30 Ocak 2013

ENDORFİNİ BENDEN YAPIYORLAR ANACIMMM!


     “Gümüş tîzâbcısı Hüdavendigar Efendi atmış iki senelik ömrü hayatında böyle gülmediğini fark ettiğinde artık karnı ağrımış, yüz kasları gerilmiş, yanakları tutulmuş, neredeyse dişleri sızlamıştı. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği gibi güldü. Öyle bir güldü ki, neredeyse orada adı yokluk kalemiyle bela sayfasına yazılıverecekti. Öyle bir güldü ki, selâtin camilerin iç yağından yapılan mumları eridi. Öyle bir güldü ki, dört yüz müd arpa ile dört yüz müd un çuvalı zelzele olmuş gibi yere yıkıldı. Öyle bir güldü ki,  o hep kılıç vuran altın külahlı güneş neye uğradığını şaşırıp doğduğu yere saklanıverdi. Öyle bir güldü ki, kudret meyvesi ağaçları utanıp boylarını deviriverdiler. Öyle bir güldü ki, şehirdeki ne kadar billur, necef, moran şişe varsa hepsi şangır şungur yere yıkılıverdi. Öyle bir güldü ki, Konstantiniyye’nin tüm fırınlarındaki değirmenleri döndüren atların hepsi ürküp delirmiş gibi koşturmaya, bağırmaya başladı. Öyle bir güldü ki arslanhanenin içindeki gürleyen ve hırlayan sayısız hayvanat sus pus oldu. Öyle bir güldü ki, tüm şen meyhanelerin şen müdavimleri ellerindeki bade kadehleri içinde boğulup kaldılar.”
         Kendimi alıntıladım J  Bitirmeyi az insan evladının başardığı lezzetli bir kitaptır Sultan’ın Mutfağı. Pazar gecesinden beri hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için gülünür mü ya? Endorfinime sağlık. Güldürmek ince sanattır. Yeryüzünde beni en çok güldüren iki şahıs artık büsbütün belli oldu bu hafta. Çok yaşasınlar.
        Hande’den geliyorum sabah sabah ayağımın tozuyla.  Hastasıyım en yakın arkadaşımın. Dedim ya, arkadaş dediğin tek darbede seni yok edene verilen addır. Bitirir adamı Hande. Hükümet gibi kadındır. 18 kitap yazmışsın, kendine âşıkmışsın, çok güzel buluyormuşsun kendini, âlemin hatunuymuşsun,  boş bunlar. İki saniyede mağmaya sokar çıkarır seni valla. Ne yalan söyleyeyim, tüm zayıflıklarımı bulup onlarla karnıma ağrılar sokmasının hastasıyım.
       Kimi sevsem beğenmez Hande. Benden büyükse ve ben ilim adına âşık olmuşsam adama, ona göre “yine kütüphaneyle yatak odasının yerini karıştıyorumdur”. Bu bir İtalyansa, “adama yazıktır”. (İtalyan’ı da sanırsın başkası sardı başıma! Hem başıma sarar, hem de delikanlıya “Aman dikkat et, seni karanlığa iter bu!” der). Adam benden bir-iki yaş küçükse bu sefer başka türlü şenlik çıkar ona. “Yeni koltuk aldık, senin çocuğu da getir, biz konuşurken onlar Moşi’yle koltukta zıplarlar”. Moşi bana yeni aldığı treni göstermek için beni eve çağırıyorsa, fondan ona “Gelemezmiş Moşi, başka çocukların trenlerine bakıyormuş”. Ya da “Seninkini de getir, yuvadan kardeş indirimi alalım.” Birisi bana biraz kaba davranacak olsa “Ooo, o ayı gibi davranıyorsa, sen de ona pandik at, bir metrobüs ilişkisi için gidin işte, ne güzel!” dir durum. Hayatta takdir ettiği tek sevgilim olmuştur. O da birlikte kaçıp sigara içecek partner durumu yarattıkları için: Chronis.(Yönetmen dediğin, önce bendeki deliliği yönetebilmeli bence, ama nerde anacımmm! ) Ayrıca çatlaklık katsayıları tuttuğu için misafir gittiğimiz yerlerde bile işbirliği içinde olduklarından severdi onu. (Beni yemek davetlerinde piknik sepeti gibi kemerimden havada taşımışlıkları bile vardır ikisinin. Sonra da çocuk olan benim yani! )  Allah kimseyi, beni de dâhil, onun diline düşürmesin anacımmm. 20 yıldır şüphe içindeyim, bu kız beni gerçekten seviyor mu diye.  “Seninle birlikte olmayı rüyasında bile görse inanamayacak olan erkeklerden uzak dur” emrine bayıldım dün gece. Ayyy, seviyor bu kız beni benceee J
       Massimo (Moşi) “Özlem’i üzenin kafasını patlatırım” diyordu telefonda fonda. Hande de soruyordu: “Bu erkekler bu noktadan oraya nasıl geliyorlar, bilemiyorum. Biz buna mucizevî evrim diyoruz”. Dün gece de “biz aşağı inince, burası yukarısı oluyor, değil mi anne?” dedi. “Evet yavrum, her şey göreceli, bunu tek anlayamayan Özlem”, demez mi? Başladı yine anih(k)ilasyon! Temizlikçi, Hande’den sonra mesleği bırakmış. Benim ruhumu böyle temizlemeye uğraşan kadının ev konusunda hassaslığını hayal edin. Filipinli kesin Filipin’e kaçmıştır. (Bu arada Filipinler, onu fetheden II. Felipe’den alıyor adını, kapa parantez, cer€yan yapıyo parantez.)
      Bakıyorum da son birkaç günüm yine olaysız geçememiş. Deniz’le İstiklal’de cam kenarında konuşlanıp kahve eşliğinde ortalığı yıktık gülmekten. Öyle verbal şekilde de kalmadı taşkınlığımız, bayağı el kol hareketleriyle canlandırdık olayları. Nasıl bir çevreye, ruha, memlekete zarar bir kadınsam. Zeus’un sopası yok. Not defterimi unutmuşum. Yolda fark edip aradım meşhur kafeyi. İçine bir bakacak olsalar, datlu bir skandallar zinciri saracak şehri. Artı son zamanlarda kaleme aldığım tüm akla hayale gelmez saçmalıklar. (Sebastiann, olm, derin kaz kuyuyu, belki de hiç çıkamayabiliriz. Doğrudan mağmaya giden yollara verelim kendimizi.) Kafedeki çocuğa sordum, defter oradaymış. “Kimsiniz?” demez mi? Mevcut şartlarda ne diyebilirim sizce?  “Gözlem Yumrular!”
        Uzayan, bitemeyen, ama vıcık vıcık olan, bitemeyen aşklar için pek tatlı bir tanımı vardır Hande’nin. “Sıcak havada ayağına yapışan sakız gibidir”, der. “ Çekiştirirsin, uzar, öteki ayağınla basarsın, ona da yapışır, çekersin, uzar, kurtulamazsın”. Pek severim bu benzetmeyi. Bilge Karasu okumaktan içi mi karardı bu kızın diye düşünmüyor değilim.
       Dedim ya, Pazar akşamından beri gülüyorum. Yusuf  Hoca tweetlemiş. “Tabii ki CmYlmz komik ama planlı hesaplı skeç ve espriler. Ahmet Mümtaz Taylan'la biraz sohbet edin, altınıza işetir gülmekten, öyle tabii.” Bu tweet’teki altına işeyen kahraman benim. Hem de bir gecede fiilen iki kere.  İki hafta sonra kaldığımız yerden devam ettik gülmeye. Acı çekmek ruhun fiyakası ise, (İsmet Özel öyle dio), adam güldürmek de zekânın pırıltısıdır. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük yine. Vallahi hayranım kendisine. (TC. şartlarında hayran olunacak birisi kalmadı diye üzülmeme gerek kalmadı, iyi ki var!)
       Hayat ayrıntılarda akmaya devam ediyor. Ahmet Mümtaz T. kardeşimle bize iki adet şemsiyeli çikolata verdi, biri mavi, biri kırmızı. Aramızda seçtik. Çocukluğumdan beri (hayli buzul çağına kadar filan iniyoruz yani) şemsiyeli çikolata yememiştim. Kardeşim Merve ise tatlı bir şaşkınlık yaşadı bir an. Bir hafta önce bir arkadaşı biri mavi, biri kırmızı iki şemsiyeli çikolata vermiş seçmesi için. Çocuk 24 yıl sonra bir haftada aynı sahneyi iki defa yaşamış. (Sebastiaaan, not al, bu sahne bir romanda değerlendirilecek.) Harika iki cd hediye etti. Birisi ruhumu deldi: El Diván de Tamarit. Sözler Lorca’dan olursa kimin ruhu delinmez. Böyle olunca Yusuf Hoca der ki: “Bir gül bahçesine/yüzükoyun düştü, zümrüdüanka/ ağlarsa anam ağlar/bir de Federica Garcia Lorca.” Velhasıl, rüya gibi bir akşam oldu yine. Şımartıldık bolca. (Nezaketin kralına buradan şapka çıkarıyorum). Nicelerine. Bu sefer kahkahalar geldikçe Yusuf Hoca’nın göbeğine yuva kuran kardeşim oldu.   “Öyle neşeli bir kahkaha koptu ki, bu ses mutfağın bir haftalık mutluluk ihtiyacını tek başına karşılayabilirdi. Yer yarılacakmış da hepsini içine çekemiş, bu onların son kahkahası olacakmış gibi güldüler. Ay ikiye bölünecek de kıyamet kopacakmış, gökyüzünden üstlerine taşlar yağacakmış, bir kasırga esip hepsini yerin altına çekecekmiş de bu kahkaha onların son nefesi olacakmış gibi güldüler.” (Sebasstiann, ooolum, bu sefer misafirlikte altımıza etmeyelim diye zor tuttuk kendimizi, ama bu böyle fazla gitmez…)
       Ben NO’yu ararken, NO bana geldi. İçinden Gael Garcia Bernal geçen filmin kötü olma olasılığı, içinden kestane geçen pastanın tatsız olma olasılığı ile aynıdır. Film enfesti her zamanki gibi. Zamanın geçtiğine üzüldüm sadece. Kardeşim “Aaa, Gael Garcia şu baby-face yakışıklı değil mi?” deyince hüzün bastı durduk yere. O biçim yaşlanmış Gael. (Sebastiannnn, “Padre Amaro’nun günahı” filmi var mı, bir bak bakalım. Mısırı tepele, biraları kap, biraz gözlerimize şeker bayramı gelsin. 23 Nisan da olur.) Anna Karenina’da biraz şımardım, sinema sakinlerine verdiğim rahatsızlıktan özür dilerim. (Woody Allensal bir şekilde olay Rusya’da geçiyordu ve çok şımarasım vardı.)
       NATO askeri arkadaşlarımla Temel fıkrası grupları kurmaya devam. Son buluşmamız bir Türk, bir Yunan, bir Filipinli, bir Alman ve bir İtalyan şeklinde idi. Bruno nam yakışıklı bir İtalyanın evine davetli idik. Eve geldik, kapı duvar. Bruno “üç dakikaya geliyorum” deyince 1 İtalyan dakikasının kaç dünya dakikasına tekabül ettiği tartışıldı. Bruno elinde çiçeklerle gelince anlaşıldı ki her biri 5 dakikaya tekabül ediyormuş. Eve davetli hatunlara çiçek alan İtalyana kızılır mı hiç? Nikos Yunanların zaman konusunda esnek olduğunu söyleyince dayanamadım: Zaman Yunanlar konusunda esnek olmasın?  
        İnsanların birbirine paralel olmalarından bahsediyorduk Yusuf Hoca’yla. O da “Kesişmeleri gerekmez, kim öğretiyor bize bunları?” diye kızıyordu. Oysa paralel doğrular bile sonsuz da kesişirler. Emin olayım dedim.
-Tak tak (Yan odanın kapısındayım.) Nigar Hocam, paralel doğrular sonsuzda kesişir mi?
-(Şaşkınlık efekti.) Uzayına bağlı! (Bendeki şaşkınlık efekti.)
     Non-euclidian geometride kesişirmiş. Bu durumda Amr Diab’la bir gün kutup çizgisinde kesişme ihtimalim nedir acıba? Yıllar önce bir gün telefon çalmış ve karşıdaki ses şunu söyleyip kapatmıştı:
-Sen bana paralel, ben sana paralel, paralel paralel paralelli, terelel terelel terelelli!      
     “Benden selam dolu beyine” lakaplı bir adam varmış. Hakan Gencol’un “ben bilmem, beyin bilir” şaheserini hatırladım bir an. Ama yine de en sevdiğim sahne muhteşem darbuka çalan Tülay’a Zerrin’in repliği: “Beyin atıl kalınca başka yerler gelişiyo tabiiii.)  memlekette de ya beyin atıl kalıyor, ya kalp. İkisi birden gelişince doğrudan erkek oluyor, ama sanırım arkeolojik kazılarda bile izine rastlanamadı henüz.
     Geçen hafta hatırladığım bir mühendis fıkrası, Juan’dan yadigâr. Okulun bahçesinde iki mühendis öğrenci  yürümektedir. Mühendislerden biri diğerinin elindeki motosikleti görür ve nereden bulduğunu sorar. Beriki şöyle der: ‘Geçen gün karşıma afet gibi  bir kız çıktı, motosikletten indi. Elbiselerini çıkarıp bir tarafa, motosikleti de diğer tarafa attı ve “istediğini al” dedi. Ben de motosikleti aldım.’ Diğeri bunu onaylarca ‘İyi etmişsin,’ der. ‘Elbiseler sana olmayabilirdi!’.
     Ay, biraz daha alıntılayım kendimi bugün. Kırmızı’dan:
“Mevlana oku. Kendine dönersin biraz”, dedi Didem eline masada duran kitaplardan birini alarak. Mütenebbi Bey’in hediyesiydi.
“Akıllı bir şey olsam kendime dönmem bir anlam ifade edebilir belki, ama şu akıl yoksunluğuyla kendime dönmekten daha sakıncalı bir şey görmüyorum doğrusu”, dedim ağzımı şarapla doldurarak. Ve bir çapkın çapkın gülümseyerek:
“Sana dönsem olur mu?”, dedim. “Sen de biraz da olsa akıl ışığı görüyorum. Tünelin derinliklerinden gelen cılız bir ışık, ama idare eder ikimizi de şimdilik.”
  
Yine Kırmızı’dan, hem de gerçek:
   
    Mütenebbi Bey’in yeni bir cümle kurmasına fırsat kalmadan içeri kayan bir yıldız gibi düştü Başar. Kafasında kaskı, üzerinde her zamanki seksen sekiz bin parçadan ibaret action-man kıyafeti ve yolların tüm çamurlarını özenle biriktirdiği sarı çizmeleri.
“Günaydın, yolların kelamı”, dedim.
“Seninle paylaştığımız bu kamusal alanda hayat gibisin Nosta”, dedi Başar kendini bir patates çuvalı gibi koltuğa atarak.
“Nasıl yani?”
“İnsan neyle karşılaşacağını asla bilemiyor”, diyerek  devam etti enigmatik açıklamasına.
“Neden bahsettiğini bir anlasam, inan ben de yardımcı olmak isteyeceğim”, dedim.
“Arkandaki panoya bakman yeterli olacak”, dedi biricik deli tarihçi dostum.
      Panoya bakınca bir kahkaha seli kopardık Sumru’yla. Mütenebbi Bey’in gözlerinin içindeki soru işaretlerine yetişti Başar.
“Körle yatan şaşı kalkar. Sumru odaya geldiğinde normal bir insandı. Buna baka baka delirdi”, dedi. Açıklama üç bilinmeyenli denklem etkisi yapabilmişti sadece.
“Bana bakmayın,” dedi Başar Mütenebbi Bey’e dönerek. “Kendi anlatsın”.
“Durum çok karışık değil”, dedim dudaklarıma bir vantuz gibi yapışan kahkahaya engel olamayarak. “Şu gördüğünüz arkadaş, Başar –ki mahallenin çocukları kendisini onu yıllardır Kurtlu Kaşar lakabıyla çağırmıştır- yaklaşık bir buçuk ay ofise gelmeyince biz de kendisi için küçük bir kayıp ilanı hazırladık. Sumru sağ olsun onun elinde iki bıçaklı bir katil tadında bir fotoğrafını buldu. Beraberce altına ‘Küçük  ve şirin yavrumuz Başar 27 Ocak tarihinde ayrıldığı ofisine bir daha dönmemiştir. Minik yavrumuzu bulanların insaniyet namına aşağıdaki adrese getirmeleri rica olunur. Perişanız. (Not: Annen çok hasta.)’ Durum bundan ibaret”, dedim.
“Keşke bundan ibaret olsa,” dedi Başar. “Devamını da anlat.”
“Sonra bu resimli belgeyi panomuza astık eğlencelik olsun diye. Odayı temizleyen teyzelerden birinin gelip bunu okuyarak ciddiye alacağını nereden bilirdik. Hele teyzenin bunu sosyal bir trajediye dönüştürüp bütün kat ve üst kat sakinlerine ‘Başar Bey kaybolmuş’ diyerek ortalığı velveleye vereceğini! Kat ve üst kat sakinlerinden gelen telaşlı telefonlara azimle cevap vererek ortalığı sakinleştirmeye çalışsak da, dedikodunun üniversitede bir ışık hızıyla yayılmasına engel olamadık.”
“Nihayet ben geldim de, beni gören sakinler ‘Yuvaya dönmüş’ diyerek kucağıma atladılar”, dedi Başar Mütenebbi Bey’e o en komik yüz ifadesiyle.
“Ben diyorum size, deli bu kız”, dedi Mütenebbi Bey. “Hem de birinci dereceden.”

      Özlemişim sizi yeavroom.   Datlu bir Stockholm sendromu içindesiniz tabüü… Devam edin anacımm… Özleyin beni. Lizbon’dan öperim sizi. Yeşil şarap serperim size.

16 Ocak 2013

“GRAWWWW, YATTIM TAMAM ZZZZZ” ya da TİYATRO GİBİ KADIN!


      Hayatta daha güzelini duymamıştım. Bunu hafta sonu röportaj için gittiğimiz Hazar’ın 1926 doğumlu dünya tatlısı anneannesi söyledi. Sadece bir saat içinde orada kalmamıza rağmen bu kanıya varmış. Tabii bunda çekimi birlikte yaptığım Deniz, Onur ve Hazar’ın anlattıkları hikayelerin de rolü yok değildi. Hazar yıllar önce benden İspanyolca dersi almak istemiş. Bir defa derse girince bencileyin gestapoya katlanamayacağını anlayıp topukları yağlamış. Kaçamayanlar da var tabii. Siz kaderin cilvesine bakın. Onur başına geleni anlatınca anneanne de bana giderken “tiyatro gibi kadınsın vallahi”, dedi. “Tabii,” dedim. “Yunan tragedyası gibi!”. Olay aslında şiyyleee oldu.
      Onur bir arkadaşıyla sene başında İspanyolca dersimi seçmiş. Derse girip de ödevlerin çokluğunu, hocanın hışmını, bir saniye geç gelenleri “kendine bir içki al” diyerek kantine gönderdiğini ve safi İspanyolca konuştuğunu görünce arkadaşını da bu ecelden kurtarmak için add-drop haftasında dersi bırakmış. Sayısız seçmeli ders arasından kala kala iki derste yer kalmış. History of the Mediterranean ve History of Food. Hemen History of Food’a yazılmışlar iki arkadaş. Yukarıdan aşağıya tatlı tatlı doldura doldura kaydolurken hoca adına bir gelmişler: Özlem Kumrular! Anammmm, hemen kabustan kurtulmak için palas pandırans son kalan derse geçmişler korku içinde. History of the Mediterranean. Kaydolmuşlar uslu uslu ve yine son etapta hoca adı: Özlem Kumrular çıkmış! İşin acı tarafı başka da ders kalmamış! Nasıl kader? Valla, Yunan tragedyasında bile yaşanmaz böylesi bana sorarsanız. Geçenlerde toplu bir davette öksürük şurubumu içerken “aldığım en güzel hediye bu öksürük şurubu” dediğimde yeni filmi gösterimde olan bir yönetmen-yapımcımız “benim böyle hocam olsa neler neler yapmazdım ki” deyince pek bir gülmüştüm içinden. Evet, neler neler yapılmaz: topuklar yağlanır, boyna sarımsak asılır, kafaya tolga geçirilir. Öyle pistlere çıkmadan konuşmak kolay yönetmen bey, siz onu bir de kabuslarını süslediğim ahaliye sorun.
          Mr. Mutluluk Hattı ben köşedeki simit evine küstüm diye bir yıldır ayak basmıyor oraya. Starbucks’ı protesto ediyorum diye oraya da gitmez oldu. Dün gece neden Starbucks’ı protesto ettiğimi bira ateşli bir şekilde anlatmışım. Küçük işletmeleri öldürdüğünü, kahvenin ruhunun içine ettiğini, minik İtalyan kahvecilerini unutturduğunu, bütün dünyayı tek tip kahveye alıştırıp tekdüze insanlar yarattığını, damakları yeni tatlara kapattığını, yeni çeşitlerin yolunu kapadığını ve daha neler neler… Arabanın arkasında karanlıkta uzun süre sesi çıkmayan Ceren’den gelen çığlıkla diskurum sona erdi: Lanet olsunnnnn Starbucksss’aaaa!   Politikaya atılma vaktim gelmiş benim anacım.
         Yunanca sınıfımız çok şenlikli. Teneffüslerde kız muhabbetinde zirvelere ulaşıyor, rejim kitaplarından paragraflar okuyor, uyguluyor, bir sonraki hafta ne kadar zayıfladığımızı gösteriyoruz birbirimize. Bu esnada kaçabilen erkekler kaçıyor, yakalananlar da çaresiz “nasıl daha güzel olabiliriz” maniamıza dahil oluyor. Sevgili Alper bu hafta bizi maruz kalanlardan biri olarak yüz jimnastiği için tiyatrocuların yaptıkları yüz/mimik ısınma hareketlerini önerdi. (Teneffüste onu kadın girdabımıza çekip çaresiz bırakıyoruz. Hava da soğuk olduğu için kaçacak yeri de olmuyor. ) Ben de hafta boyunca uyguladım. Dudaklarımı burnuma değdirmekten, yanağıma taka attırmaya kadar her türlü insanın evriminin aksini uygularken içeri giren bir öğrencime “işte bunun açıklayamayacağım” demekle yetindim. Ofisi camdan olanın burnu boktan kurtulmaz anacım.
        İşten bunaldığımız anlarda bir spor yapıp geliyoruz. Böle bir anda kardeşim telefon etti. --Abla ne yapıyorsun?
-Yürüyüş bandındayız, yürüyoruz.
-Nereye doğru? İşsizliğe doğru mu?
     Anacım, alın bu manyağı başımdan. Telefonu şöyle kapattı: “Abla şu anda görünmez işsizliksiniz siz”. Spor arkadaşımın çocuğu küçükken yol tarif ederken “dümdüz git” yerine “hep yola, hep yola” dermiş. Biz de bantta yürürken “hep yola, hep yola” yürüyoruz. Cuma gecesi Tatavla Keyfi’ni dinlemeye birlikte gittik. (Yukarıda bahsi geçen şeker arkadaşımız Alper grubun muhteşem solisti) Yunanistan gelen bir grup geç ortada ekip grup coşunca biz de karıştık aralarına. Bitap olana kadar  “hep yana, hep yana” dans ettik. Otururken arkadaşım Yunancanların aralarına katılmamızdan hiç hoşlanmadığını, surat yaptıklarını söyledi. Ben çuş-u huruş halinde fark etmedim bile. Son yorumuyla geceyi kapattık: bu Yunanları “hep denize, hep denize”! Ay, şaka ayol. Benim onları sevdiğim kadar Yunanlılar kendilerini sevseler kriz mriz kalmaz. Dün gece NATO askeri bir Yunan arkadaşım Nikos beni bir partiye götürdü. Ful Yunan! Her girdiğim ortamda olduğu gibi bir etimolojik, linguistik çember yarattım, gece bitene kadar konu değişmedi. Hey yavruuum, ben Yunancayı bugünler için bülbüle bağladım. Eskiden dut yemiş bülbül gibi konuşuyordum, artık açıldım J Ayrıca sene başında bilgisayarım kendi kendine Yunanca’ya geçti. İlahi müdahale diyelim!
        Kardeşimden bir inci daha geldi taze. Söz konusu yine Serdar Ortaç. Merve’den yorum: “Şarkının sözleri o kadar saçma ki, insan şarkının adının ‘poşet’ olduğuna şaşamıyor bile. Oysa gönül isterdi ki şöyle ağız tadıyla ‘Oha! Poşet mi? Çok saçma ooolum’ diyebilsin insan!”
      Serkan (eski sevgili Serkan) pazartesi sabahları arayıp iyi haftalar diler. Bu hafta Pazar gecesinden aradı. Twitter faaliyetlerimi görmüş. “Ooo, hemen Stefano Accorsi’nin follower’ı olmuşsun? Ne iş?” deyince bir an kafam karıştı. Yav, biz Serkan’la üç sene önce ayrılmadık mı ya? Onca insan arasından Stefano’yu da unutmamış bu arada hani. Adam İtalya’nın en yakışıklı aktörüymüş, dünyanın en güzel hatunuyla evliymiş, bir deste çocukları varmış, ama fark etmez Serkan’a. (Gerçi bana da fark etmez, ben onu ailesiyle birlikte alırım). Şimdi bir bira açmış okuyordur blogu, buradan bir selam çakayım ona.
          Sandınız ki bu kadar komedi bu haftayı kapar. Zor. Cuma sabahı saat 6.30. tanımadığım bir numara ısrarla arıyor. Malum bir dizi sapığım olduğu için artık telefonlarımı açmıyorum. Ama arkadaş ısrarlı. Sonra başka bir numaradan ısrarla devam ediyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için arıyor abim. 40 dakika sürüyor bu macera. Uçuşan pirelerimi de alıp döne döne uyumaya devam edeceğim, Ebru’nun aradığını görüyorum. “Özlem, Star TV’den şoför gelmiş, kapıda bekliyorlar seni!”. Ay, ne biliyim anacım, saat 8’de program var dediler, ben de akşam 8 sandım. Velhasıl şoför yeniden geldiğinde program bitmişti. Bu Pazar final sınavı olduğunu da öğrencilerden öğrendim. Çok acil bir hayat koçuna ihtiyacım var, ya da akıl kaçırmayan bir şapkaya! Ha, sonradan gittim programa da ne oldu? Çağırdığı konuk hakkında en ufak bir bilgisi olmadan “bugün çok önemli bir konuğum var” diyen sunucudan çok fazla bir şey beklemeye gerek yok di mi anacım? “İki Kitabınız var değil mi?” “Hayırrrr, 18 kitabım var benimmmm!” Bundan gayrı bana ayrılan “Sabah şekerleri” tadındaki tüylerimi ürperten programlara da burada son veriyorum. Sabah Şekerleri deyince de aklıma bir tek Savaş Karakaş geliyor. Eve gelip çekim yaptıklarını, 5. zafer yılında hala İz TV’de dönen “Kaptanı deryalarımız” bölümünün çalışma odamda çekilmiş halinde fonda görülen koca sarı çıtır bacaklı tombik pofuduk tavuğu unutmadan geçmeyelim. (2-5 yaş grubu için oyuncak tadındaki tavuğu bana alanın da şimdi Sardinya’da belediye başkanı olduğunu hatırlayalım da tablo tamamlansın). Program her yayınlandığında telefonlar gelmeye devam ediyor. Yüksek düzeyde emekli asker bir amca beni Bodrum’dan arayıp oğluyla evlendirmeye bile kalktı! (Toplum baskısında son evre). Hala bir deniz tarihçisi olarak ciddiyetimi koruduğuma inanamıyorum!
      Ay toplum baskısı deyince. Geçen gün çay odası sorumlumuz, bir numaramız Şükran Hanım elinde maaş imza kâğıdı ile geldi. Ofisteki misafirleri hiç takmadan “nikâh memuru sen yorulma diye beni gönderdi, bir imza aliiim”, deyince şöyle içten bir “puwaaaa” püskürtmek zorunda kaldım. Stefano arkayı ikilese, beni de alsa, olur bu iş. Asla hayır demem.
        Cem Yılmaz’a gittik. “Korsandan önce bizde” sloganıyla sinemaya sunduğu “Fundamentals”ı karın ağrılarıyla izledik. Zaten tam 10 saattir aralıksız gülmüştük, artık gülecek halimiz kalmamıştır diyorduk ki, bizde o hal geçer mi? Eve bir geldim, ne göreyim! Sabah röportaj için götürdüğüm kayıt aleti kendi kendine çalışmış ve her şeyi çekmiş. Korsandan önce bende anacımmm… Korsanda master degreeeee… Dönerken yine polise yakalandık. Bir araba dolusu insandan neyse ki tek içen bendim ve şoför kodluğunda oturmuyordum. Polisler de tatlı tatlı sıyırmışlar gayrı. “Ooo, Remzicimm (sanki çocukluk arkadaşı), nereden geliyorsunuz bu saatte?” demez mi? Polisin bir gece hayatımıza karışmadığı kalmıştı, o da tamam oldu a dostlar.
      Kar geldi, evde sinema günleri başlıyor. Yaşasın patlamış mısır, sınırsız arpa suyu, kestane ve Stefano Accorsi filmleri! (Henüz daha yakışıklısı icat edilmedi. Bu arada benim de İtalyan sinemasından ne anladığım ortaya çıktı. Çekmeyin, yeter. Serkan, sen de gelsen ya. Oolum, herif çok yağuşuklu, birlikte uzaktan bakarız ve ona Niran Ünsal’dan “bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim” şarkısını sööööleriz birlikte. )
        Serkan’ın hipotezine göre mutlu bir çocukluk geçirdiğim için kendiyle barışık, sürekli gülen bir hatun kişiyim. Ama gülmek nereye kadar. Vallahi a dostlar, ancak bu yaşımda bir insan iki defa altına ederek (bilfiil) 3 saat boyunca nefessiz kalma raddinde ne kadar gülebilir kendi bünyemde ispatladım. Cem Yılmaz halt etmiş. Ahmet Mümtaz Taylan tabir edilen zekâ pırıltısı abimizin olduğu dünyada biz fani kımıl zararlılarıyız. Geçen akşam yemekte yaptığı capcanlı performansta ayaklarımı yere vura vura telef olarak gülerken terliğim fırlamış, masa altından Tuna’nın ayağına gelmiş. Ben değil başka hatun kişi olsa gayet yanlış anlaşılacak bir gönderme. O da çıkarıp masanın üzerinden uzatınca bana yeni film karesi çıktı. Ben de biraz daha telefat oldu bittabi gülmekten.
       Hayatımın her yerinden Metin Kaçan’la ilgili bir detay çıkıyor. Üzüldük, ağladık, eve baş sağlığına gittik, ama sonra bir düşündüm ki Metin onu öyle trajik hatırlamamızı hiç istemezdi ki. Bizi her daim kahkahalara boğduğundan, onu en azından tatlı bir gülücükle hatırlamak lazım. Geçen gün süpermarkette Neutrogena görünce bile tatlı tatlı gülümsedim.
“Metin, napıyorsun?”
“Hiç, nütroginamı sürdüm, Norveçli balıkçılar gibi oturuyorum”.
    Biz bu kadar üzüldük, Adnan Abim (Özer) n’apsın, ömrü onunla geçti. Metin’in nasıl bir gün vapurda portakal sandığını ters çevirip, üzerine çıkarak insanların şaşkın bakışları arasında vapura stand-up show yaptığını anlatmıştı da kopmuştum. Yağmurun bol olsun canım arkadaşım. Onunla Kuzguncuk’ta İsmet Baba’da içmeye gitmeye sözleşmiştik, tam o saatte (19.00) taziye gitmek için restoranın önünden geçmek kısmet oldu. Ben böyle hayatın…
      Kardeşimin follower’ı oldum. (Aklıselim konusunda da onu follow etsem iyi olcek aslında.) Yok anam, bizimkiler bunu tam olarak naısl yapmışlar bilmiyorum ama olmuş bu çoçuk. Size ondan seçmeler:
“Yeşil cerrahi takim almaya gittiğim dükkânda bana temizlik takımı satmaya çalışan kadının ilerigörüşlüğünü şimdi anlıyor, takdir ediyorum!”
“Altı yılda neler değişti bi tek cerrahi kantininin tostu bozmadı çizgisini. Hala kaşarsız.”
“Bütün öfkemi çıkarmak icin birini arıyorum. Hasta yakınları size sesleniyorum, tam zamanı şimdi!!
“Tıp okuyacak birisine neden coğrafya dersi verilir ki? Hastayı kaybettik ama üzülmeyin dağlar denize paralDinlemekten bozulan her uc dakikada bir takilarak remix tadi veren bir serdar ortac koleksiyonumuz var, gururluyuz:)”
“Ablamın kitapları gerçekten sürükleyici. Beni umutsuzluğa sürüklüyor, nasıl bitecek bu kitap diye düşünürken:)
“-Dogru söyle en son ne zaman tiyatroya gittin?
-Haftaya cumartesi”
“Kosarken altı tane zincirleme kalp krizi gecirdim:D”
“Sevgim aciyor. Kimi sevsem. Kim beni sevse..”
      Aralık başından beri sms’lerimi silmemişim. Sizin için nostaljik bir seçki yaptım. Kısmete bak ki ilk kalan mesaj Metin’inki: “Grawwww, yattım tamam zzzzz”. Ama biz gelelim çatlak kardeşimden incilere:
“Evde umutsuz umutsuz Burhan mı izliyorsun?” (İnsan ablasını tanımayagörsün.)
“Eneee, gömüyü mü buldun? (Onun için Limoges’dan getirdiğim krem brüleli çikolataları saklamış, ama tam da başaramamış). Kendim de bulamam deyu korktum, senin Japonca günlükler hesabı. (Japonca okumayı unutup günlüklerimi okuyamamam bir şehir efsanesi değil, gerçek anacım.) Bürüle bürüle yi hepsini!”
“Everybody loves vagina, Bulent aren’t) (Bülent Arınç utancından vajina diyemediğini söylemiş, tıp fakültesi yıkılmış. Twitter da bu tweet dönmüş, ona ayrıca döncem.)
“Yolda blog okuyorum, tramvaydaki herkesten çok eğleniyorum”.
“Yine mi meşhur oldun?”
“Naaber tombili?”
“Beni hatırladın mı?” (Sadece numara var, ben de manyak bir Halkalı hafıza çöplüğüyüm ya, numaraya bakınca hatırlıycam. TC. manyak kaynıyo!)
    Şu an itibariyle gelen son Merve Kumrular sms’si: “Bana bugünkü planını söyle, sana kim olduğunu söyliyimmm”.  
    Bazen toparladıkları da oluyor, işte o zaman çilek tadında :)
     Biri beni durdursun lütfen!

3 Ocak 2013

SWEET HOME ALABAMA!


      Yılbaşına nasıl girersen bütün yıl öyle geçer önermesi doğru ise büsbütün ayvayı yedik demektir. Şansal, sar yavrum geri. Hah, dur.
     Yılbaşı gecesi saat 3’te,  Buket’in evinde. Karşılıklı koltuklara uzanmış, battaniyeye sarılmış limonlu çay içiyoruz. (Bu işte bir yalnızlık mı var yine ya?) Kısmen anlaşılabilir. Lakin battaniyenin altındaki bendenizin üzerinde kadife, payetli mini bir Belle Époque elbisesi, ful makyaj, özenle yapılmış saçlar. Manzara konunun anlaşabilme olasılığını sıfıra indiriyor. Buket tweet atmak üzere. Diyalog şu:
-“Evdeyiz, çay içiyoruz, home sweet home” yazayım mı?
-Yaz. (Kim 2013’ün umut vaat ettiğini söyleyebilir ki? Bana bakın bana, astrolog tabir edilen manyaklar, hani Koçlar için parlak bir başlıyordu? Bu mudur start? Koşmuyorum ben!)
-Ay, çay yazmiiiim. Sıcak çikolata bari yazayım da egzotik dursun. (Yaz, elini korkak alıştırma).
      Şansal, yavrum, sar biraz daha geri.

     Yılbaşı gecesi, saat sekiz, yılbaşı partisine mi gidiyoruz, Cannes’da ödül törenine  anlaşılmayan kıyafetlerle önce motora, sonra da metroya binerek Sayım’ın özel partisine gidiyoruz. Point Otel’in süitine doğru yoldayız. Manzara müthiş, köprü, ışıklar, İstanbul, Sayım’ın yapımını bile kontrol altına aldığı hindi, içkiler. Delikanlı tüm sempatikliğiyle olaya hâkim. Azimliyiz, dans edeceğiz. Lakin DJ’imiz yok. Çalan parçalar karşısında gösterdiğimiz tepkiye dans denemez. (Mösyö Rocheros’nun deyimiyle uzaylılar tepeden görseler, anlayamazlar, “bu bir çeşit dünyalı üreme şekli mi acaba?” diye sorarlar, o derece.) Ama azim var, istek var, engel yok yani. Bütün bunlar yaşanırken geceye katılan bir dizi oyuncusu “birazdan size Antigone’den bir tirat sunacağım” diyor. “Birazdan”dan kastı ne bilsem, ona göre merdivenler ya da asansör arasında bir tercih yapacağım, acil ihtiyaç anında 12 kat aşağı uçmaya da hazırım yani. Kim derdi Boğaziçi’nde kâbusum haline gelen Antigone hayatta karşıma çıkmaya devam edecek, hem de insafsızca. Tam bu esnada Ahmet Hakan darbe yapıyor ve radyoyu ele geçiriyor. Hasan Mutlucan’a giden yol da denebilir. “Viens dans ma vie”nin Farsi versiyonundan tatlı tatlı giderken birden amansızca kendimizi Kardeş Türküler’in kucağında buluyoruz. Hiç sevmem zaten, konserlerinden uçarak kaçmıştım. Bir sonraki adımda halay yöresinin göbeğindeyiz. Anacım, yılbaşı gecesi mi sıra gecesi mi belli değil! Çaktırmadan sıvışmak üzere vedalaşırken Ahmet Bey bize “ama bana bu hakaret yahu” demez mi? Bana sorsan, bu bize hakaret. Bregoviç diyorum, Manu Chao diyorum, halay çekmeye gelmedik ki güzelim. Sayım’a ayaküstü iki ayrı yalan sayıp (Bizi affetsin, ama Özlem Kumrular, Özlem Kumrular olalı böyle işkence görmedi. Diyarbakır değil miydi, o ya?) kendimizi dışarı attık. Kiremitlerini kırdığımın Sezen Aksu’su çalıyor asansörde, ona heyecanla bir koşuşum vardı ki görseniz Allah’ın sopasının olmadığını anlardınız.
       Bu esnada Ebru halimize acıdı, bizi ev partisine çağırıyor. Ve gecenin ikinci maceralı kısmı başlıyoruz. Belle Époque kıyafetleri, bol parlak, kadifeli payetli kıvamda metroya biniyoruz. Afrika metroya taşınmış. Zimbabwe, Kenya, en derin Afrika bize şaşkınlıkla bakıyor. Akut ekibi bizi Levent sapağından alıyor. İşte tam şu anda şu anlamlı karikatürü hatırlıyorum.
      Yılbaşızedeler olarak parti evine getiriliyoruz. Kapıda Lynyrd Skynyrd’la karşılanıyoruz, hem de en sevdiğim şarkıyla: “Sweet home Alabama”. Yaşadığımız facianın sound-track’i için yaratılmış gibi. Parti evine sığınıyoruz. Herkes benle yaşıt, şaka gibi! Bizim şarkılar çalıyor! 80’lerin göbeği.  Bir şenlik, bir şenlik. (Bu arada çocukluğum şarkıları çalıyor ya, evdeki aynalara bakıyorum. Ne diyeyim anacım, dünyaya gelen büyüyor işte!) Hâlâ şoku atlatamadığımız için Selin komutasındaki akut ekipleri bizi bir kenara oturtup yedirip içiriyor.  Fonda dev televizyon ekranında Yalan Dünya, konuk sanatçı da Kenan Doğulu. Kültür Koleji’nden yan sınıf elemanlarından Kenan, Şükrü’yle gezerdi. Bit kadardı. (Sanki şimdi çok büyük diyeceksiniz, siz de haklısınız. Dünyaya gelen büyüyor teorisi sallantıda, bazıları bu kadar kalıyor. Cinsleri böyle.)  Bir yıl daha büyümüşüm, kulağımda çocukluğumun şarkıları, ekranda çocukluğumun yüzlerinden 3-I’dan Kenan. Güya oradan da Serhan’ın dj’lik yaptığı bir mekânda zabaha kadar dans edeceğiz. Nerde anacımmm: Bir hüzne kapılıyoruz yok yere, ilk taksiyle eve! Yolda Hande arıyor. 3-I’dan Hande, en yakın arkadaşım. (O zamanlar benim değil, Kenan’ın en yakın arkadaşı). Herşey nostaljik şekilde planlamış gibi. Gece boyunca şövalyece davranmış, sadece iki küçük bira içmişim. Kötü parti yoktur, az içki vardır, doğru. Buket süit partisinden ilginç bir noktaya parmak basıyor: “Nilgün Belgün kahkaha bile atmadı ya!” Bana sorarsan “beauty is in the eye of the bear-holder”, anacımmm. Yılbaşı gecesi alacaksın oyuncak ayını kucağına, Yalan Dünya seyredeceksin. Bu arada, taksici de kulak misafiri oluyor,  “Ahmet Hakan müzik mi yaptı bu gece?” Dayanamıyorum tabii, “Hacı, keşke sen yapsaydın ya!”  diyorum taksiciye.
     Bir sonraki sahneyi biliyorsunuz: Limonlu çay ve battaniye. Buket şefkati, ev saadeti, hiç çıkmayıp eve dansöz çağırsaymışız keşke.
       Sabah erkenden kalkıp çıkıyorum yola. Köprünün tepesinde polis durduruyor.
-Hanımefendi üfler misiniz?
-Kardeşim, saat sabahın sekizi. Ben zaten 4 saat uyudum, yeni kalktım. (Sanki herif  “kaç saat uyudun abla?” diye sordu. Olsun ben kafa karıştırma taktiğiyle direnişe devam ediyorum.)
-Siz üfleyin yine de.
-Anneme gidiyorum ben, kahvaltıya. (Özellikle bu konuyla hiç ilgilenmiyor. Ya da ilgilenmiyormuş gibi yapıyor.) Hem ya bir şey çıkmazsa ne yapacaksınız? (On gündür girdiğim iddiaları tek tek kazanıyorum ya, bir an boş bulundum herifle iddiaya girmeye çalışıyorum, kafamı kıracak o olacak)
-Abla o zaman gideceksin. (Sensin abla, abla deme bana, ayyyyy)
-Ben üniversitede hocayım. (Son çırpınışlarım : Glu glu..)
-(Poşetinden çıkarıp aleti burnuma sokuyor) Üfle abla.
-(Burhansal bir replikle: Heee, dağam o zaman! )
    Anacım, yılbaşı gecesi ve ertesi sabah İstanbul’da üflenen aletlere giden havayla aya çıkar, halayımızı orada çekerdik. Değil mi Ahmet Abi?
      Hande’yi tek geçerim. Sanki doğrudan roman kahramanı olmak üzere yaratılmış, sonradan yanlışlıkla dünyaya gönderilmiş gibi bir hatun kişidir. Her sözü bir replik, her hareketi bir film karesidir. Dün akşam beni eve çağırmak için ikna çalışmalarında bulundu. “Yunanca kursum var” deyince: “Amannn,” dedi. “Herifler zaten 10 milyon, haritadan silinecekler yakında sen hâlâ Yunanca kursundasın”. Son zamanlarda çok sık görüştüğüm, cümle kız halkının âşık olduğu yakışıklı bir şaheserden bahsedince (oysaki saftirik kardeşçil bir durum içindeyiz, kancacanız) “çek ellerini çocuğun üzerinden” dedi. (Çocuk arkadaşı olsa anlayacağım). “Mundar edeceksin, yazık olacak adama”. (Arkadaş modeline bakar mısın? Kimin arkadaşı belli değil. Tarafını seç, arkadaşım! Ayrıca ortada romantik bir durum filan yok. ) Daha önce Giovanni’ye de böyle demişti. “Bak, kendine dikkat et, Özlem seni karanlıklara çeker, uçurumdan aşağı iter”. Bunu diyen en yakın arkadaşım ha! Söylediği adam da İtalyan! Netekim korkarım dediği gibi oldu.(Karanlıklar kısmı yani.)  “Ay, Giovanni korkudan kulubesinden çıkamıyor”, dedi geçenlerde. (Benim bir şey yaptığım yok, hep olan bana olur, hikâye bittikten sonra kötü kahraman yine ben olurum anacımm). “Özlem bize geliyor, sen de gel demiş” demiş geçenlerde. (Olaydan bir yıl sonra). Giovanni’den el cevap: “Nooooo, noooooooo, Hande, grazieeeeee”.
      Görüldüğü üzere Hande hayatıma giren her erkeği özenle türlü kötülüklerden korumuş, onları önceden uyarmıştır. Aklıma bu durumda gelen tek bir olay var. Sevgili okur hatırlayacaktır. Yıllar önce Bahçeşehir’de gölkenarında bir barda bir arkadaşla oturuyoruz. Tesadüfen o gece Beşiktaş-Alavés maçı var. (Malumunuz yüzyıllardır şampiyonluk yüzü göstermeyen bu bahtsız takımı tutuyorum, salak sadık bir taraftarım.) Lenslerim yok, görmüyorum, bir gol oldu ben de refleks gösterdim sevince. Ne bileyim anacımm, Alavés gol atmış meğer. Yandaki bira fıçısının üzerinde konuşlanan adam 145 derece eğilerek burnumun içine kadar girip olanca sesiyle -yaba gibi ellerini tehdit unsuru olarak gözüme sokmayı da ihmal etmeyerek- bana “Ablaaaa, sen hangi takımı tutuyorsun?” demez mi? Postu deldirmeden sıvıştık oradan. Şimdi buradan Hande’ye soruyorum, “Abla, sen hangi takımı tutuyorsun?”  Atlético Kumrular’ı tutmadığın belli. (Hak etmişimdir artık bu adı diye düşünüyorum, spor salonunda yaşıyorum.)
       Kadınları erkeklerden ayıran şey şudur anacımmm. Kadınlar tek bir adam seçer, bu esnada başka kimseye yüz vermezler. Erkekler ise aynı anda en az iki hatun seçer, hangisi olursa onunla giderler. Onlardaki mide budur. Kadınlar da bunu fark ederler ve mideleri bulanır, olaydan uzaklaşırlar. (Var olanın da içine ederler yani).  Bir kadın herşeyi anlar anacııımmm… Ama erkeklerdeki zekâ henüz bunu çözecek kadar gelişmedi. Bir kadın herşeyi bilir, herşeyi görür, herşeyi hisseder. Bir kadından saklayabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Nereden geldik ya buraya? Yandı gülüm devreler!
      Ne diyodum ben ya? Haydi hepinize hepinüvyırr anacımmm…