna’da. Benim Bologna süreci de başlasa gari…
       Kasım ortasına kadar her hafta bir sempozyum var. En sevdiğim arkadaşım bavulum ve havaalanları olacak. Bildiniz değil mi şarkımı? “gideceğim tek yer havaalanı, bana lazım yeni yaşam alanı”. Yarın Limoges’a gidiyorum, Frenk ellerine. Sunumları yetiştireceğim diye hafta sonu kitapları yatağa doldurdum. Barbaros’un Gazavat’ını baştan okumam gerekiyordu. Daha az sıkılayım diye İspanyolca versiyonundan okudum. Takdir edersiniz ki sıkıntımın şiddetinde azalma olmadı. Sıkıntıdan ölmek üzere olduğum bir anda yılın teklifini aldım Hande’den. “Maurizio pizza yapacak, İtalya’dan bir kasa şarap da getirttik.”  Gazavat’ı gaza, pardon kaza ettim, kendisini bir sonraki emre kadar yastıkla baş başa bırakıp en sevdiğim eniştemin gastronomik faaliyetlerini takdir etmek üzere damladım Hande’ye. Her zaman demişimdir, İtalya’da yediğim hiçbir pizza yarışamaz Maurizo eniştemin pizzalarıyla. Pizza’nın başkenti malum Napoli. Saatler önce aldığınız numara ile gidip pizzanızı yiyebildiğiniz meşhur bir pizzacı var Napoli’de. Bize verdikleri numara ile dört saat sonrasına yer bulabilmiştik. Üstelik numaranız yaklaşırken sıraya girip en az bir saat de sırada bekliyorsunuz. Çin işkencesi yani. Üstelik pizzası da bir lokuma benzemiyordu. Zaten adını da unuttum mekânın. Daaa da gitmem zaten. Biz Mr. Mutluluk Hattı ile bir restoran açacağız, adı da “Lokumu Ye” olacak. Ama L harfinin çivisi çıkacak ve tepetaklak duracak.
       İki haftadır uyumsuzluk içindeyim. Sokağa çıkıp milleti dövesim var. “Ulan ben buradaysam, bunların ne işi var? Bunlar buradaysa, benim ne işim var?” sorusunu soruyorum kendime günde en az 3 defa. Maurizio’ya dertlerimi anlatıyordum, İtalya’ya kaçmaklığımı bildirdim kendisine. Yorgo Amcam gelmiş Selanik’ten. Marmara Etap’ın o güzel pembe-kırmızı salonunda buluşuruz her seferinde, tüm dostları da toplar. Canımın için papaz dostum Yannis de gelmiş. Onlarla buluşmaya giderken elinde musluk örnekleriyle Cervantes Enstitüsü’nün yeni müdürü, kadim dostum Pablo’yu gördüm Taksim’in göbeğinde. (Tam bir abzürd drama içindeyim son 24 saattir anlayacağınız. Koş Lola koş)  Geçen hafta tatlı eşiyle beni yemeğe götürdü, ama -onu yıllardır görmemiş gibi çığlığı bastım Taksim’in kalabalığında sevinçten. Sonra da dedim ki kendi kendime, “ulan dünyanın en güzel şehrinde yine o en sevdiğin İtalya-İspanya-Yunanistan üçgeninde küçük bir hayat kurmuşsun kendine, en sevdiğin insanlarla hem de, hala sızlanıyorsun, tam dayaklıksın kızım kereviz”. İkna oldum mu? Hayır. Ben Bologna’ya gideceğim.
    Biricik Shakespeare hocam Ercüment Hoca’ya gittim elimde şişe ile. “Evladım, bize bir şey getireceksen şişe getir”, dediği günden beri ona mutluluk içinde envai alkol taşıyorum. En sevdiği Fransız şampanyası. “Bu ülkede iyi bir şey yapılırsa, asla çok sürmez”, der hep. Eskiden (Hoca 90 yaşına bastı bu yıl, ne kadar eski olduğunu varın siz düşünün) enfes şampanya yapan bir Fransız varmış İstanbul’da. Ölünce oğlu kıvıramamış işi. İyi olan şey de uzun sürmemiş haliyle. Hoca bunu önceden sezdiği için tam tamına 60 şişe alıp dizmiş salona. Bernard Lewis ziyarete geldiği (hocanın en yakın dostlarındandır, hala mektuplaşırlar) bir gün “Ercüment, what are you going to do with all this mountain of champagne?”  diye sormuş şaşkınlıkla. Hoca da cevap vermiş: “I’m going to drink it!”
     Ercüment Hoca son 6 yıldır Beşiktaş’tan dışarı çıkmadı. Anadolu yakasına son olarak 60’larda geçmiş. Sayısız kitabıyla evinde yaşıyor. Tek gittiği yer Kabalcı. “Bodrum’a gittiniz mi?” diye sorduklarında “Evet”, diyormuş. “50 yıl önce.” “Mardin’e gittiniz mi?” “Evet, 60 yıl önce”. İkinci dünya savaşında burs kazanıp İngiltere’ye gitmiş, tam üç ayda! Önce Güney Afrika’ya oradan da gemiyle İngiltere’ye! Hem de savaş gemilerinden ve uçaklarından kaça kaça. Babası Atatürk’ün Rusça tercümanıymış. Bu sefer bana dedesinin dedesine dediği bir söz söyledi: “Terbiye çorbada, doğruluk minarede kaldı”. Sonra da dedi ki: “En az beş nesildir bu haldeyiz demek ki!”.
   Minare deyince Müjdat Gezen’i hatırlamadan edemeyeceğim. Çoğunuz biliyorsunuzdur, Müjdat Gezen’de asimetri takıntısı varmış. Bu yüzden evinden görünen yamuk minareyi düzelttirmiş. Hem de bir şehir efsanesi değil, gerçek bu. Elif Bologna’da bir sabah kahvaltısında anlatmıştı. Müjdat Gezen’in bizim okulda yaptığı konuşmadan aktardı. Vakıf üniversitelerinden birine gitmiş Sayın Gezen. Uyarmışlar öncesinden kılın teki bir irtica model çocuk var, abuk sabuk sorular sorar diye. Konuşma bitmiş, soru kısmına geçince beklenildiği üzere münasebetsiz çocuk atlamış: “Atatürk için homoseksüel diyorlar, doğru mu?” Müjdat Gezen her zamanki parlak ve atak zekâsıyla hemen yapıştırmış: “Evladım, neden merak ediyorsun bilmiyorum ama korkarım senin için tren çoktan kaçtı!”. Salon yıkılmış. (Salak da ters köşeye yıkılmış tabii).
      Gelecek sene Sabbatical alayım diyorum. Adı üzerinde, 7 yılda bir alınıyor. Ercüment Hoca kızdı bana. Ben zaten hayatı sabbatical şeklinde yaşıyormuşum, zaten İstanbul’da değilmişim. Geçen gün dolmuşta yine eşsiz bir an yaşadım. Şoföre geçen seneden kalma (kim bilir çantanın hangi deliğinde bunca zaman saklanmış- Polonya zlotisi vermeye çalışırken yakalandım. En son üç yıl önce Macar forinti vermiş ve “Ablaaa, bu nerenin parası yaaa!” diye paparayı yemiştim. Anacımmm, onlar da paranın ortasını sarı yapmasalarmış, n’apiiimm.
        Zaten sabbaticalvari geçen hayatım kapsamında Gisela ve Hülya yemeğe geldiler. Viyana Orientalistik’in iki güzeli. Gisela Sultan’ın Mutfağı’nı Türkçe olarak okuyan tek yabancı sanırım. (Bizim Türkler hiç anlayamadı kitabı, birkaç beden büyük geldi okura). Sıcacık sakızlı ekmek yaptım. Yarın ölecekmiş gibi bugün için yedik. Tek kişilik dev kadro olma yolundayım. Ata Demirer zayıfladı malumunuz. Şişman komik kadrosunda açılan yere talibim, döne döne geliyorum. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük bütün gece. Geçen sene Trento’da beni dinleyip tebrik eden, sonra da kartını veren son Habsburg’un kartına baktık. Gisela’nın kasabasındaymış bahsi geçen Sisi’nin yazlık sarayı. (Beni “evimiz” diye oraya davet etmişlerdi). İlk fırsatta röportaja gideceğiz birlikte. “Habsburg, Markus Habsburg” şeklinde kendisini tanıttığını hatırlayıp duruma bir kez daha ayıldım. Ancak benim başıma gelecek şeyler bunlar. Gisela’nın kocası da Arabist. Sınıfta Arapların soyadından çok ada önem verdiklerini göstermek için güzel bir örnek bulmuş. “Tafa, Mustafa”. Büsbütün yıkıldık gülmekten.   
        Hep söylerim. Bir kez daha söyleyeyim. Pek tatlı bir sözü vardır Yorgo Amcamın, bugün az Yunanlının söylediği. “O thelos na se filaei”: Tanrı seni öpsün. Mr. Mutluk Hattı diyor ki, tanrı zaten beni öpmüş. Ama ben farkında değilmişim. Tanrı’yla ilişkim kimseciklerinkine benzemez. Ben cennete gitme meraklısını olmadığım için dürüst davranırım ona. O da ona olan sevgimin ne denli saf olduğunu bilir ve beni mucizevî denecek şekilde korur. O’na her gece dua ederim. O’nu bir korku değil, bir sevgi mekanizması olarak görüyorum. Benim Tanrı’dan hiçbir çıkarım yok. Onunla olan ilişkim sadece iyi olmamı gerektiriyor. Yani tüm dinlerin dolambaçsız sonuna ben en kısa yoldan ulaştım. Ay, bir de düşünsenize ben burada sokakta görmeye dayanamadığım tiplerle bir de cennete düşersem vay başıma gelenler! Süt ırmaklarında, şarap ıraklarında intihar eder, geberemezsem incirle boğulmaya çalışırım gari. Cennetten kaçmanın 101 imkânsız yolu. Hey sen, üç dişli çatallı. Pişt, baksana, alt taraf çok mu sıcak ki leynnnn?
    Ay, unutmadan. Yunan konsolosluğunun Yunanca kurs bursu için sınava girdik Eyüp’le. Maksat unutmayalım, mezarda bile bitmeyen Yunancamıza renk gelsin. Seviye tespit sınavında önüme koyulan 78 sorunun hepsini yapıverdim. Bir de komik kompozisyon yazdım. Ama esas eğlence sözlü kısmıydı. Pek eğlendirdik hocaları sözlüye Eyüp’le birlikte girip. Mahalle baskısı, toplum baskısı, aile baskısı, kardeş baskısından sonra başıma bir de Yunan konsolosu baskısı çıktı. Eyüp’e güzel güzel sorular sordular. Sıra bana gelince ilk soru şu oldu: “Evli misin?” Ne lan buuuu?  Nasıl bir kader bu ya? Tatlı bir deyimle işi bağladım. “Rafta kaldım” (Emina sto rafi). Bence bu deyimden sonra Yunanca seviyem karşısında şapka çıkarıp beni göndermeleri gerekiyordu, ama baktılar çok eğleniyorlar göndermediler. Kızlar gülecek gibi oldular. “Ayy, gülün gülün. Kızkurusuyum ben!” dedim. “Yerondokori” kelimesini de duyduktan sonra sanırım beni kursa hoca olarak almaya karar vermişlerdir. Daha fazla kendilerini kasmayıp kahkahayı koyverdi kızlar. “Ama siz çok güzelsiniz”, dedi birisi avutmaya çalışarak. Gülme sırası bana gelince ben de içimden dedim ki, işte kızım kereviz ben de tam bu yüzden evlenmiyorum J
      Hande’de televizyon izledik biraz. Dünyaya döndüm. Dönmez olaydım a dostlar. Artık televizyonda alt satırda geçen yazılarda bile “de/da” ayrılmıyor, soru ekleri yapışık! Aklım durdu. Cehalet alt katmanlardan hızla yükselişe gitmiş, memleketin televizyonunda yazım hatası yapıp 70 milyona örnek oluyorlar ve kanalın danışmanları da cahil olduğu için göremiyor! Vallahi diyorum ki, iyi ki  “da” ile “de”yi ayrı yazmaktan başka komplikasyonu olmayan bir dilimiz varmış.  Anaaaa, ya Japon doğsaydık?  Rezaleti düşünebiliyor musun? Canım Atam, sen bizi kandırdın mı ya? Hani biz zekiydik, hani çalışkandık? Biz nerede yanlış yaptık yaaa?
      Neşet Ertaş’ı kaybettik malum. Ben onun değerini sonradan fark edenlerden değilim. Folklor geçmişimin en sağlam direklerindendir. 21 yaşımın tatlı günlerinde Japonca, Osmanlıca ve İtalya derslerine aynı anda gittiğim M.E.B.’nın halk dansları eğitmenliği kursu vardır bir de hayatımda. 11 adet folklor araştırmaları dersimiz vardı. Pirimizdi o bizim. Bugün ortalığın karıştığını duydum. Ahbabım olan bir yazarımızın Neşet Ertaş türkülerini erotiklikle suçladığını duydum. Zıvanadan çıktım. Sözlerinin yanlış yorumlandığı şeklinde savunma yapmış. Ama savunulmayacak bir şey var: “Ayıp” türkülerimizin yüz kızarttığı ve çocuklara dinletilmemesi gerektiği. Annem dese annelikten reddederim. Geçenlerde doktorumuz Levent’in “ayıp” türküleri analiz ettiğini anlatan bir bölüm yazmıştım. Bir iki türkü de örnek vermiştim. 38 yaşımdayım, sözlerine ilk defa doktorumuz söyleyince dikkat etmişim. O da tıbbın yanı sıra felsefe doktoru olduğu için araştırmacı gözle bakıyordu malum. Türkülerden tahrik olmak diye bir vakayı tıp bile açıklamakta aciz bence. İslam ve diğer bazı dinler erkekler hatunlara bakmasın da tahrik olmasın diye hatunları sağlıksız koşullarda kapatacağına, erkeklere kadınların oralarına buralarına bakmamayı salık verseydi daha sağlıklı olmaz mıydı acaba? Yazın sıcağınca peçeli hatunların yanında giden şortlu erkek Müslüman abilerde mi vicdan yok, yoksa yanlarında giden kadınlarda “ulan bu sıcakta bu herif efil efil, ben neden pişiyorum?” sorusunu soracak cesaret yok ? Moderen ilahiyatçıların işi bu, ben karışmam. Bana bakmak ve söylemek düşer.   Soruyorum güzelim türkülerimizden tahrik olanlara,  bayıldığım bir Avrupa Yakası repliğiyle? “Sizin tıpta bir karşılığınız var mı yaaa???”
     Ercüment Hoca Kabalcı’ya indiği günlerden birinde birisi Atatürk’le leziz bir saçmalık yumurtlamış. 90 yaşındaki hocam da aynen şöyle demiş: “Yaşıma bakıp aldanma evladım. Seni bir döverim, sen bile şaşırırsın!” İşte benim içimden de son zamanlarda etrafta gördüğüm ruh kırolarına aynen böyle demek geliyor.
       Lisani Osmani hocamın her gün bir kitap hediye edip, benim de onları bir gecede hatmettiğim zamanlarda tanıştığım muhteşem yazar Magda Szabo’dan bahsetmiştim size. Film Ekimi’nde onun tek gecede âşık olduğum kitabı Kapı’dan uyarlanmış muhteşem bir film izledik. Sanırım son yıllarda gördüğüm en çarpıcı filmdi. Bulun, izleyin por favor: Kapı.
         Sözlerime pek sevdiğim bir İspanyol türküyle son veriyorum: “Cogiendo melones, te he visto el culo”. Tam Türkçe meali: Kavun toplarken götünü gördüm. Hah, haydi çocuklar sansüre. Alo, İspanyol RTÜK mü? (Bir bakan Avustury TRT’si demişti yıllar önce, bir şey olmamıştı da benim icadı mı beğenmediniz haaa?) Sizde ayıp bir Türkü varmış, siz oradan çalınca bizimkiler burada bir fena oluyor. Kaldırın olm o türküyü. Görmiiim sizi buralarda. Duymiiim türkünüzü buralardan. Haydi daaalın.
        Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacımmm…