31 Aralık 2012

ÇEK BİR SCHOPENHAUERRRR…

 -Özlem nasılsın?
-Sarhoş.
      Diyalog dün akşam saat 7 sularında Beşiktaş çarşısında geçmektedir. 17 milyonluk şehirde, çalıştığım 10 bin kişilik üniversiteden yan oda arkadaşım Atabey’le, mezun olduğumuz 30 bin kişilik üniversiteden bir hocamızın evinden gelirken çarşıda köşede bir Pazar akşamı karşılaşma ihtimalimizin probability’sini bir hesaplayıverin a dostlar! (Atabey matematikçi olarak kendisi hesaplasın bunu hatta). İşte bu şehre bu yüzden aşığım.
      Dört gün önce, Taksim’de köşebaşında bu yaz Malta ve İstanbul’da ders verdiğim NATO askerlerinden (8 farklı ülkeden) Yunan Yorgos’la karşılaştım.
-Nereye Yorgo?
-Türkçe kursuna.
-Sen nereye?
-Yunanca kursuna! (Hayatımın son sekiz yılında bitmeyen çilem. Kaldı 92 yıl.)
      Sizce bu karşılaşmanın olasılık hesabına vurulmuş hali nedir? Ya da bu vaka sizce İstanbul’dan gayrı hangi şehirde meydana gelebilir? Bir Tutam Baharat filminde cevabı var: “İşte bu yüzden İstanbul’a poli (şehir) deriz!”. Çünkü başka şehir yoktur!
       Dönelim başa. Peki bir insan evladının iki kadeh şampanya ile akşamüstü tatlı tatlı sarhoş olması olasılığı nedir anacım? 90 yaşındaki Shakespeare hocam Ercümen Hoca ve eşi ile üç kişilik yılbaşı partisi yaptık, bütün yıl böyle geçsin diye. İtiraf ediyorum, ben bu hafta her gece başka bir erken yılbaşı ev partisinde idim. Sonra da soruyorum “14 gün oldu ben neden iyileşmiyorum diye?” Bildiğin tecahül-i arif işte. (Her antibiyotikten sonra bir iki kadeh atmamdan olabilir mi acep?)
     Sevdiğim bir dostum yazar arkadaşları toplamış, yeni yıla erken girelim diye operasyon yapmış. Bütün gece güldük. Ben en çok Ahmet Ümit’in Rusya maceralarına güldüm. Öyle bir sahne anlattı ki, ilk romanımda izniyle kullanasım var. “Zümrüt gözlü kediler” olarak tabir ettiği Rus hatun kuaförler erkekleri yakalayıp o şimdi sadece filmlerde kalan o ısıtma cihazının altına oturtuyorlar. Beş erkek hayal edin, yan yana, makine altında, kafalarında poşet… Off, bir Fırat repliği: ben bundan bişi yparım ki! (Çok yaşa Ufuk Gürsoy)
      Başka bir gece Felsefeneri toplantısı yaptık Gülçin’de. Yıl boyunca deniz fenerinde yapılan felsefe derslerinin bekası için dua ettik. Yok, anacım, şaka yapmıyorum, vallahi ettik. Özlem sağolsun bir “felsefecinin yılbaşı duası” metni hazırlamış, hepimizi parlak bir iple birbirimize bağladı, cümleten âmin dedik. “Tanrım, sen bize Sokrates’in bilgeliğini, Platon’un zekâsını, Descartes’ın kuşkusunu, Schopenhauer’ın aşkını, Wittgenstein mantığını ver”, şeklinde upuzun bir liste idi. Ben en içten âminlerimi Schopenhauer kısmında dedim pektabii. Mümkünse mevcut olan mantığımı da bedenimden sıyırıp alsınlar, kuşku zaten istemem, zekâ dediğinden bende olduğu şüpheli zaten. (Bünyeye ters bir kere). İki de çuval hazırlamış, bir “madde” biri “ruh”. Herkes kendine bir top seçti. Ben ruhtan seçeyim dedim, çıka çıka “anı yaşa” çıktı. Anacım, sanki 38 yıldır başka bir şey yapıyormuşum gibi çıkan şeye bak! Birol madde çekeyim dedi, ona da “boş zaman” çıktı. Son zamanlarda çok boş zamanı varmış zaten, pek kızdı bu işe. “Boş zaman bana çıksaydı keşke”, dedim. Sonra daha güzeline karar verdim. Bu sene çalışmıyorum güzeller. Bu sene konferans, kongre, panel yok. Kimse boş yere çağırmasın bir yere. Bu sene pistlerdeyim. Tam tamına 8 defa profesör olacak kadar YÖK puanım var. Bu sene ben yöküm arkadaş. Dans salonlarındayım, komşunun tavernalarındayım, sahillerindeyim, yepyeni bir dilin kursundayım.  
       Kardeşim güldürmeye devam ediyor. Çalışma odasındaki dergileri ayıklarken bir röportajımı bulduk. Giriş kısmında kitaplarımın çok sürükleyici olduğunu yazmış  röportajı yapan. Kardeşimden akabinde bir twit: “Ablamın kitapları çok sürükleyici gerçekten. Karanlığa ve umutsuzluğa sürüklüyor!” Alın başımdan bu manyağı. Vallahi laf yetiştiremiyorum bu çocuğa ben. Bu ay derslerimde harika konuklarım oldu: Mantar uzmanı Jilber Barutçuyan, eski deniz müzesi müdürümüz Ali Rıza İşipek, iki gün sonra Tuna Kiremitçi gelecek. Kardeşimden yorum: “Abla, aybaşında bir bakıyorsun maaş yok. Muasebeden şöyle diyorlar sana ‘derslerinizi başlarının yaptığı tesbit edildi. Maaşınızı onlara bölüştürdük bu ay’ “.
       Bunlar hiçbir şey değil. Geçen günkü rezaletim tavan yaptı. Ofisten üç araba dolusu fazla kitap çıktı. Çok sevdiğim nazik ötesi bir öğrencimle arabalara yükledik eve taşıdık kitapları. Kolilerin her biri eşek ölüsü kadar. Kardeşim geldiğinde biz çoktan çıkarmıştık onları zaten. Kapıdan içeri girer girmez  “ fiilen”kolilerden birinin üzerine yatıp ölçüm yaparak, yattığı yerden:
“Niye çağırdınız beni ya! Bakın, tam boyum kadar. Nasıl çıkaracakmışım ki ben bu kolileri acıbaaa??” demez mi? Haklı, Allah boy dağıtırken System of a Down konserinde olduğundan mütevellit kısmen kısa kaldı yavrucak. Mesela şu an TUS (Tıpta Umutsuzluk Sınavı) sınavında cerrahi filan seçemez, çünkü masaya zıplasa boyu ancak  “aaa,, neşter mi o?” demeye yeter.
   Sonra da kalktığı yerden Onur’a tepki:
“Sen bu dersi seçmeli mi aldın?”
“Evet”.
“Neden, deli misin sen? Mesela bana bak, ben seçemedim. Doğduğum da bu (bu dediği ben, işaret zamiri olarak dimdik ayakta duruyorum o esnada) vardı, seçme şansım olmadı. Seçmeli abla olmadığı için bana zorla geldi. Gelmiş bulundu. Sen neden kaşındın kendi kendine?
  Yok, anam burada bitse belki ehvenişer, ama biter miiii hiç.
-Ne anlatıyor bu (neyse ki karizma sağlam, tek darbede çizilmiyo. Hala işaret zamiri olarak dikiliyorum) size derste?
 (Onur kaydettiği bir dersten bölüm dinletir. Ses şöyle der: “O dönemde Roma’daki “taberna” sayısının takriben 3000 olduğu sanılıyor.”
Merve’den tepki:
-Aaa, çelişkili ifadeler. Kendi bile emin değil. Takriben, sanılıyor, filan. Ben olsam sınavda sorsa itiraz ederim.
     Kardeşimin masanın üzerindeki devasa mavi kalpli gözlükleri takarak sahneden çekilmesi ise sanırım son vurucu darbe oldu. Sonra da soruyoruz, neden hafif çatlak bir şanım var diye? Bende bu kardeş profili varken burnum hiçbirşeyden kurtulmaz. Gözlükler ekte anacımmm…

      Deniz yıkıp geçmeye devam ediyor. Ne zaman kiminle tanışşsam beni tanıyor oluyor. Sonra farkettim ki herkese beni anlatmış. Sadece anlatsa yine iyi, bir de tanıştırıyor heyecanla. Geçen gece parti dönüşü tatlı bir şarap sarhoşluğuyla itiraf etti. “Hani çocukların çok sevdiği bir oyuncak ayısı olur, herkese göstermek ister. Sen benim oyuncak ayımsın”. Bildim ben durumu. O yüzden rejime başladım zaten. Deniz bu arada rahat durmamış, renkli bir manzaraya daha imza atmış. Levent’e Kifidis’ten bir terlik almış. Küçük gelince ve bittabi fişi de atmış olunca bilin bakalın ne yapmış? Kifidis’e gidip terliğin küçük geldiğini söylemiş. “Ay, fiş de şuralarda bir yerde” diyerek çantasını kasanın yanına boşaltıvermiş. Doğal olarak “hiiiç gerek yoktu”, diyerek terlikleri verip göndermişler yavrukuşumu. Takdir edilesi ve reverans yapılası buluş değil mi?
      Her yılsonunda yeni yıldan neler beklediğimi yazıyorum. Bu sene de bakalım 2013 benden neler istiyor. Sebastiaaannnn, oğlum gel bakalım bu yıl neler yapmayacakmışız. Ver bir curaçao azul, kiraz şekerlemesi de koy. Yanıbaşıma çök.

-Bu yıl Özlem Kumrular tabir edilen doğal afet (fiziksel olarak değil tabii Sebastian, ruhsal olarak) hal ve tavırlarıyla daha az erözyona sebep olsun. Daha az insana küssün, daha az essin, mümkünse… Kendi evinin ait olduğu ve civar belediyeleri daha az telefonla taciz etsin, polisle dalaşmasın, otopark mafyasına bulaşmasın, balkonundan yarı beline kadar eğilip viledayla Sezen Aksu'nun kiremitlerini kırmasın, topuğunu deldirmesin!
-Bu yıl daha az çalışsın, mümkünse hiç çalışmasın, sempozyum sempozyum değil bar bar, sahil sahil, konser konser gezsin. Bavulda daha az, evinde ve konser salonlarında daha çok yaşasın. Yaş ortalaması 290 olan tarihçilerden ve akademisyenlerden, cümle sıkıcı insan evladından, kımıl zararlısından, süneden fersah fersah uzak dursun.
-Hem deliler gibi gezip hem de 8 ayda 530 sayfa kitap yazarak insanlara kendini kötü hissettirmesin. (Çalışsınlar, onların da olsun, nazar etmesinler.) Ya da artık kitapları başkasının ya da alter egosunun yazdığını itiraf etsin. (Sebastiannnn, yeni bir çuraçoa çek! Toniği bol olsun mümkünse.)
-Yeni bir aşk romanı yazsın, keyfi yerine gelsin. Bu kitabı kendisinden aşk romanı isteyen Hande ve Deniz’e ithaf etsin.
-1 Ocak itibariyleee Twitter’a gelsin.
-Bu sene sadece ve sadece hayatını yaşasın. (Kendisininkini yaşarken, başkasınınkini kaydırmadan tabii.)
-Spor salonundan çıkarsınlar bu ayıyı! Baleye filan yazdırsın ailesi, evde ve sağda solda daha az hasar verir.
-Yok olm, iyi kız, bence bu sene çoookkk mutlu olsun. (Takdir et, Sebastian… Amin filan de. Ayağını da kaldırdığını görmiiiimm. Esmiyim, erözyona son! Amin de Sebastiannnnn! )
    Heyyyy  Sebastiannnnn! Az Sokrates çek, bir Schopenhauer çek!

22 Aralık 2012

IMAM BAILDI, BEN DE!


         Sen sabahın yedisinde kalkıp spor salonuna gidebilir misin Abidin? Öyle ak örtüde elma çiz filan demiyorum. Sabahın kör karanlığında spora gitmek ve iki saat ağırlık çalışmak ne demektir bilir misin Abidin? Özlem Kumrular birilerinin ağzını burnunu kırmanın arifesinde demektir. Ne de olsa yine macera dolu bir hafta yaşadım. Bugün geçen haftanın özetini geçip çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi gülerken (çevreye biraz kahkaha bazlı hasar verdik istemsiz bittabi) Merve “Hocam, bunlar sık sık başınıza geliyor mu?” dedi. Cevap verirken bir de farkına vardım ki, başıma hiç aklıselim bir vaka gelmiyor ki! Merve bloğumu okurken “N’olur, hiç bitmesin” hissine kapılıyormuş. Bir de bana sorun a dostlar. Yazarken şenlendiriyorum ben onları, başıma gelirken benim kapıldığım his ise: “N’olur, bir an önce bitecekse bitsin ya da uyanayım bu kâbustan”.
      Canımın içi Yorgo Amcam kısa süreliğine İstanbul’a gelmiş, iki arada bir derede buluştuk. Mevcut dünyanın en kültürlü rahibi Smaragdos’la gelmiş. (Tek kalemde geçerim, en büyük fanıyım. Yakışıklı, kültürlü, etimolojide ilah, tek rakibim var o da çoookkk büyükkk J).  Üniversitenin terasında konuşlandık. “Özlem mou, bu kısacık vakitte seni görmek istedim, çünkü sana söylemem gereken önemli bir şey var”, deyince sardı beni bir merak. “Evladım, kitabın da bitti, artık aile kurma vaktin geldi, bana söz vermelisin”, dedi. Yunanca konuştuğumuzu hatırlayıp sakinleştim, yoksa durumu üniversite sakinlerine açıklayabilecek durumda değildim. (Hem de hiç). “Ben son bir haftadır bunu düşünüyorum”, demez mi? Sonra diyorlar neden hayatım film gibi, en yakın dostlarım film kahramanı da ondan. Bir an konu nereye bağlanacak diye telaşa düştüm. Olur ya Yorgo Amcam talip malip bulmuştur belki. Neyse, korkuya mahal yokmuş. Yani anlayacağınız, bizim toplum baskısı büsbütün beynelminel oldu. Çin’de bir yaprak sallanacak yakında bundan mütevellit, ya da Galapagos adalarında kelebek kanat çırpacak! Ben neden hayatı film karesi gibi yaşıyorum ya?
      Son on günde nurtopu gibi bir sürü sapığım oldu. Erkekler büsbütün akıllarını kaybetmişler, doğrudan sapığa bağlamışlar. Hangi birinin ağzının payını vereceğimi şaşırdım. Sırf bu densizlerle uğraşması için profesyonel bir sapıksavar tutacağım hayatıma. Törkiye bitmiş anacım. Aşk, sevgi, saygı, medeniyet hak getire. Tuhaf bir terbiyesizlik hâsıl olmuş bu erkeklere. (Onları şımartan kadınların suçu bu, o ayrı.) Tırım tırım kaçıyorum onlardan, gelip bir yerde buluyorlar beni. Ne sanıyorlar kendilerini acep? Şana, paraya, şöhrete sığınıp terbiyesizlikte ayyuka çıkmak ne tip bir patalojik durum ya? Kalbine sığınacaksın sığınacaksan. Kalbine güvenip dev olacaksın. Öyle sağda solda, posterde, televizyonda gördüğün bir insana gelip kendini maymun etmeyeceksin. Aynı bir romanımda olduğu gibi:
“Nereden girdiniz hayatıma?
“Arka surda açılan gedikten!”
       Sonra açtım bir prosecco, düşündüm uzun uzun. (Hani ben bu hafta rejimdeydim? Ben içmeyeyim, kimler içsin!) Aşk bitmiş anacım bu dünyada. Aşka dair en sevdiğim söz Küçük Prens’e ait: Sevgi emektir! Hiç bıkmadan usanmadan göstereceksin sevgini, her gün, her gün, yılmayacaksın! Her katmanından soyunarak elini kalbine alıp gelen birinin karşısında palamarları indirmeyecek kalp yoktur bana sorarsan. İyi seçilmiş olacak göstergelerin, incelikle seçeceksin sürprizlerini, inceden anlatacaksın derdini. Küçük ama anlamlı olacaklar. Cebe saklanmış bir pasta, kapının altından atılmış (ve sonradan kaçılmış) bir Şarlken posteri, sürpriz bir konser bileti, hiç beklemedik bir anda sizin için tutulmuş Balkan müzisyenleri, sizin için yapılmış bir seramik, çok üşüdüğünüz bir anda ufuktan çıkıp gelmişe benzeyen sıcak bir kahve, yeni yıla başlamak için pırıl pırıl bir defter, içi sürpriz dolu bir kitap, sizin için alınmış bir şapkayı paketlemek için bütün gün boyunca aranmış güzel bir kurdele. Aşk bütün kozlarını tek ata oynamaktır. Tüm seçeneklerin üzerini çizip, tek atışa hedeflenmek. Tüm saflığınla dikileceksin karşısına ve hiçbir engel tanımayacaksın! Korkmayacaksın! Saflık yumağı olacaksın ve sadece kendini alıp geleceksin. Kalp adamıyım ben arkadaşım, gerçek sevgiye ve saygıya değer veririm, onun karşısında reverans yaparım. Sade insan severim. Sadeli!
       Sonuç itibariyle sanırım Tuna (Kiremitçi) geçen haftaki iddiasında haklı. Ne de olsa çözmüş tek hücreli canlıları. Türk kadınları erk peşinde.(Para, pul, şöhret)  O yüzden erkekler de tüm kadınların erk karşısında çözüldüklerini sanıyor ve yüzsüzleşiyorlar, yüzleri kasap süngeriyle silinmiş formata bürünüyorlar. Ban bakın bana, ben ağzınızı burnunuzu kırarım ha! Kaşınız gözünüze karışır, Picasso’ya model yaparım hepinizi! Höyyyt! Gidin kardeşim, kalbinize ve beyninize nakil yaptırın. Elimi kana bulamayın benim. Ben saflığın peşindeyim.
       Çok sevdiğim eski bir öğrencimle Kuledibi’nde koca bir şişe devirip bol keseden dedikodu yaptık. Sonra da tatlı tatlı yalpalayarak karşıya geçtik. “Başına ne geldiyse o hoca yüzünden geldi”, demiş babası. Alper matematik bölümünü bitirip “Ben sizin gibi olmak istiyorum” diyerek Salamanca’ya gitti. Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesi, bana sorsan süper iş yaptı. Bir süre kaldı, Salamanca denen rüya şehriye yoğruldu. Az kalsın tarih doktorası yapıp hayatını kaydırıyordu.  Sonra da babasının erken teşhisiyle hemen İngiltere’ye kendi konusunda yüksek lisan yapmak üzere gönderildi. (Erken tedavi hayat kurtarır). Şimdi hem işini yapıyor, hem de Galata’da açtığı stüdyoda resimlerini yapıyor. Düşündüm de keşke ben ona benzemek isteseymişim ya…  Alper, sevgilisi ve ben ilk fırsatta kar altında Belgrad’a gideceğiz. Bakarsın bir Bregovic konserine denk gelir, deliririz! (Sevgilisiyle Buena Vista konser dönüşü taksiye ortak olurken tanışmış, Allahım kadere bak!) Geçen seferki gibi Balkan sınır polisleriyle dalga geçip hayatımıza heyecan getirmeyeceğine söz verirse kardeşimi de alacağız.
          Onur muhteşem bir kitap getirmiş. Tek kelimeyle yılın sürprizi. Yeni yazdığım roman için özenle seçilmiş bir parça. National Geographic’in “Dünya Mutfaklarına Seyahat” nam bir kitabı. Kendimi kaybettim okurken. Yeni gezi rotalarım belirlendi. Her yıl 20.000 kişinin katıldığı bir lahana festivali varmış Macaristan’da. Lahanalarla akrobasiye kadar her türlü şenlik varmış. Benden haber alamazsanız oradayım. (Ya izdihamdan, ya da korkunç lahana kokusundan telef olmuşumdur). Bence nezaket böyle bir şey. Onur erkeklere nezaket dersleri veren bir okul açsın, ben hayalini kurduğum “şövalyelik kursları” projemi patentiyle ona bırakırım.
        TRT Arapça kanalında bir programa katıldım. Tabii beş aylık bir Arapçam olduğunu çaktırmadım. İslam Korkusu’nda konuşacak seviyede değil malum sefil ve yarım kalan Arapçam. Sorular Arapça soruluyor, kulağınıza simültane olarak geliyor. Sempatik bir çocuk vardı, bir ara sorduğu soruyu anlamadım. (Akılsızım ya, kulağımdaki çevriyi değil, çocuğun Arapçasını anlayamaya kasıyormuşum istemsizce). Bittabi kendimde olmadan “la fehumtu” (anlamadım) diyivermişim  Arapça.(Off, Arapçam geldi yine. Aşığım ben bu dile. Araplar olmasa Arapça muhteşem bir dil anacııım… Ruhumu teslim ettiğim Tunus ya da Cezayir’de bitireceğim bu operasyonu. ) Bu arada yakamı çekiştirdiler, bana kalırsa yeterince kapalı idim kendi çapımda. Sonra programcılardan dünya tatlısı bir hatun kişi TRT Arapça’nın bu muhafazakâr kılık saplantısının adını söyledi, yere yıkıldım gülmekten: çatalofobi!
        Asla yüzüme fondöten değdirmem. Bu aralar programlar sebebiyle maymun gibi boyayıp yolluyorlar, akşama kadar temizlenemiyorum. Böyle anlarda hep Hande’nin kocası Maurizio’yu hatırlıyorum. Türkiye’ye ilk  defa gelip de televizyonda ilk gördüğü kadın Bülent Ersoy olmuş kaderin işi. “Hande, Türkiye’de kadınlar hep böyle panda gibi mi boyanıyor?”, diye sormuş telaşa. Hande’den el-cevap: “Yok, hepsi değil, kısmen”.
       Montignac diyetiymiş, yok karbonhidratla proteinleri bir arada yemeyecekmişsin. Ben zaten bir arada yemiyorum ki güzelim, sırf karbonhidrat yiyorum. O yüzden doğrudan midemden beynime giden bir yol oldu. Diğer tarafta göbeğimi tatlı tatlı çevreleyen bir kemer de oldu tabii. Satürn tadındayım şu aralar. Millet cumaya giderken, ben spora gidiyorum, ofisin kapısına da not: Cuma’ya gittim, gelicem. Bizde Cuma böyle, n’apiimmm?
        Geçen gün sabahın köründe gözlerim şiş okula gelince Bahar telaş oldu “N’oldu, uyumadın mı dün gece?”. Neyse ki yabancı değil, itiraf edebilirim. “Şey, ben dün gece sabahın dördünde kadar dans etim de”. Soruyu beklemedim: “Evde, tek başıma”. Nitekim böyle defolarım var, n’apiim,  okurken, yazarken, dumble (humble dumble) kaldırırken birden sapıtıp dansa bağlayabiliyorum ve bu en az iki-üç saat sürüyor. Dün Deniz “hocam, biz sizi çok yanlış tanımışız”, dedi. (Sanırım/umarım iyi bir şey demek istedi). Bu durumu bilse bir daha der, ya da dediğini geri alır. (Hocam, biz sizi psikopat biliyorduk, ama siz zır-psiko’ymuşsunuz ya!”) 
        Shantel geliyorrrrr! Hem de yeni yıla gireceğimiz saatlerde! O boynuna taktığım paprikalardan sonra beni hâlâ konsere alı mı bilmem! Shantel’e dair hatırladığım en güzel şey beni konser ve röportaj sonrası yeniden konserine çağırmak için adımı kapıya yazdırma nezaketi göstermesi, iki gece üst üste Shantel’lenme lüksüne sahip olduğum yetmiyormuş gibi bir de bana bir gün bir romanımda mutlaka kullanmam gereken bir sahne yaşatması. İkinci gece konserde adrenalin tavan yapınca Shantel telefon teliyle Babylon’un ikince katına çıkıp üst kattan sallanarak performansına devam etti. Sonra da üst katın merdivenlerinden yeniden sahneye gelirken beni o korkunç kalabalıkta tanıyıp öpmesini hiç unutmayacağım. (Heyecanlanmayın boşuna, yanağımdan tabii).  Yılbaşı için verilen bütün sözler hükümsüzdür anacım. Affınıza sığınıyorum, ben Abdi İpekçi’de tepiniyor ve “Disco boooooy” nidalarıyla dans ediyor olacağım.
      Şimdi size aşk için nasıl emek gösterilmesi gerektiği anlayacağım. Sene 2000, mevsim bahar. Hande, annesi ve ben anneannelerini ziyarete Tire’ye gidiyoruz. Otogarda otobüs önündeyiz ve otobüsün kalkmasına üç dakika var. Bu arada gözümüzün önünden bir bavul geçiyor, üzerinde de İberia etiketi. Necla Teyzem, “Ay, Özlem şunlarla İspanyolca konuşsana, duyalım”, diyor. Ben de kafamı çevirip “Nerden gelir, nereye gidersiniz?” diyorum komiklik olsun diye. Bir tanesinden cevap geliyor: “Bilmemne matik konferansından geliyoruz, Kapadokya’ya gidiyoruz”. “Haydi sağlıcakla”, diyip otobüse biniyorum. O saniye yüzümde sıcak bir rüzgâr. Oturuyorum koltuğuma ve “ben âşık oldum” diyorum. Çocuk Steva Vai’ya benziyor, birkaç ay önce de Steve Vai konserine gitmişiz, hayali hâlâ taze gözümüzde. Ama nasıl çirkin, nasıl çirkin. Gogol’ün burnunun reenkarne hali. Çin’in burun ihtiyacını yek başına karşılar, o derece. Ya da bir Altınçağ İspanyol dahi şairi-yazarı Quevodo’nun dediği gibi: buruna yapışık bir adam! Hafta sonu geçmek bilmiyor. Pazartesi sabah İstanbul’a varıyoruz, ben bilgisayar başına geçip başlıyorum çalışmaya. Eldeki veri: Sıfıra yakın: İspanyol, adını anlamadığım bir mühendislik bölümünde, Kapadokya’ya gidiyor. 18 kişilik bir ofiste çalışıyoruz, yediden yetmişe herkese derdimi söylüyorum. Hep birlikte arıyoruz. Her gün bir arkadaş elinde bir veriyle geliyor. “Özlem, Microsoft kongresi olmuş, bu olabilir mi?” Haldır haldır programlar çıkıyor, İspanyollara bakılıyor. Havayolları aranıyor, gazetelere bakılıyor, kongre merkezleri inceleniyor. 65 yaşında Suat Bey bile seferberlikte ön sırada. Fehime Hanım her sabah elinde küpürlerle geliyor. Dünya tatlısı bir mühendislik fakültesi dekanımız vardı o zamanlar, canımın içi Ruhi Hocam. Heyecanla odasına çıkıp hayal meyal hatırladığım kelimeleri soruyorum “tele”, “komünikasyon”, “telematik”, “tele-komüniskasyon”. Ama yüzsüzlüğü ele alıp derdimi söylemiyorum tabii. Bütün üniversite seferber oluyor. Öğrencilerim dâhil. Sonra aklıma bütün teleli ve kominikasyonlu İspanyol üniversitelerinin sekreterlerine mail atmak geliyor: “Ben birisini tanıdım, (yarım dakika sürdü) sonra kaybettim. Tek bildiğim kongreye İstanbul’a geldiği, sonra da Kapadokya’ya gittiği”. Maillerin sayısını hatırlamıyorum. Ertesi sabah (yani onu bulmaya çalışmamın 4. gününün sabahı)  bir mail geliyor. “Hola Özlem, beni bulduğuna inanamıyorum!” Bi de bana sor, esas ben inanamıyorum! Hemen sigara yaldızlarından kedi merdivenleri yapıp ofisin kapısına asıyorum. Öğrencilerim zekidir, yaldızı gören, şifreyi anlıyor: “Hocam buldunuz mu?” “Benden kaçar mı!” Bir şenlik, bir şenlik, ofiste kırk gün kırk gece şenlik oluyor. Halaya durmadığımız kalıyor. Arkadaşlardan biri “kızım çevir bize şu maili, ne demiş”, diyor. Ben de alıyorum elime çeviriyorum, “Hola (merhaba) Özlem”, diyor. Çevirisi: Oha, Özlem! Roman kahramanlarımdan Amanda “bir sonrakine sana bir Çinliyi bir kez gösterip Çin’e atacağız, bakalım ne kadar zamanda bulacaksın”, diyor. Juan, Madrid Politeknik’teymiş. Çalıştığı bölüm sekreteri maili görünce hemen onun olduğunu anlayıp göndermiş ona. Sonra biz Juan’la yıllarca çıktık! Yıllar sonra, benim İstanbul’da yaşama sevdamdan ayrıldık. (Hay, aklıma tüküreyim). Bana bugün bile hâlâ sandığımda sakladığım destan gibi mektup gönderdi: “Özlem, bu mektubu sakla, torunların görsün ve sevdiklerine senin bana yaptıklarını yapmasınlar”. (Ne yaptıysam ona? Buraya gelseydik İspanya’da kriz var diye ağlamaz, Törkiye’de hayatımızın her yerine sirayet eden krizie alışırdık). Bugün hâlâ dostuz onunla. Siz bildiniz mi şimdi aşk için savaşmak ne demek? Birisini seviyorsanız her gün gösterin, her gün çalışın. Juan gibi beyaz bayrak çeksin! Onu sevdiğinize inandırın!
        Yarın akşam Woody Allen’ın Tanrı’sına gidiyoruz teyatoraya, Bahariye’de. Oyunun en hasta olduğum kısmı tepeden inen bir Deus ex Machina! Şu anda tek ihtiyacım olan şey o! Beni bu sahneden kurtaracak bir Tanrı Makinesi! İmdaaaattttt, ambiyanzzzzzz…
      Perşembe günü de Imam Baildi konserine gidiyoruz. Valllahi billahi Perşembe sabahı hastalığımı geçirdi şenlikli Yunanlar. Müpteleları oldum. Canciğer arkadaşlarımla Babylon’a gidiyorum ve bittabi çatlayana kadar dans ediyorum.
       Yorgo Amca’ya söz verdim. Aile kuracağım. Gelin Shantel ailesine katılalım, 2013’e maaile dans ederek, telefon telleriyle üst kata çıkarak girerim. (Bizde yamuk yok).   
        Toparlarsak şöyle bir şey çıkıyor:
        Onur bir “erkeklere nezaket” ya da “ayıları cilamama” okulu açıyor. Babası gül gibi mühendisliği bıraktığı için “Başına ne geldiyse o hoca yüzünden geldi” diyerek beni bazukayla kovalıyor. TRT Arapça bunu naklen Arapça yayınlıyor. Körfez krizi mütercimlerinden biri gaklaya guklaya Türkçeye çeviriyor.  Bazukanın arkasından çıkan gazdan çil yavrusu gibi kaçışan ve kafalarına ortaları yırtılmak suretiyle Picasso tabloları geçirilmiş ayıcanlar mortingen ştrayze oluyorlar. Olaylar Sankskritçe bir alt yazıyla ekranda geçiliyor. Bu arada Shantel telefon teliyle sahneye iniyor ve mütercimi öperek (yanaklarından) tekrar yükseliyor. Ben gaz ve toz bulutu arasında küfrederek telefonda konuşuyorum. “Hacı, Deus ex Machina gelecekti, beni kurtaracaktı? İki saat kırk beş dakika oldu yok ortalarda!” (Olay tabii ki Törkiye’de geçiyor) Tam bu arada okur soruyor, “Neyin kafası bu hocam?” diye. Cevap veriyorum: İki küçük kadeh prosecco’yla halim nice oluyor a dostlar!
      Sevgili Merve, bu uzunluk iyi mi? :=)

18 Aralık 2012

GİT KENDİNİ ÇOK DÖVDÜRMEDEN


      
      Eski bir roman kahramanımın dediği gibi hayatı erozyon gibi yaşamaya başladım yine. Enerji sağlamak için pistlere döndüm. Barfiks, ağırlık, mekik sayesinde agresyonumu salonda bırakıp mutlu mutlu işe gidiyorum. Böylelikle elim kana bulamıyor, temiz kalıyor. Yani, enerjimi atıyorum, enerjimi atıyorum elim temiz kalıyor.
        Hayli Domez Gomez bir hafta geçirdim. Buket (Vatan Kitap) evinde bize yemek verdi. Renkli bir ortam hazırlamış, sevimli bir menajerden inşaat uzmanına kadar uzanan bir ranjda pek şenlikli bir gece geçirdik. Konu yine aynı yere gelince anladık ki, çevre ne olursa olsun hayatımızın konusu bizden pek uzaklaşamıyor. Kadınlar erkeklerden ne bekler? Tuna’nın (Kiremitçi) iddiasına göre “erk” bekler. (Bana sorarsan “terk” bekler. O zaman o biçim âşık oluruz.) Velhasıl gece boyunca konu bir karara bağlanamadı. Ben şahsen bilgi beklediğimi beyan ettim. (Hande olsa yine kütüphaneyle yatak odasını karıştırdığımı söylerdi, neyse ki yok.) Bilgi, ama ilgi de olur yani. Çin’e kadar gitmeyelim ilim için, ay pardon aşk için, fıkranın dediği gibi bir harf için birbirimizi kırmayalım. Bu arada bence Tuna şöyle tatlı bir romantik komedi yazmalı. Yazmazsa, gece boyunca yaptığı esprilerin patentini alıp ben yazarım vallahi. İncelikli kahkahalarla donattı masamızı.  Eline çiçeğini almış gelmiş davete. Anacım, artık elinde çiçek gördüğüm erkeklerin sayısı bile azaldı.  Bence biz çiçekleri değil, çiçek getiren erkekleri defter arasında kurutup saklamalıyız.
       Çok tatlı bir hatun kişi vardı yemekte.  Emlak satışı üzerine yazılarından örnekler gösterdi. 1+1’ler için “yalnızlığı satmak” diye bir başlık koymuş ki vuruldum. De Andre tadında. (Onun da en sevdiğim sözü: “Yalnız ağlamamak için yağmuru beklemek”. ) Yemekte şövalye romanslarından küçük tatlı bölümler anlatıyordum. “Aa, derste de böyle romantik romantik anlatıyorsan herkes sana âşık olur” dedi. Bana sorarsan çocuklar beni gördüklerinde boyunlarına sarımsak filan asıyorlar. Arkamdan geleni almıyorum malum,  “kendine bir içki al” diyerek kendilerini kantine yolluyorum. Buradan bakıldığında tam bir Yalan Dünya-Zerrin repliğiyim yani: “Ayy, tipe bak, romantizm bununla aynı cümlede bile durmaz!”
        Pazar günü yayın dünyasından arkadaşlara yemekte bol bol eski psikiyatr anılarımı anlatmıştım. Bir yazar-psikiyatrımızın muayenesini paylaştığı bir psikiyatra gittim iki kere. (herkesin onunla ilgili bir çuval anısı varmış meğer). İkincisi pek bir komikti. Hronis’in bana geçirttiği bir sinir krizi sonunda telefon açmıştım. O gün randevu veremeyeceklerini söylediklerinde çığlığı basarak -ve bittabi ağlayarak- bir “Bugün gelmezsem yarın çok geç olabilir amaaaa”, deyişim vardı ki, romanlara layık sahneydi vallahi. Sonraki sahne yine daha önce yaşananın aynısı: “Alo? Anne, çabuk gelin. Timuçin Bey’e gidiyoruz!”. Annem, babam, kardeşim telaş içinde kapıda belirirler, bir sonraki karede o yazar-psikiyatrın muayenehanesine bir bir dizdiği kitaplarının önündeki koltuklara şişe gibi dizilip sıramızı bekleriz. İçeri girerim. Timuçin Bey söylediklerimi yazarak şu yorumda bulunur: “Geçen seferki Katalan’dı”. (Düğüne on gün kala adamı terk et, sonra psikiyatra git, bir yerde bir yanlış var ama)  “Evet, sakıncası yoksa bu sefer Yunan!” (yabancı damat sevme yasağı mı var, yoksa “bir de Türk sev anacımmm artık” demek mi istiyor anlamadık). Yazar, yazar, sanki bir saat sonunda farkı bir ilaç verecekmiş gibi. Prozac reçetemi alırım, aile boyu çıkarız, Polo Pastanesi’ne gider tıkınırız. Bu bizim “ruh hastalığı” ritüelimiz. Sonra ben Prozac’ı alırım, placebo etkisi yapar, bir ayda eskisinden mutlu olurum.
     Almanca hocamın evinde kamp kurduk bir gece mükellef bir sofrada. Vağarşak Hazretleri de soframızı onurlandırdı. Bir taraftan hezeyan halinde tıkınırken bir taraftan da hala yemek üzerine heyecanla konuşabilmek gibi Allah vergisi bir yeteneğim olduğunu hatırlayıp durumu vaftiz etti: Ayının 40 sözü var, 40’ı da armut üzerine. Bayıldım vallahi. Bütün gece gülmekten yediklerimi eritmişimdir diye umuyorum. Akşam benimle buluşacağını söyleyince pederlerden biri “Kumrular mı?” diye sormuş. Hazret şaşırmış tabii. “Nereden bileceğim, Kumkapı durağındaki İslam Korkusu ilanından tabii ki” deyince durum açığa kavuşmuş. Ne biçim kader ya? Hep korkularla anılıyorum. Metroyu da süslemiş ilanlarımız. Yeraltından hizmetteyiz anacımmm.
      Dün gece hayatımın erkeğinin evindeydim: Massimeddu. Pazar akşamları onlarda kamp kuruyorum. Uyku saati gelince Massimeddu’ya Hande’yle “haydi bir yatmaya gidiyoruz” diyerek özendirme politikası çerçevesinde aşağı iniyoruz. Maurizio’dan ek: “Oğlum, bak kaçırma, büyüdüğünde asla iki kadın birden sana bunu teklif etmeyecek.” Hande de gitti, biz ikimiz kaldık. Ben de onu uyutmak için ona masal anlatırken buldum kendimi. Anaaaam, ayının 40 sözü misali. Masalım aynen şöyle bitti: yüzen koyun sürüsü Sardinya’ya çıkar ve kıyıda Massimo’nun anneannesini elinde culurgionis (Patatesli Sardinya mantısı desek olur yani) sepeti ile bulurlar. Sahilde çatlayana dek culurgionis yerler ve masal mutlu sonla biter. Bir de bendeki mutlu sona bak! Yakında kapılardan geçmek için kendimi yağlamak zorunda kalacağım.
      Kaale aldığımdan değil de, bir kerelik bana cevap hakkı doğdu diye…  Son haftaki röportajlardan mütevellit bir kesimde ahalide huzursuzluk olmuş. Medeniyet Batı’dan geliyor demişim. Evet, dedim. Geldiğini bidliğiniz daha iyi bir yer mi var güzelim? Masanız, sandalyeniz, elektriğiniz, bugün kullandığınız her türlü “medeni” dünyaya has nesne Doğu’nun icadı mı? İnsanı dünyanın ortasına koyan Rönesans hangi topraklarda doğdu?  Ne tatlı söyledi Nebi Hocam: Ziya Gökalp bile Garp medeniyetini alalım demez mi? Kanuni’i esrarkeş yapmışım! Yuh yani! Maslık/maslak kullanmış adam melankoli hastalığına tutulduğunda. Prozac mı varmış yoksa uyku ilacı mı? Barışın azıcık ecdadınızla be güzelim. Onlar da insanmış, heykel ya da ilah değilmiş be! Türkiye’de tarih yazmak, belgeyle konuşmak tam bir Çin işkencesi! Ulan kıytırıktan bir dizinin gündemi böylesine doldurup memleketin esas sorunlarını bu denli unutturduğunu inanamıyorum!
        Arkadaşlar soruyor, o kadar Serdar şarkısını nereden buluyorsun, diye. Kardeşim yapmış bir hata, bilgisayarıma tüm albümlerini yüklemiş, ben de size vakit buldukça incili sözlerden demetler yapıyorum da fena mı oluyor? Evet, geçelim haftanın pırıltılarına:

“Çok üzücü ama seni arayamadım,
Bu geçici parodiye dayanamadım,
İkimizi tanımanın acelesi yok
Yüreğimin ikizine yaramadım.”
(Bence yoruma gerek yok, yorumu da kerameti de kendinden!)
 *   *   * 
 “Topu topu huzur üfle hazır yüreğe” (Sınırsızca yorumsuzum)
  *   *   * 
“Gül kokar güldüğü yerden, ben gülün rengine kök saldım!” (Botanikçilere, olmazsa ulemaya sormalı)
*   *   * 
“Bütün acıları yazıyorum vasiyetime
Sana yakışanı yapıp onu oku zaman,
Gram acımadı kötü diye vaziyetime
Sana yakışanı yapıp onu koru o zaman”
(MFÖ’nün güzel bir şarkısı vardı, “gözyaşların, gözyaşlarım kafiye olsun diye değil”, ama bu büsbütün kafiye olsun diye be güzelim!)
*   *   * 
“Yüzüme bakmasın, (Burayı anladık, şimdilik asayiş berkemal)
Ama bırakmasın (Nasıl olcak o? Bakmayacak, ama bırakmayacak. Zor sanki, gibi gibi)
Onu ayartmasınlar (Onlar kim? Nereden geldiler sahneye? Üçüncü çoğullar bastı!)
Beni yakan güneş onu da yakmasın (Alo? Samanyolu mu? Mikail de olur. Şey, hacı biraz kısabilir miyiz şunu ya?)
Yeter uzatmasınlar. (Biz de ancak bu kadar dayanabildik zaten.)
*   *   * 
“Yaradan seni benim elime günah işleme diye verdi
(Kesinlikle anlamadım, yorumsuzluk özlemiyim)
İçi dışı gibi açık olana, hak edenlere söz verdi.
(Ne sözü verdi? Tanrı mı? Bir daha söz yazmayacak mıymış?)
Uçurun beni göklerde!”
(Sanki buraya kadar çok bir anlam bütünlüğü içindeydi de, şu fazda tümden dağıldı)
*   *   * 
“Sana bir hayat izi var
(Üç vakte kadar katil mi oluyorum acep?)
Bir ara kapa gözünü ruhu dinlensin,
(Ben gözümü kapıyorum, onun ruhu dinleniyor. Telematik denen bilim bu işte)
Arada yürek izi var,
(?)
Bir ara yıka yüzünü aşkla dinlensin” (Kaçılın, tepki veriyorum: Fesuphanallah!)
*   *   * 
“Acıyorum acıların seni üzen şekline,
Sanıyorum ah,  bulunacak seni yazan bir kelime”

       Ayyy, kızlar, ben buldum o kelimeyi: İmdat!!

      Sizin için bu şarkı içindeki mısralardan en anlamlısını buldum, o da İspanyolca çıktı:
“Oye mami, sabes que estoy volviendo loco por ti?” , Lisani Türkîde: “Hey yavrum, senin için deli oluyorum!” Gayetle mantukluu, değil mi?  (Göreceli olarak yani J )  
     Allahım sana geliyorum!

7 Aralık 2012

TÜM GEREKSİZ ARIZALAR GİTTİ GİDELİ

    Bugün bütün dünyayı ekerek eve attım kendimi ve en sevdiğim asosyal aktiviteyle iştigale daldım: blog. Kaç gündür yine evin yolunu bulamıyordum, hatırladığıma sevindim. Kurabiye kırıntısı diyeceğim ama bu aralar kurabiyeleri de kırıntısıyla birlikte yalayıp yuttuğum için bu da tutmadı. Kimseler heyecanlanmasın anacım, bu sene Altın Ayı ödülü doğrudan bana geliyor. (Aynalardan tüyoyu aldım). Bu vesile ile yeniden pistlere döneceğim yarın (yürüyüş bandı, envai barfiks, vesair eski yoldaş).
       Vallahi, her gün okulda beni güldürüyorlar, bir de üzerine para veriyorlar. Bugün History of  Food dersinde herkese bir kitap okuma ödevi verdim. Psikolojisi sağlamlara birer Pessoa, sabrı bütünlere de birer Saramago. Bazılarına “Sen Llosa’dan istediğin birini seç”, dedim. Ders sonunda bir öğrencim geldi: “Hocam ben Madam Bovary’nin hangi kitabını okuyayım?” Piyasada rağbet göreceğini düşündüğüm bir projem var, ticari geleceği parlak: 333 taneli bir tespih! (Modam Bovary demişken, aklıma Balsac geldi. Günde 60 fincan kahve içermiş ve malumunuz günde 100 fincan kahveyle çok rahat intihar edebilirsiniz.  Mesela ben bu soru üzerine 100 fincan içmeliydim bence. Cereyan yapıyo, kapa parantez. )
       Karmaya inanlar kötülüklerin bize geri döndüğüne inanır ya, ben de arifesindeyim. İspanyolca öğrencilerimin “geberes” adını taktığı “deberes” (ev ödevi) benim derslerde gani gani. Gençler telef oluyor. Parolamız: geberene kadar deberes. Yunanca sınıfından yakın bir arkadaş ödevlerden yıldı, kursu bıraktı. Biz direngencanlar ise son iki haftadır 10 sayfalık bir sunum üzerine uğraşıyoruz. Yatıp kalkıp Osmanlı’da kılık değiştirme sunumu yazıyorum. Acccaip vokabüler yaptım. Hatta Yunan bir profesör var bölümde, o bile bilemedi sorduğum tamlamayı. Telefat! Bizim delikanlıların ahı tuttu a dostlar.
      Ama bizim Yunanca kursunun eline su dökecek kurs yoktur. Şişmanoğlu Megaro’da yapıyoruz dersleri. Dil dersinden ziyade, kültür dersi aslında. Müzik, edebiyat, film; şenlikli geçiyor. Alt katta da sergiler oluyor. Eee tabii, sergi olunca kokteyl oluyor. Teneffüslerde kokteylde içip içip derse çıkıyoruz. Varsa daha güjel kurs beri gelsinjjj.
     İslam Korkusu röportajları devam ediyor. Her gazeteye aynı şeyi anlatmamak içi çaba sarf ederken yaşlandım wallahi. Tekrara düşmeyeyim diye stres oldum. Dün gece aklıma süper bir atraksiyon geldi. Yarın bunu deneyeceğim, büsbütün yenilik: 1981 yılında Çin’in Teijung bölgesinde küçük bir kasabada doğdum. Balıkçı bir babanın ve Hungarolog bir annenin 12. çocuğuyum. Bu arada, hayatınız pirinç tanesine yazılır. Nasıl?
       Bu hafta derste Don Quijote işledik biraz. Tek kalemde geçtiğim o meşhur Cervantes sözünü hatırladık yine: “Aşk herkesi eşit kılar”. Diğer bir deyişle, aşk herkesi eşit derecede salaklaştırır. Sınıfta gençlere kızıyordum, “romantizm ölmüş bunlarda diye”, sonra bir de kendime baktım:  Şu aralar aşktan anladığım evimiz temizleyecek, bana yemek pişirecek, çay-kahve servisi yapacak, saçlarımı kurutacak biri. Ofisteki üzerinde çividen asetona, ojeden kavanoza kadar her türlü ıvır zıvırın ahenkle dans ettiği masamı toplayacak, yatağın üzerinde küçük çaplı bir dağ formatında süzülen elbiselerimi dolaba asacak, beni hafta sonu deniz kenarına götürecek, kitap okurken bana eşlik edecek biri. Bence Samanyolu’nda namevcut, ama ümit en son tükenen şeymiş anacımmm…  Nıhahaaa, pirimiz Serdar Ortaç durumu pek anlamlı bir beyitle anlatmış zaten: “Benimle yaşamaya var mı gücün? / Bütün kapıları kapat bir düşün?” Malumunuz, Serdar Abimiz’in şarkı sözlerindeki en birincil özellik kafiye sevdasına birinci mısranın ikinci mısra ile akıl almaz bir alakasızlık içinde olmasıdır. Walakin bu sefer uyum muhteşem olmuş: Adam kapıyı kapatıp oksijensiz ortamda düşünüyor, yoksa beyne hava ederken kabul edilecek şey değil, a dostlar!!!
       Hande üç yaşındaki oğlu Massimeddu’nun (nam-ı diğer Moşimoto/Moşi) bana âşık olduğunu iddia ediyor.  Ben durumu çözdüm: çocuk gerçek bir İtalyan-Türk karması olduğu için çıkar peşinde. Tek çıkarı annesiyle ona “Moşi’yi koy sepete” yapıp (bu oyun Moşi’nin havadan yatağa atılmasından ibaret) boğuşmacalı saatler yaşamamız.  Geçen gün Hande’nin teyzesi gelmiş, evi temizlemiş, yemek yapmış. Akşam Moşi yuvadan gelip onu görünce “Sen git, Özlem gelsin” demiş. Kadıncağız şaşırmış, Moşi’den cevap babında: “O ‘Moşi’yi koy sepete’ yapıyor ama”. Teyze kızmış tabi: “Evladım, sana evini temizleyecek, yemek yapacak teyze lazım, sepet değil!” demiş. Geldik mi yine aynı noktaya? Valla, ondan bana da lazım.
      Yılbaşı yaklaşıyor. Hayatımın yılbaşı partileri tek tek gözümü önüne geldiğinde daha bir kararsızlığa düşüp PTT’ye mayil oluveriyorum. Yılbaşında insan şöyle bir dağıtmak ister be güzelim. Bu yüzden tanıdıktan uzak yerlerde yiyip içip dans etmek, durum gerektirirse -benim Yunan topraklarında “oh, nasıl olsa tanıdık yok” diye yaptığım gibi masalara çıkıp göbek atmak da dâhildir bu eğlence seansına. Sene 2007. Kuzenler sağ olsun Bostancı’da gözden uzak bir mekân ayarlamışlar, topu topu dört masalık bir teras. Yedik, içtik, çılgınca dans etmeye geldi sıra. Tam kendimden geçmiş deliye bağlamıştım ki arka masadan bir sandalye döndü “Hocaaaaammm, nasılsınız?”  Nepal’de mi kutlasam acaba bu sene diyorum. Annemler Polonezköy’de bir villa kiralayıp müzisyencanlar arasında musiki icra etmişlerdi bir yılbaşında. (En sevdiğim sanat müziği ve fasıl bizim evde, benim varlığımda yapılmayandır.) Loto’dan bişi çıkmadı ki, yoksa ben de Amr Diab’ı eve çağırır, kızları toplardım ve sonra da ona Serdar’dan çok anlamlı bir parça sözlerdim: “Yüz yüze bakalım/hangimiz platonik? Yüz yüze bakalım/hangimiz fotojenik?” Bu çocuk ne yiyor, ne içiyor bunları yazarken acaba? Bu da aynı şarkıdan: “Kara kedi gireceğine aramıza/seni şöyle alalım otur yakınımıza/tüm gereksiz arızalar gitti gideli/gün en güzeli sen, güzeliz biz iki deli.” Hah, buldum ben yılbaşında nereye gideceğimi. Beni seven peşimden gelsin.
       Bana gökyüzünden yıldız bile aldığı halde bana yaranamayan umutsuz Katalan-İspanyol sevgilim bir hafta sonu ta Barcelona’dan bize geldiğinde, annem onu pek bir sevdiği için “ayy, haydi size bir Serdar gecesi ısmarlayayım” demişti. Annem kesenin ağzını durum daha hayırlı olsun da, belki de benim deli kızım dans mans ederken aklı başına gelir diye açmıştı belli. Eğer o gece mandepsiye basıp kabul etseydim bu teklifi o gece sevgilisiz kalırdım belki de. (Şaka yaptım kız, severim ben bu sempatik Serdar’ı).
       “Bu da çözüm olmadı can acısına/ seni öne yazalım yürek atamasına”… Serdar… Evet, kesinlikle magic mushroom etkisi.  Bu hafta dersimize Törkiye’nin mantar uzmanı Jilber Barutçuyan konuktu. Mantarlar hakkında hiçbir şey bilmediğimizi fark ettik. Yıllar sonra öldüren mantarlar olduğunu da ondan öğrendik. Genel olarak sorular “hocam, şu mantar öldürür mü?” şeklinde idi. “Jilber Bey’in cevapları ise: “Hayır, süründürür” formatındaydı. En çok sorulan soru pek tabii magic mushroom oldu. Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen arabasının neden uçtuğunu hiç düşündünüz mü? Halusinojen mantar etkisi bittabi. Hiç aklıma gelmemişti.
       Bir gün Mr. Mutluluk Hattı’nın bir arkadaşı ile oturmuş laflıyorduk. Sanırım bir kadeh, (bilemediniz iki) şarap içmiştim. Çocuk “Is she high?” diye sormuş kendisine. Nereden bilsin bu kızcağız ağzına tütün bile koymadan “high”.  Bana bir bakın hele, benim saf halim bu güzeller! Hayatım boyunca hiç böyle bir deneyimim olmadığını buradan duyurayım. Orjinalim ben, doğalım böyle high benim. Allah hepimizi uçmuş halimden korusun bence. Anacııım, ben onların hammaddesiyim. Benim hücrelerimden yapıyorlar onları, ihtiyaca ne hacet! Doğanın dengesi bozulmasın diye benden uzak tutuyor tanrı böyle hevesleri. Galaksinin de bir dengeye ihtiyacı var, di mi kızlar?
        Canımın içi Almanca hocam ve yakın dostum Nurten Hoca geldi ve “Ayy, sana gelip ‘ne yaptın, nasıl geçti Sardinya?’ diye soracağıma, bloğunu okurum, daha iyi” dedi. Bloğumu dostlarına duyurmuş, “okuyun, hastası olun”, demiş. Bana sorsan, okuyan doğrudan hasta oluyor. Düşeyazdım gülmekten. Evet, bazen uzaktan daha eğlenceli olabiliyorum. Beni görmek demek… J
       Serdar’la bitirelim yine:  “Aşk gidene acımak mı? Bu yükü taşımak mı? Yarayı kaşımak mı?” Muhafızlarrr! 

3 Aralık 2012

KÜÇÜCÜK BİR TUĞLACIK ya da SERBESTİM RADİKALİM…

    
       Evvvvett, bugüne bugün asabımı bozmaya yeltenenin kafasına indirebileceğim tam tamına 530 sayfalık bir kitabım var. Pablo kitabı alınca telefon açıp “menudo ladrillo” (“eşek kadar tuğla” anlamında “minik tuğlacık”) dedi. Sonra Cezmi Hoca aradı, teşekkür etti ve konuşmaya çağırdı. Konu bildik yere geldi. “Evladım, artık vakit geldi”. Meseleyi hemen çözdüm. “Son birkaç yılımın tadını çıkarıyorum hocam”, dedim. (Son birkaç on yıl da olabilir).“Böyle başlar. Onun sapı, bunun çöpü derken gittikçe kimseyi beğenmez evde kalırsın. Çabuk kararırını ver,” dedi. Karar vermekte zorlanmıyorum aslında. Bugün kendisini arayıp kararımı verdim: Gabino Diego”, diyebilirim. Johnny Depp de olur. Sorun fizibilite.
      Röportajlar, programlar ve benzer aktivitelerle kitap tanıtımı için imece halindeyiz. Basın tanıtım müdürümüz Ebru ağzımdan çıkanı kulağım duymadığı için röportajlara bizzat gelip arkadan yanlış notaya bastığımda o kocaman güzel mavi gözlerini büyütüp bana mesaj veriyor. Bu şenlikli bir aktivite. O an gülmekten yere düşmemişsem durumu kotarıyoruz. Geçen gün aradı, büyük televizyonlarımızdan birinden programa davet edeceklermiş. Program yapımcısı da az sonra beni arayacakmış. Aramaz olaydı. Şöyle bir diyalog yaşadık:
X-İyi akşamlar.
ÖK-İyi akşamlar.
X-Nasılsın? (Törkiye’de terbiyesizce bir ikinci tekil hastalığı var, ondan sandım.)
ÖK-İyiyim, siz nasıl nasılsınız?
X-Beni hatırlamadın mı? (Niye hatırlıyorum ben seni? Kulağımda erkek sesi ayrıştıran bir hafıza yüklü diiil ki anacım!)
ÖK. ….. ( Ha,  Ebru adını söylemişti adamın, dur bi toparlamaya çalışayım durumu.)
X-Ben X. (Zerre kadar tanıdık değil, sıçmanın arifesindeyim.)
ÖK-Ayy, kusura bakmayım. Ben 11 yıl önce televizyon ve gazeteye son verdim. (Alt metin: Sen o aptal kutusunda çıkıp kendini meşhur olmuş sanabilir, hatta bu banal zevkler memleketinde olmuş bile olabilirsin, ama benim meşhurdan anladığım Montanari gibi bir şey canımmm. Daha da alt metin: Nerden tanıycam lan ben seniiiiii!)
X-Aşk olsun. Yıllar önce Bahçeşehir’de göl kenarında yürümüştük.( İmdatttt, ambiyanzzzz.)
ÖK-Biraz hatırlatın. (Hah, al sana, ne güzel topladın durumu kızıım kereviz, eskisinden de beter oldu. Keşke bıraksaydın dağınık kalsaydı.)
X-Romantik bir konuşma yapmıştık hani… (Ona romantik gelmiş belli, bana da ormantik. Yoksa romantik saatler geçirdiğim erkekleri neden unutayım ki. Unutmamak için romanlarıma kahraman yapıyorum irili ufaklı, unutulmuyooo yani…)
ÖK- … (Sükut altınmış, yalancı atasözü. Biri beni kurtarsın plizzzzz. Ebruuu, kurtar çabuk beni! Ambulanzzzzz)
X-Önümüzden gelin geçmişti…. (Hey yarummm be, herifi hatırlamadım, belli ki hiç iz yapmamış, ama hafızası bende iz yaptı şimdi  durduk yere ha… ) Türkiye’nin en yakışıklı erkeğini nasıl unutursun? (Vallahi, billahi böyle dedi zat! Ben de soruyorum kendime 38 yıldır koskoca memlekette göremediğim bir şey mi varmış sanki diye. Şaşkınım anlayacağınız.)
ÖK. Hatırlıycam şimdi…. (Bok hatırlıycan kızım kereviz. Ama o esnada hayalimin fonunda Ebru’nun koca gözleri büyüyor ve “hatırla oniiii” diyor. Yencek bu ıspanak, hatırlancak o gelinnn misaliii, içilecek o süt….)
X-Sana 9.30 ile 10 arasına kadar zaman veriyorum. Resmime bak ve beni hatırla. (Şimdi siz şaka sanıyorsunuz ya, azı var çoğu yok. Hey memleketimin aptal kutusunda şişirilmiş egoları, işim gücüm var anam var benim. Ama meraktan bi bakayım dedim ve hatırlayamadımmm anacııımm.)
     Şimdi yapalım analizimizi. Hikâyenin devamını inanmazsınız diye anlatmıyorum ama Törkiye’nin durumu çoook vahim o kadarını bilin. Yıllar önce aşk yaşadığımızı sanan bir ecnebi bir arkadaşım vardı. Çok yakın arkadaştık, yani ben öyle sanıyordum. Sevgilimi gözleriyle görünce bana küstü ve yıllarca konuşmadı benimle. Audrey Tautou’nun ve yakışıklılar yakışıklısı Samuel Le Bihan oynadığı Seviyor/Sevmiyor filmini izleyince “erotomania” diye bir hastalık olduğunu öğrendim. Karşı taraf senle aşk yaşadığını sanıyor ve buna inanıyor hiçbir duygusal/fiziksel belirti olmasa da. Film süppperdi! İlk yarısı kızın gözünden: kötü adam, onu hep ekiyor, tatile gidecekleri gün havaalanına gelmiyor, vs. İkinci yarı adamın gözünden: kızı tanımıyor bile! Sadece bakkalda,  yolda karşılaşıyorlar. Kız tehlikeli olmaya başlayınca da tıkıyorlar akıl hastanesine (Yunancasını en sevdiğim kelime: trelokomio!) Yıllar sonra iyileştiğine ikna ediyor doktorları ve çıkıyor. Son sahne müthiş! Hastanede temizlikçi adam kızın odasını temizliyor, dolabı çekiyor ve ne görsün! Kız yıllar yılı kendisine verilen renkli haplarla adamın devasa bir portresini yapmış… Hey yavrummm, finale bak.
     Çok sevdiğim bir fıkradır. CIA’ye adam alacaklar, test yapıyorlar. Temel gelmiş. Her türlü işkence etmişler ser vermiş sır vermemiş. Falaka, dayak derken derisini yüzmeye kadar varmış iş. Atmışlar kaynar kazana. Temel asla ihanet etmiyor, sır olan kelimeyi söylemiyor. Tam işe alacaklarken kazandan bir ses geliyor. Bizim Temel kafasını vuruyor “Hatırla oniiii, hatırla oniiii!”…
        Kitap röportajları arasında en sevdiğim Aktüel’den Ürün Hanım’la olanı idi. İçeri girip bana “aaa, sizin yaşlı ve çirkin olmanız gerekmiyor muydu?” dedi. Nerde bende o şans anacım! Bu da bir şey mi, siz beni bir de yaşlı ve çirkinken görün.
      Kimya mühendisi eğlenceli akademisyen bir arkadaşım olan Ayşegülcüğüm geçen sabah gelip bana sen “serbest radikalsin” dedi. İlkokuldan terk kimya bilgim durumu kotarmayınca açıkladı Ayşegülüm. Bu kimya âlemindeki serbest radikaller başlarına buyruklarmış ve sadece işlerine gelince diğerlerinin yanına gidip onlarla bir compound oluştururlarmış. Sonra da kaçıp başka atomlara yelken açarlarmış. Bağımsız varlıklarmış anlayacağınız. Şimdi beni gördüğü her yerde “serbestim radikalim” diyor. Pek hoşuma gidiyor. Ulan konu yine mi aynı yere bağlandı kiiii?
       İslam Korkusu’yla birlikte akademik puanım 900’ü geçmiş oluyor. Şöyle söyleyeyim: 120 puan profesörlük için yetiyor. Yani ben ve beraberimdeki 7 kişi, ya da ben ve diğer 7 alter egom profesör olabiliriz aynı anda. Bu güya artık daha az çalışıp, yan gelip yatıngen anlamına gelecekti. Ama bünye hastalanmış bir kere. Hafta sonu itibariyle kendime nur topu gibi saçma sapan işler buldum. Patch-work olsun, Yunanca roman olsun, Meksika tortillası yapma ve yemeye yardım etme çalışmaları olsun, yüksek performans sergiledim. Ne, Yunanca roman mı dedim? Yok anam, tam da iyileşememişim. Kurtarınnn len beni!
      Fuarda kitap imzaladık. Ben de ki şans bu bir tarafıma Erdil Yaşaroğlu, diğer tarafıma Mehmet Ali Birand oturdu.  En az son 299 yıldır televizyonda yüzü görünen biri olarak hayli az kitap imzaladı Birand. (İmam hatiplere çektiği yağlarla ondan soğuyan insanları da hesaba katmak lazım). Sonra baktı olmuyor, Cosmo Boy pozları vererek masaya çıkıp bacak bacak üstüne attı. Gözümden kaçtı sanmasın. Diğer tarafta ise her imza günü olan yazar için bir travma yaratacak biri vardı: Erdil Yaşaroğlu’nun 2 km’lik imza kuyruğu insana kendini mommok hissettirmek için idealdi. Bendeki şansa bak! “Şey, affedersin Erdil Abi, istersen bana da imzanı öğret de sana yardımcı olayım boş zamanlarımda.” Annemle babam imza günüm için Antalya’dan döndüler. Akşam evde annemle şöyle bir an yaşandı:

-Sen de çocuk kitabı yaz. Bak o çocuğun ne çok seveni var. (“O çocuk” dediği Erdil Yaşaroğlu)
-Anne o çocuk kitabı yazmıyor, karikatür çiziyor. Fazla zeki yani.
-Ay, ben çok beğendim onu. Çok yakışıklı. Evli mi o?

      Yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmemiz beni öldürecek. Hele annem söz konu ise bu ısrarda hiçbir gerileme kaydedilemiyor gördüğünüz gibi. Evli olmasa Erdil’i alıp eve getireceğiz yani, o derece. Annem tarafından olaya bakarsan manzara şu: hem komik, hem yakışıklı. Çok bile yani.
        TRT Türk’ten inciler. Malum ben TV izlemem. Az önce babam geldi, açtık bir şarap, ben blog yazarken o da haberleri izledi. Ben de şöyle bir kafamı kaldırıp bakayım dedim,  memleketin resmi kanalı olacak TRT Türk’ten iki dakikada iki inci buldum. Güzel bir Deutsche Bank yazılmış, s’si cehaletten düşmüş. İkinci inci telaffffuz incisi. Zeitung’u teyzem zeytunk okumaz mı? Ulan hadi bunu hiç duymadın, Zaytung diye bir eğlencelik gazete de mi duymadın? Hiç şüphelenmedin mi neden zaytung diye? Haber izleyince eskiden memleketin haline sinirim bozulurdu, şimdi buna bir de cehaletin diz boyu çıkması eklendi. Güzelim TRT kimlerin eline düştü a dostlar. Al sana demokrasiye uygun seviyede resmi kanal. Bence çok bile.
       Kitap bitti ama aklım hala yerine gelmedi. Geçen gün lavaboya gittiğim bir anda Mr. Mutluluk Hattı beni aramaya gelmiş, bulamamış. Görünce, “Özlem, seni aradım, bulamadım”, dedim. Benden cevap: “Bilmem, lavaboya filan gitmiştir herhalde”. A dostlar, hale bak!  İçimden çıkan diğer beni dışarıdan izler mi oldum ne? İnanın hangisi daha beter bilemiyorum.
      Sözlerime en sevdiğim Fatih Terim repliğiyle devam etmek istiyorum. İzlerken yere düşeyazdıydım. İmparator’la İngilizce röportaj yaparlar, o da incilerini dizer. Şöyle biter: “What can I do sometimes?”