26 Şubat 2013

EVREKA! AKILSIZ ERKEK YOKTUR, AZ VOTKA VARDIR!

        Dün akşam Nilüfer Hoca “evreka” nidalarıyla ofisime gelip “Mitolojimizi bilmiyoruz da ondan!” dedi. Uzun zamandır kafamdaki soru ise “Yav, ben bu Türk insanını neden çözemiyorum?”du. Çok doğru! Mitolojisini  bile bilmeyen millet kendisini nasıl çözsün. İlk fırsatta Kabalcı’dan Türk Mitolojisi kitabı alınacak. İşin komik tarafı tam o esnada ofiste uyumaya çalışıp Hypnos’a küfrediyordum. Vaziyete bak, sen elalemin uyku tanrısıyla yakın ilkişkide ol, kendi uyku tanrını bilme. Olacağı budur. (Bu arada Türk insanı sanki beni çözdü de! )
       Artık hem saçım, hem aklım kısa a dostlar.   Derse girince şaşkın öğrencilere “Ne o? Mustafa Sandal’ı beklemiyor muydunuz?” dedim.“Ooo, hocam saçlarınızı güle kullanın” dediler. “Evet”, dedim “Zaten başka şekilde kullanma şansım yok. Sabah kalkıp da aynaya bakınca gülmekten başka şansım olmuyor”. Mustafa Sandal’ın Beşiktaş şubesi gibi çalışıyorum. Benden başka herkes bayıldı. Uzun saçla herkes güzel olurmuş, önemli olan kısa saçla da çok güzel olabilmekmiş. Havalara girdim çaresiz. Bruno “sen saçın kısayken de Asya’nın ve Avrupa’nın en güzel kızı olmaya devam edeceksin” dedi. İtalyan tabii, doğasında mevcut. Kuaförün retoriğini de atlamayalım: “Bu saçla giderim var mı, hacı?” diye sordum çocuğa. “Saça gerek bile yok” dedi. (Sütçüleri kesin İtalyan, söylemeye dilim varmadı. Yoksa bu bir Türk’ün gramatik olarak kurabileceği bir cümle, bunlar da yan yana getirebileceği kelimeler değiller.)
       Hafta sonu eğlenceli galeri ziyaretleri yaptık. Mercedes’te  (Bu arada “Mercedes”in İspanyolca olduğunu biliyor muydunuz? “Merhametler/lütuflar” demek. Bak Allahın işine!) beğendim fiyakalı bir araba. Kuzenin eşi Erkan da bize rehberlik ediyor. Annem kırmızı bir cabrio’nun önünde durdu.
Annem: Her şeyden vazgeç, şunu alayım sana. Ohh, gez, hayatını yaşa. (Her şeyden derken? Araba 200 bin kaat. Aslında uyar, annem arkasını dönünce ben arabayı köşede 195’e okutur, Ekvador’a kaçar, sahilde çirimoya yiyerek yaşarım ölene kadar. Hazır akıllı annemin aklı kısa devre yapmışken istifade edeyim halden. Cömert hatundur, ama bu sefer kesenin ağzını iyice açtı. Annemin hayatını yaşa dediği bu mu acaba? Yok, yok. Annem gayet ciddi. Alacak arabayı.)
Erkan: İffet Teyze, bu arabayı kız tavlamak için alıyorlar ama ya!
Annem: Tamam ya, biz de erkek tavlarız. (Annem hâlâ ciddi). Kırmızı cabrio’lu birini bulur veririm şunu. (Hah, şimdi olay netleşti. Annemdeki akıl bende olsa, köşeydim şimdiye. Annem beni kakalayıp arabayı geri alacak. Bruno’da daha güzeli var aynı arabanın, sen parayı bize ver biz İtalya’da yeriz onu anne. Bitince de sahilde çirimoya satar eve geliriz.)
     Ozzy diyor ki, “Yengem kendine istiyordur o arabayı”. Valide 68 yaşında. Yazın benim giyemediğim şortlarla İstanbul’da cirit atıyor. Şort-tişört-çapraz çanta kıvamında yazı geçiriyor. Mevcut şartlarda arabayı o hak ediyor.
     Yıllar yılı bir cabrio geyiği dönmüştür evde zaten. Merve “Güzel, sen al cabrio’yu, paran olunca üstünü de alırsın” der. (Üç vakte kadar katil olcağım hissi sizde de uyanıyor mu?) Ohh, paralarımı çıtır çıtır yiyorum ecnebi ellerde yıllarda, sefam olsun. Parayı bana çuvalla ver, ay ortasına kadar özenle bitiririm ben onu. Fabrika çıkışım böyle. (Bu arada Demirel’in tatlı bir sözü geldi aklıma, Ecevit’e dediği:  Dört kaz teslim etsen, akşama üçünü kaybedip gelir. “Best before 40” ne de olsa. Ya da preferentemente antes de los 40! :=)
      Yalan Dünya yine yerle yeksan etti beni. Zerrin’in hastasıyım. Açılay Zerrin’den mesleği öğrenmeye çalışır, sonunda da “Eee, beyin cerrahı diilsin ki”, diye protesto eder. Tam o anda Zerrin’den favori repliğim gelir: “Sen o beyin cerrahına git o zaman. Aslında yıllar önce gitmen gerekirdi!” Ahh, ahh… Kullana kullana eskitirim ben bunu. Unisex, herkese uyuyor. Yakışanı bol.
      Hafta sonu NATO askeri arkadaşlar yemeğe geldiler. Ev Yunan-İtalyan cephesi oldu.(Mediterraneo filmine gönderme yaptım çaktırmadan). Nikos’un 5 yaşında ekstra yakışıklı sarışın bir oğlu var. “Sen köftelerini ye, büyü, evleneceğim ben seninle” dedim. Başladı gülmeye. Annesinin kulağına ne dese beğenirsiniz? “Ben büyüyünce o ölmüş olur!” Dağıldık doğal olarak. Kızının adı Elli (Helle). Ulan her türlü minör Yunan tanrısını bilen ben Elli’yi atlamıştım. Marmara denizinin adı Hellespontos, Ellispondos (λλήσποντος), Elli’nin Denizi anlamında. Athamas’ın kızı Helle bir koçun üzerinde Marmara üzerinde uçarken boynuzları bırakır ve düşüp boğulur.  Sonra Poseidon onu kurtarıp deniz tanrıçasına dönüştürür.
       Bruno Yunanca’yı söktü. Şoktayım. Nikos da İtalyanca’yı. Aramızda iki dil konuşuyoruz ne zamandır ve artık ikisi de “nosyon”dan “anlama”ya geçmiş durumdalar. Ne biçim bişi bu insan beyni. (Olanda oluyor, olmayanda da olmuyor, ontolojik olarak böyle, na’aaapçan anam!)
       Koç ve evlilik demişken, konu çaresiz açıldı.   Benim son iki yıldır her adımımı isim, tarih, mekân, detay ve karakter analizleri ile harfi harfine bilen falcım bu sene ani bir kararla evleneceğimi söyledi. (Kuzen Ozzy’nin de dün dediği gibi o karar ani olmazsa bende durmaz zaten, aklın iki saniye gittiği bir anda vermeliymişim o kararı. Bünyeme ters yoksa.) Koç burcundan, çok yakışıklı bir herifmiş. Merve tabir edilen kardeşin yorumu. “Abla, sen buna hazır değilsin. Ama daha da hazır olmayan iki işi daha var: 1) Dünya 2) Damat!”
       Hande’nin benim de bolca kıl olduğum bir Osmanlı tarihçisi konusundaki yorumu süper. Harif konuşurken karşısındaki yaşlanıyor beklerken. “Adam konuşurken araya reklam alıyor!”.
      Yüz tane hayat yaşamış gibiyim. Bruno nüfus cüzdanıma memleket kısmına “terra”  (yeryüzü) yazmamı önerdi. Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor. Her şey tekerrür yahu.  Kaan Hoca süper bir kelâm retweet’lemiş: “Kafayı iyice sıyırın ki ziyan olmasın. Nimettir!”  tam o tattayım işte.
          Mitolojimizi bilmiyoruz, ama bizim mitolojik hayvanların hepsini yakından tanıyorum ben! Timsah başlı, ayı vücutlu, tavşan kalpli oluyorlar.  Mesela taksicilerimiz, iyice kuş beyinli bir formatta dolaşıyorlar. “Abla, köprü altında bırakayım mı seni?” (Köprüaltı çocuğu tadımdayım ya bu saçlarla). “Olur canım, ben de paranı Doyçebank’a EFT yapayım, müsait bir zamanda alırsın”. Havaalanında elim kolum bavul, şişe, torba, taksiciye “Beylerbeyi” diyorum. Herif bana “Seni Beşiktaş’a bırakayım, oradan motorla geçersin” diyor. Bu neyin kafası? “Yook güzelim, sen beni Kabataş’a kadar götür, ben oradan yüzerim”. Kendi kendine yeten hayvanat bahçesi bunlar. Portatif hayvanlar âlemi! Tek bedende çok hayvan. Unutmayın, çok hayvan hiç hayvandır kızlar!  Akılsız erkek yoktur, az votka vardır!
        İtalyanlardan konuşuyorduk geçen gün bir arkadaşla. Yalancılarmış. Herkes kadar yalancılar canım. Ayrıca yalanlarını yiyeyim ben onların. Yalan onlardan gelsin. Ayrıca, oğlum, bana konuşma, buna konuş. (Bruno’ya konuş. Boyu bak bak bitmiyor, profesyonel asker, ağzını kırar, kırpıklardan yanına yedek ağız yapar,  bayramdan bayrama kullanırsın.)
        Aloo, yakışıklı koç burçları, kaçıp canınızı kurtarın bence! (Ay kızzzz, adam yakışıklıymış ama akıldan hiç bahsetmedi falcı! Olsun, bunlarda hepsi birden aynı bedende barınmıyor zaten.)
        Boynuzları bırakmayın, düşüp boğulursunuz :=)
       Annneeee, bittiii… (Şey, kırmızı arabayı alcan mı? Uslu durcam sözzz).

21 Şubat 2013

HANDE: ONE BIG WOMAN! ya da KOLONYA DÖKİİİM Mİ?

Hayatta ancak benim başıma gelebilecek şeyler vardır. Son üç günde hepsi de teker teker geldi zaten. Gülerken yaşlandım vallahi a dostlar. Dünden başlayalım. Olaya tatlı bir prelüd, tatlı bir mukaddime babında Merve’nin dün gece Ahmet Mümtaz’a gönderdiği tweet’e bakalım: “Aşk olsun Ahmet Abi, illa biz mi gelcez? Kırpıp atmışsın çocuğu.” Altına da ek şu karikatür:

     Ahmet Mümtaz’dan el-cevap: “E ama uyardım ben sizin çocuğu! 5 dakika telefonla konuştum, Sinan’a traş olmuş! Ebeveyni yoksa salmayın çocuğu doktor! J
    Perde arkasına dönelim. Bir film şirketinden tatlı bir teklif geldi. Ben de bir Ahmet Mümtaz’a danışayım dedim. (Bende akıl yok ya. Senede bir gün geliyor. O zaman da ben evde olmuyorum zaten!) Öğle arası kahveye kaçtım. Laflarken Sinan Çetin de geldi eve. Kahveden konyağa geçildi. “Kelebeğin Rüyası” konuşuldu derken derse yetişmek için toparlandım çıkıyordum. Sinan Bey’den “Saçını kesebilir miyim?” gibi bir teklif gelince önce kahkahayı koyverip, sonra da “Ayyy, tabii neden olmasın?” dedim.  Ev sahibimiz leziz bir korku geçirdi. Hem evinde kan akacak, hem de misafirinin saçları gasp edilecek. “Bu makasla” olmaz deyince Sinan Bey “Ayy, çok güzel olacak. Güzelken daha güzel olacak! Süper olacak. Ben evden makas getirtirim” dedi. O makas tahmin edebildiğiniz üzere geldi. Saçlarımı bir güzel kesti. Valla, pek de güzel oldu. Bir Amelie, bir Juliette Binoche kıvamında çıktım evden en hafifinden. Bu arada olayın videosu ve resimleri de çekildi. (Bana da verseler, baksam baksam gülsem tekrar tekrar). Neyse, terk-i mekân etmeden önce herkesin saçı pek beğendiğini anlaşıldı. Okula geldim. Gülmekten ders yapamıyıyorum. Ağzımdan burnumdan saçlar çıkıyor, sırtım kaşınıyor. Gözümün önünde Ahmet Mümtaz’ın içinden ateş çıkan gözleri önünde Çetin’in çocuk heyecanıyla, yüzünde tarifsiz bir gülümsemeyle (ve bittabi elinde koca makasla) sona erdirdiği operasyonu! Dersin sonunda komik anılara geçtik, hayatımın en eğlenceli Yemek Tarihi dersi oldu. Herkes bayıldı saça. Kardeşim hariç! Uzun bir mantar sapının üzerinde duran mantar yuvarlağı gibiymişim. Haliyle saçı düzelttirmeye gittik. Haliyle saç düzetilince Mustafa Sandal’a benzedim. Haliyle hâlâ gül gül ölüyorum… Yok, yok. “Film gibi” bence. (Olayın kendisi zaten film gibi) Yıllar önce kaybettiğimiz abimiz geldi bence: Mahmut. On yaş gençleştim, zekâ yaşım ise 3’e düştü. (4’ten tabii!)
      Olayı Merve’ye anlatınca sordu acilen: “Abla, sana ne içirdiler.” Konyak!”  “Oh, no! Tahmin etmeliydim.”   (Konyağa (Cognac), neden kanyak diyoruz? Pek tabii patent işine bulaşmamak, para bayılmamak için! ) Vakaya Hande ne dese beğenirsiniz? “Hadi sen böylesin, yapılacak bir şey yok, böyle doğmuşsun, neden etrafındakiler de öyle? Mesela bana bak, yakın arkadaşlarına bak. Biri Kinder Surprise’dan çıkmış oyuncağa benziyor. Yok, yok, daha ziyade eskiden bankaların verdiği karton kumbaralara benziyor. Biri deniz fenerinde yaşıyor. Niye senin hiç normal arkadaşın yok, şöyle rezidansta oturan, bankacı filan… Of  ya!”
        “Özlemmmm, güzeliiiimm”… Bu ses 3 yaşındaki Massimo’ya ait. Beni beklemek için kapıya çıkmış, ben de yanda bakkaldayım. Diğer cenaptaki bıyıklı adam da “Güzelim” dediği şeyin 3 yaşında başka bir arkadaşı değil de bencileyin eşşek kadar kadın olduğunu görünce bıyıklarını yiyecekti gülmekten herhalde.
        “Uykuveren rengârenk kıyafetleriyle parmaklarının ucuna basa ilerlermiş. Eteklerini toplayıp pencerelerden içeri atlar uykuyu bekleyen çocukların başucuna otururmuş. İki tane şemsiyesi varmış. Uslu cocukların başına açtığı rengârenk pırıltılı şemsiyesi ile yaramazların başına açtığı simsiyah şemsiyesi…” Her ölümlü Andersen’den bu masalı bir kere Hande’nin ağzından dinlemeli. Dün gece Massimo’yu uyuturken ben üçüncü defa dinledim. İlerleyen dakikalarda masal metamorfaza uğrayarak daha da tatlı romantik bir hal alıp da hikâyeye bir polis girince (Polisin girdiği hikâyenin ne kadar romantik olduğunu mevcut durumda ispatlayabilecek halde değilim, Hande’nin yeteneği diyelim.) şöyle bir diyalog gelişti.
Massimo: (Yaş üç, gözler faltaşı, uyumaya niyet: sıfır). Polis, İngilizce cop yani!
Hande: Öküz müsün oğlum? Naaptın hikâyeyi? Öküzün İngilizcesi ne?! Onu da söyle tam olsun bari!
       Bu erkeklerin en masumu. Yaş üç, milliyet %50 İtalyan. Hal buyken böyle olunca diğerlerinden ne bekeleyeceksin ki!
      Kimsecikleri beğenmez Hande. Dün gece kesin beğenir umudu ile ona Alen Ademoviç’i gösterdim. (Malum, İspanyolların dediği gibi umut en son tükenen şeydir). “Ayyy, Laz mı bu? Burna bak! Önüne mıhlama koy, hamsi tava koy, git!” Söz konusu delikanlı Tanrı’nın boş bir vaktine gelmiş, yaradılışın ilk iki gününde rahat zamanda özenle yaratılmış bir doğal afet. Ama maruz kaldığı da Hande!
Annesi ve Hande arası haftasonu diyaloğu:
-Kızım, yeni temizlikçi güçlü kuvvetli mi?
-Evet anne, babamın türbanlısı.
    Söz konusu baba - Mete Amca- da Galatasaray Lisesi’nde yıllar önce (geçen yüzyılda dense yeri var) Goril Mete olarak anılan bir adam. Yatay ve dikey olarak koordinatları zor hesaplanan bir amca. Onu Atina bile hala hatırlıyor. Atina’da Hande aylar sonra Mete Amca’nın yemek yediği bir restoranı bulup garsona babasını anlatmaya çalışıyor. Garsonun hafızası hemen atak yapıyor: “Yesss, one big man!” Mete Amca herkese “sevgilim” diye hitap eden bir arkadaşıyla süpermarkette biber seçiyormuş. Mezkûr arkadaş “sevgilim, bunlar nasıl?” deyince markette şenlik olmuş tabii. Sebze reyonundaki kadın dağılmış. Portatif şenlik Mete Amca!
        Pek sevdiğim bir hikâyesi daha var. Bin defa anlatmış olabilirim. Ama televizyonlarını yeni açanlar için bir kez daha anlatayım. Mete Amca Mercan Yokuşu’ndan çıkmaktadır. Yol sormak üzere kollarının altında iki koca karpuz olan bir yurdum insanına yaklaşır. Adam bir an durur. Sonra karpuzları yere bırakarak kollarını protesto tadında havaya kaldırır ve “Ne bileyim bennnn!” der. Offf, tek kelimeyle geçilesi bir sahne.
       Güzel bir program fikrimiz var. Konukları şaşırtmaya yönelik. (Kiminle olduğu da sürpriz olsun). İlk program için Kenan Doğlu’yu çağırıp karşısına Hande’yi çıkarıyoruz. Yıllar sonra gördüğü ortaokul kankasını görünce şaşırıyor. Plan basit. Hande’den yorum: “Sonra? İkinci programda kimi çağıracaksınız? Ağaoğlu’nu çağırıp konuk olarak karşısına ayı mı çıkaracaksın? Bak, kestiğin ormanlardan eski dostun diye…” Yok anammm, ben bu kızla aşık atamam. Erol Mütercimler iki yıl önce moderatörlüüğünü yaptığım bir sempozyumda seyirciye “Alın bu ceberrut kadını başımdan” demişti. Ben de diyeyim bari Hande’ye, “alın bu kendi kendine yetebilen akıl hastanesini başımdan!
     Face’te bir arkadaş  “ zamanı dizinde pataklayan kadın” demiş benim için. (Sebastian, koş bir defne tacı getir, “laureato” yap abiyi, alnından öp, bir kadeh de şarap ver. Benden THY’ye de selam söyle).
     Tuna çok güzel bir şey söyledi iki gün önce. Korkunç bir adamın karısına yaptığını anlatıyordum. Bir kadın ve erkek arasında ne geçtiğini bilemeyiz, dışarıdan yargılayamayız,” dedi. Çok doğru. “Valla kendime bakıyorum da, ben bazen içerden bile anlayamıyorum Tunacım” dedi. Yalan mı? Başar’ın dediği gibi “Kıza bak! Bir adam sever, adamın haberi olmaz. Adamı terk eder adamın haberi olmaz. Film iptal olur, seyircinin haberi olmaz!” Keşke doğrudan roman kahramanı olarak yaratılsaymışım, dünya şartlarına ayak uyduracağım derken canım çıkıyor anacııımm…
       Ayyy, dün “readings in urban sociology” dersine çıktım. Notları bir açtım dersin ortasında: Prva Leksija! Sen Sırpça notlarını al, sosyoloji dersine git!  Yere yıkıldım gülmekten, olay 5. katta geçince inmesi de zor olacak şimdi. “İsterseniz buradan devam edelim” dedimse de yemediler. Yani, sadece birkaç saatte üç sınıfıma da ne denli bir akıl hastası olduğumu ispatlayıvermiş oldum. Şenlikli bir dönem bizi bekliyor güzeller. Havalar ısınınca, ben de su kaynatmaya başlayınca görün siz, daha neler neler!
     Sebastiannn, kim derdi olm ofiste dört yıldır duran peruğun bir olup da işe yarayacağını… Bir de kanyak ver! Hunimi de getir, ohhh danzzz danzzz!

19 Şubat 2013

BOK!


        Çok rica ediyorum, bir yanlış anlaşılmaya mahal olmasın. Sadece Hırvatça bir selam vereyim dedim. (Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim.) Hırvatçaya, Boşnakçaya, Sırpçaya ayrı zaman mı? Hayır, learn and go! Slobodancığım bir kitap göndermiş, Sırpça değil üçünü bir arada öğretiyor.  Ortalama yedi heceli Yunanca kelmelerden sonra, iki heceli Sırpça kelimelere kandım, bir de baktım ki arkadan sıfat çekimleri ve daha neler neler… Oh, hunimi de taktım, danz danz…  
       Size çalışma masamdan sesleniyorum. Evvel zaman içinde üzerindeki kitap enflasyonundan klavyenin koordinatlarının kaybolduğu koca çalışma masamın üzerinde mevcut olan nesnelerden bir kuple derseniz: renk renk oje, ruj, pudra, toka, cd, boş bir şişe Rioja: en sevdiğim İspanyol şarabı (Neden ben hep şişenin boş tarafını görüyorum, pesimist miyim olm ben?), Kaan Hoca’nın Aristo kitabı (her gün anlama umuduyla okuyorum yatmadan önce, sonra rüyamda neler neler…), hafta boyunca alınmış ve kimden duyulmadığı bir türlü hatırlanamayan sayısız sözün notu!. 
       Bakalım kimler ne boy boylamış, soy soylamış:
  -Yayla balığın ilişkisinden geriye kılçıklar kalırmış. Kim dediydi hatırlamıyorum, ama pek hoş.
   -Başka bir arkadaş evini Terkos Pasajı’yla Perşembe pazarının evliliğine benzetti. Bir de benimkine bak! Sırp halk pazarı ile Prado’nun nişanı!
   - Hande uyarmış “Sakın gidip oraları (Belgrad) karıştırayım deme!” . Oraları karıştırmadım, ama döndüğümde aklım bayağı karışmıştı yani. (Kardeşim olsa “Aaa, akıl olmadığına göre ne karıştı acaba?”  demez mi? Der bence.) Bruno dün sordu “Güzeller mi?”  diye. “Kızlar süper, erkeklerde iş yok” dedim. “Çok politiksin”, dedi. Heee, Sırp Demokratik Birlik Partisi politikası güdüyorum. Ne politik olcam be, bi tane yakışıklı ve bol yetenekli adam var koca ülkede, onunla da kavuşamadık bir türlü. (Döncem ben ona.)
    Baharcığım nazik bir konuda bana akıl verdi, ben de hemen uyguladım. Tam süper oldu. Çoook teşekkür edince: “Bende de bir gün çalışıyor zaten, o da sana denk geldi. Ne güzel!” demiş. Saygıyla anıyoruz.
      Pazar sabahı:
-Özlemmm, kooooşşş, televizyonda Fransızca’ya benzeyen ama Fransızca olmayan bir dill var!
-Tamam, anne sakin ol,  derin nefes al, kaslarını gevşet, sakince koltuğa otur ben yetiştim! Paniğe mahal yok!    
    Nasıl bir tepkidir bu yeavroom ya? Banyodan bir çıkışım var ki, görmeye şayan. Sanırım bendeki delilik yakın çakın çevreme sirayet ediyor. Ya da köklere dönüyorum. (Bu arada o dil Portekizce. Her eve lazımım. Bakın, insanların nasıl elzem ihtiyaçları oluyor. Hepsine anında cevap verebiliyorum.)
     Annem Ataköy 7-8. Kısım’daki ev fiyatlarını duyunca da keçileri kaçırmış olabilir. (Keçileri kaçırmak nerden geliyor aciba? Pan’la bir ilgisi var mı?) Cumartesi ev bakmaya gittik. Tebdil-i mekânda ferahlık var mottosunca yeni ev bakıyoruz. Beğenebildik bir tane. 1 milyon 400 demez mi emlakçi tabir edilen adam. “Macar Forinti mi, Polonya Zlotisi mi anacımmm?” diye sormak zorunda kaldım. Avro imiş. Tiril tiril 3 tirilyon tirink para ediyo. Ataköy tabir edilen düzlükte, batağın göbeğinde. Yazın sivrilerle dans filmi için mekân da bedavaya geliyor, kâra bile geçiyorsunuz bu durumda. Türk milleti tam anlamıyla kafayı yemiş! Sardegna'da şato alınır o paraya anacım... Lütfi hoca yıllar yılı bana emlak kraliçesi diye latife eder, “Ooh, seni alan yaşadı”, der. (He, he… Ben o beni alana ömür boyu emlak vergilerimi ödetirim, haberi yok.)  Sanırım henüz emlak krallığı denen şeyi hiçbirimiz görmemişiz. Bendeki Can Baba’nın mal beyanı: Avşa Adası’nda üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen…
     Yalan Dünya’yı izlerken direndim, ama kamera hatalarında fiilen altıma ettim. Bu kaıdn aklını kaçırmış. Üç tane Gülse Birsel olsa memlekette tüm psikolojimiz düzelir vallahi, ryhani refah seviyemiz yükselir.  Replikler öldürecek beni. Rıza Ahmet’e dert yanar, Deniz bırakmıştır.
-Yok abi, tabii ki sadece “bitti” demedi. İlk günden bugüne öküzlük tarihçem ve hıyarlıklarımdan almanak olarak bir sunum yaptı.
    Kim yazıyorsa bunları, ona Moda’da bir daire, Adalar’da bir üçgen, alnına bir öpücük.
        Ben Beylerbeyi’nde oturuyorum, kardeşim Çapa’da, üniversitesinin dibinde, annemle babam da neredeyse Sofya belediyesi içinde. Fuara gitmekten başka bir işe yaramıyor. O da takdir edersiniz ki eşeyli üreyen mantarlar ya da tekstil fuarı sapığı değilsiniz, senede bir kere! Tuna’ya diyorum ki, “senin Sofya’dan fuara gelmen daha kolay azizim”. (Kız arkadaşı vesilesiyle yarı-zamanlı Bulgar sayılırdı). Gerçekten de dediği gibi üzere insan şehirden fuara giderken beraberindekiyle arkadaşlık, dostluk hatta akrabalık ilişkisi geliştiriyor. Buradan fuara 2.5 saatte imza günüme gelen tüm dostlarıma ve kuzenlerime sınırsız sevgi yolluyorum.
      Hayatı son iki haftadır erozyon tadında yaşıyorum. Bugün evin yolunu buldum. Çok da kolay bir yerdeymiş oysaki, krokisiz buluverdim. Daha doğrusu arkadaşlar akşam bırakıyorlar, evin yolunu sağolsunlar benden daha iyi biliyorlar.
      Aynı gün gelen telefonun diğer ucundaki sesler:
 -Özlem, ne zaman sana geliyoruz ya? Hayal oldu bizim yemek ama!
-Özlem, son günlerde çok yoruldun. Seni güzel bir yere yemeğe götüreyim.
     Yukarıda görülen önermelerden hangisi hangi millete aittir bilebildiniz mi kızlar? Bildiniz, birincisi yurdum erkeğinin sesi. İkincisini de bilmekte zorlanmazsınız pek de hani. İtalyan tabii güzelim. Biz neden böyle bir milletiz yavroom ya. Bize ne yediriyorlarsa, bana ondan vermeyin plizzz ya!
     Evde yemek daveti verdiğinde yemeğe gelen her kadın için bir çiçek alıp masada oturacağı yere koyan erkeğe İtalyan denir bütün sözlüklerde. Sizden önce sizi düşünene de. Bir koli içmiş olduğu halde sizi evinize kadar bırakana da İtalyan denir. (Kaza yaparsa o zaman ona Türk denir, ya da Tanzanyalı J ) Zerre kadar aşağılık kompleksi olmayan bir millet daha görmedim hayatta ben. İspanyolum bile bazen eziktir, ama İtalyan kendinden her daim emindir ve bu eminliğiyle sizi tahtına çıkarmaya hazırdır her zaman. Arkadaş, sevgili, kan kardeş, koca ve baba olarak.  Severim İtalyanları. Her eve lazımdırlar. (Sebastiannn, işi hemen Roberto’ya bırak. II. tanzimatını da “Don Camillo Moskova’da” kitabı arasından al. Efendiye karşı gelme Sebastiannn… Tamam, şimdilik Sırp dinarıyla idare et. Ben sana tiril tiril Yunan Drahmileri vericem komşular kendilerine dönünce.)
       Leman dergisinin çıkardığı Bayan Yanı için 8 Mart yazısı istediler gençler.  Geçen sene “Türk erkeği için vize şartları” başlıklı pek şenlikli bir yazı yazmış ama topuğumdan vurulmayı başaramamıştım. Bu seneyeymiş kısmet.
       Bu Rioja Bordón’un içimi de pek hoşmuş. Ooo, şişenin dibi mi o? Olm Sebastian, ben niye hep şişenin boş tarafını görüyom? Pesimist miyim olm ben? Yoksa datlu datlu sarhoş mu?
     Dün trafikte yakışıklı bir araba gördüm. İlk bakışta aşktı bizimkisi. Almaya gitçem onu. Evimin efendisi yapıcam. Honda CR-Z. Honda’nın verimli pirinç tarlası demek olduğunu biliyor muydunuz? Allahım, ben de bu Japonca ne zaman işime yarayacak gari diye karalar bağlıyordum. Bak, dört yıllık çile boşuna gitmedi.
        Leyla ve Mecnun’un reklamından tatlı bir replik: “Kesin ölüm sebebini söylyemem, çünkü kendisi otopsiye cevap vermiyor!”.
    Haftanın gafı. Telefonda:
-Aloo.. Setteyim. Sonra arayacağım. (Sessiz)
-Tamam. (Sessiz)
     Son replik tabii ki de benim.
     Her şeyi unutuyorum. Delirmek üzereyim. Bir tek yemek yediğimi unutmuyorum, kör olası Şeytan! Geçen gün bir arkadaşım hep fosilcanlara âşık olmam sebebiyle bana “bastonunun götürdüğü yere git” demişti, kimdi hatırlamıyorum. Ama çok güldük anacım. (Kimse bir hatırlatabilir mi aciba?) Hâlâ yanlış sınıfa gidiyorum. Geçen gün Maksat’ın matematik dersine girdim, ohh, sınıf ağzına kadar dolu. (Benimkilerde ilk haftalar korkudan bir boşluk oluyor. Ama Ahmet Mümtaz’a söz verdim, bu dönem arkamdan gelenlere “kendine bir içki al” demiyorum. Eski öğrencilerim şokta! ) “Substitute için mi geldin?” deyince, sınıf panik oldu tabii. Öğrencilerin korkulu rüyasıyım ben. (Ben?? İnanabiliyor musunuz buna? Nı haaaa!) Şifrelerimi unutuyorum, neyse ki onları son 4 yıldır tek hatırlayan Serkan the-ex, Allah ondan razı olsun. Buradan selam çakayım. Eski sevgili gibi yar olmaz.
       History of Food dersim başladı. Sınıfa girdiğimde arka sıralardan ilk duyduğum “olm, ben omlet bile yapamıyorum” cümlesi olunca. “Evladım, bu Yemek Tarifi değil Yemek Tarihi dersi” demek zorunda kaldım. Zavallı çocuklar sonra yıl boyunca etimolojik yağmura hedef olup çilekeş oluyor. Yokkk kızzzz, önce korkan çocuklar sonraki dönemlerde hep geliyorlar dersime. Stockholm Sendromu olduğunu düşünmek istemiyorum. Seviyorlar kız beniii, ben de onları çok seviyorum… Renklidir benim derslerim, zordur ama çileye değer J Hochkulturcanlar yetişir sıralarımdan.
        Sebastiannn, bak bakayım rüyada rahmetli anneanneyi rüyada Amr Diab’la birlikte minibüse bindirip konsere götürmek neye delaletmiş. Terbiyesizzz! Tabii ki kıçımın açık kaldığına değil. A dostlar, bunca yıldır taparım adama ilk defa rüyamda görüyorum. 21 yaşındayken Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni yazarken Viyana’da Freud Müzesi’ne gitmiş, oradan On Dreams’i almış ve rüyalarımı “dissect” etmeyi öğrenmiştim. O zamandan beri rüyamda kimi/neyi neden gördüğümü bilirim. Yatmadan önce eski Rock dolu zamanları düşünmüş, otobüs ve minibüs dolusu müzisyenle şehir şehir gezdiğimiz günleri hatırlamıştım. Amr Diab’ı ise neden gördüğümü şöyle çözdüm. Son zamanlarda olanın aksine, bu sefer ben hayal ettiğim birisini gidip alıp geleceğim diyorum kızlara. Bu tabii ki Amr Diab değil. (Ortadoğu ve Balkanlar’ın olmayabilir, belki sadece Balkanların olur, ne biliyorsunuz!) Ben elimi korkak alıştırmayayım, değil mi Sebo? Nası diyolar siz Sırpçaaa?
      Sebastiannn, kendine bir içki al! Nı ha haaa…

15 Şubat 2013

ROMA LOCUTA, CAUSA FINITA…


         Son sözü hep ben söylerim ben anacım. Roma’yım ben. Roma'yı bi de tersten okuyun bakın ne oluyor. Fiyakalı di mi? Bence de. Roma konuşmuşsa, dava bitmiştir. (Başlık da öyle dio). Anasonlu bir sarhoşluk içindeyim. 90 yaşındaki Shakespeare hocamı ziyarete gittim. (Bu lezzetli sözü de ondan öğrendim.) Bana Patxaran çıkarmaz mı? Hayatta en sevdiğim üç içkiden biridir. Tatlı, anasonlu bir Bask içkisi. İstanbul’da kaç kişinin evinde Patxaran vardır hacı? Allahım, madem beni seviyorsun, neden daha farklı alanlarda şaşırtmayı düşünmüyorsun? Sen bu kredimi al, daha hayırlı bir sürprize kullan. (Detaylarda anlaşabiliriz sanıyorum. Biraz eğilirsen, fısıldıycam kulağına.)
       İstanbul’un en eski asansörlerinden olan Milano marka ipli aygıtla aşağı inerken aynaya baktım. Tam 17 yıldır biniyorum bu asansöre ve her seferinde aynı mutlulukla dönüyorum. (Occupato/presente) bunca yıl zarfinda ilk defa askerlik anılarını anlattı Ercüment Hoca. Dağıldım. Levazımda yapmış askerliğini. Bir gün birisine kızmış, “sen de akıl yok mu?” deyince, o da bir cesaret “Teğmenim, aklım askerde lüzümsuz diye onu yanımda getirmedim” demiş. Başkasına deseydi postu delik olurdu şimdi, o başka.
         Son sekiz yıldır aynı soruyu soruyor Ercüment Hoca. “Kaçılın Türkler Geliyor” kitabımdaki küfürlerin menşeini merak ediyor. Açık hayvanat bahçesi bir şehirde yaşıyorum, duymayıp ne yapacağım. Ama 1963’ten beri Anadolu yakasına geçmemiş, son 7 yıldır da Beşiktaş’tan çıkmayan Ercümen Hoca bunu anlamak istemiyor.“Yavrum, sen külhanbeyleriyle mi takılıyorsun?” diyor. Evet, kısmen. Eşi Jill Hanım daha da komik: “Özlem, sen kiminle dolaşıyorsun?” Jill Hanım da 90’a yaklaşıyor. Hala yüzmeye ve sinemaya gidiyor. Geçen sene erotik bir filme gitmişler. Çıkışta “film nasıldı?” diye sorduklarında verdiği cevabın hastası oldum:   “Çok şey öğrendik, ama çok geciktik.” Bildiniz mi şimdi ben bunca enerjiyi kimlerden alıyorum!
       Bu memlekette kibar olmayacaksın anacım. Öyle sana söz gelsin diye beklersen nah gelir. Son 15 yıldır olabildiğince kibar bir tavır sergiliyorum. Ama dünden itibaren bir orman hayvanına dönüşme kararı aldım. Katıldığım programlarda kibarlıktan sıra gelmiyor anacım… Çok sevdiğim bir öğrencim Ankara’dan şaşkın gelip “Metrobüse binmek için zeki, çevik ve şerefsiz olmak gerekir” yorumunu yapmıştı. Söz kapmaya, hatta kaptırmamaya çalışmak da aynı kanuna tabii bence. TRT Türk’te sıra gelmeyince balık gibi her seferinde boşa açtığım, içine laf tıkılan ağzıma kuvvet ellerimi belime koyup “Şeyy, afedersiniz, beni konuşturmayacaksanız ben eve gidebilir miyim?” dedim. İnanın kızzz, vallahi billahi dedim. Karambolde birisi “Gerçekten gider ha!” deyince meydan bana kaldı nihayet.
       Baktım ki yaptığımdan sual olmuyor, bir sonraki söz ambargosu için şuna niyetlendim: Çıkaracağım çantamdan pijamalarımı stüdyoda, bir çift de terlik, “haydi Allah rahatlık versin anacııımm” diyerek heyecan yaptıracağım onlara. Bence çok hak ediyorlar. (Yaparım bilirsin J )  Hal böyle olunca kardeşim de “Abla, sen iyice delirdin” dedi. (Ona baksan, akıllı bir şey göreceksin sanırsın.) “Keşke Metin ölmeyeydi de birlikte vapurda ayağa kalkıp “haydi çocuklar aşıya!” derdiniz”, demez mi? Adnan Abim anlatmıştı ballı ballı. Metin bir gün vapurda ayağa kalkıp bağırarak “haydi çocuklar aşıya!” demiş. Kaç tane vardır bu adamdan memlekette sizce? Bir tane vardı, yeri de boş kaldı. Papa bile istifa etti, ben şu hayattan istifa edemedim güzeller. Haydi, istifa edemedim, bari istifade edeyim, onu da beceremedim yav.
       Belgrad’dan döner dönmez façayı düzeltip programa gitmeme şaşıran Cafer bunu bildirmiş. Çatlak kuzen Ozzy de altına şu yorumu yapmış: “Cafer, kuzen ordan çıkıp daha partiye gitmiştir :) Sonra da eve gidip yeni kitabı için bir iki chapter yazıp yatmıştır J” Kardeşimin konuya dair yolladığı karikatür hepimizi dağıttı.


        Kuzen Brüksel’e gitti. Tatlı talı boku donuyor oralarda şimdi. Durumu şöyle izah etmiş: “Haftalardır kapının önünde aynı kar tanesini görüyorum. Tekme atsan yuvarlanıp yan tarafa düşüyor! )  Barcelona ve Floransa’dan sonra Brüksel’de yaşarsan bunu hak etmişsindir zaten be kuzen. Neyse, Brüksel senin tadını çıkarsın bari.
        Tatlı tatlı sıyırmanın arifesindeyim. Dün akşam Yunanca kursunda ayakta uyumuşum. O esnada hoca da Yunanca çok komik bir reklam izlettiriyordu. Rüyamda Cem Yılmaz’ı görüyorum, ama seslendirme fondan gelen Yunanca reklamdan. Rüyamda diyorum ki “Vay be, Cem Yılmaz’a bak, ne güzel Yunanca konuşuyor”. Tam bu esnada Gökhan bir savsaklayarak uyandırınca apartmanın tepesinden düşüyorum sanmışım. “Ayyy” diye bastım çığlığı. Sınıf neyseki bendeki standart sapmanın farkında olduğundan az hasarla kapattık durumu.
       Ivana nam dünya tatlısı bir Sırpla tanıştık Semih sayesinde. (Semih ve Feyza’yla da havaalanında tanıştık ve 3 gün, 3 gece ayrılmadık. Hatta burada da! Buradan canımın içi yavrukuşlara selam olsun).  Sırbistan’da benim en çok tükettiğim bira olan Jelen’in reklamını protesto ettiği için içmiyormuş. Efes’e tekabül ediyor, düşünün artık. Reklamında “Men know why” dediği için ağzına koymuyormuş.  Aslansın Ivana, adamımsın, pirimsin. (Şey, afedersin, bi fırt daha çekebilir miyim atmadan önce?)
        Hotel Moskva’da kaldık. Clientela’ya bak: Einstein, Hitchcock, Gandi, Theodorakis, Pavorotti ve kimler kimler. Ama bu resepsiondaki yakışıklının İngilizcesini kurtarmaya yetmiyor. “I back your documents” (Ay bek yor dökümıntz)… You back my documents, I back yours, we all back our documents. Let’s back our documets. Sanırsın bizim üniversitede öğrenmiş. Yok, ben de zamanında prep school’da çalıştım, biliyorum. Suç bizde tabii. “I am a Süleyman Yunuk” yazıyorlar dört sene sonra, biz buna şaşırmıyoruz. Şimdi bakalım dünya otellerinde, restoranlarında ve sair yerde sirküle eden şenlikli cümleler nelermiş.

-Tokyo’da bir otedel: Is forbidden to steal hotel towels please. If you are not a person to do such thing is please not to read notis. 
-Bangkok’ta barda: It is forbidden to enter a woman even a foreigner if dressed as a man. 
-Norveç’te bir barda: Ladies are requested not to have children in the bar. 
-Budapeşte’de hayanat bahçesinde: Please do not feed the animals. If you have any suitable food, give it to the guard on duty. 
-Roma’da bir doktor tabelasında. Specialist in women and other diseases. 
-Rome kuru temizlemecide: Ladies, leave your clothes here and spend the afternoon having a good time. 
-Balkanlarda bir otelde: The flattening of underwear with pleasure is the job of the chambermaid. 
-Almanya’da Kara Orman’da (Schwarzwald) bir tabelada: It is strictly forbidden on our black forest camping site that people of different sex, for instance, men and women, live together in one tent unless they are married with each other or that purpose. 
-İsveç’te bir kürkçü dükkânında: Fur coats made for ladies from their own skin. 
-Bir mobilya mağazasında: "We stand behind every bed we sell."
-Moskova’da bir Rus Ortodoks manastırı karşısındaki otelin resepsiyonunda: You are welcome to visit the cemetery where famous Russian and Soviet composers, artists, and writers are buried daily except Thursday. 

        Bir Tutam baharat filminde bir sahne vardır. Küçük Fanis Atina’dan sevgilisi Saime’yi görmek için İstanbul’a giden trene biner gizlice ve uyuyup kalır. Sabah kalktığında darbe olmuştur. Camı açtığında annesini, babasını ve sayısız tankın yanındaki askeri görür. Yıllar sonra “neden bunca yıl beni görmeye gelmedin?” dediğinde, “Ben yola çıktım ama tanklar izin vermedi” der. Benimki de öyle oldu. Belgrad’da Alen Ademoviç’in çaldığı Vanila’ya gitmek için yola çıktık. Öncesinde de Etiler Nispet Club tadında bir tiki bir Sırp canlı müzik mekânında sosyal gözlem yaptık. (Ben arada çaktırmadan bayağı dans ettim, hoşuma da gitmedi değil hani.) Her an perdenin arkasından Arto’nun çıkacağı korkusuyla yaşadığımız bu mekândan iki saat sonra bir çıktık Belgrad bembeyaz bir sonsuzluk olmuş! Portakal tanesi gibi kar yapıyor. Kavuşamadık tabii haliyle. Yıllar sonra sorarsa ben de ona “Yola çıktım ama Mikail izin vermedi” derim. (Mikail, son bir haftada yaptıklarını bir kenara yazıyorum. Yanlış bir tuşa filan mı basıyorsun yavrum sen gökyüzünde ya? Yok mu tatlı bir sıcak? Soğuktan burnumuz düştü olm Balkan ellerinde!)
        Çok gezen neler bilir, bakın. Olacak iş değil. Ta Sırbistan’da bir Sırp’tan bu hikâye dinlenir mi? Ona mı şaşırayım,  hikâyenin kendisine mi bilemedim. Ivana bize öyle bir aşk hikâyesi anlattı ki şaşakaldık. Ivana’nın bir arkadaşı Eurovision’da Mor ve Ötesi’ni görüp Kerem’e âşık oluyor. Sevgililer arasında olan o tatlı anlaşmadan yaptıkları zaman sadece Kerem’i seçiyor. (Hani vardır ya? ‘Bir gün Monica Belluci gelse, gitmeme izin verir misin?’ gibi. “Gitmek” fiilini keyfinize göre değiştirin, ben kibar olayım dedim J )  Bu platonik aşk öyle bir hal alıyor ki, bir gün kızın bir arakadaşı Kerem’le onun resmini yapıyor ve bir internet sayfasında yayınlıyor. Kerem de resmi görünce kızı merak ediyor. Kıza mesaj gönderiyor. Kız inanmıyor. Derken, Kerem Sırbistan’a gidiyor. Sonra mı? İnanmayacaksınız ama yıllardır evliler ve şimdi de çocuk bekliyorlar. Aşkı için kalbini alıp yürüyen insanlara duyduğum saygı tariflere sığmaz. Yürü be Kerem! İşte mutluluğu gerçekten hak edenler onlar. Bu sevgililer gününde önünde reverans yapıyorum ve en kısa zamanda çoğalmalarını ve bolca yayılmalarını diliyorum.
      Giannis Parios geliyormuş. Niça çok güzel bir şarkısını dinletti: To diko sou amartima. Sözleri çok tatlı. “Benim işlediğim suçlar bir elin beş parmağını geçmez, seninkiler dünyanın bütün parmaklarıyla sayılmaz”. Budur! Antoş da Drapetsona şarkısının hikâyesini anlattı. Theodorakis yolda giderken birden İlhami Abiler geliyor, elindeki sigara paketine şarkı sözlerini karalamaya başlıyor. Arkadaki araba bindirince hiçbir şey olmamış gibi arabadan elinin çıkarıp “bir dakika” diyerek telef olan arabanın içinde şarkı sözlerini bitirene dek yazıyor.
      Aaa, bir San Valentine mesajı vermeden çekilmeyelim perdeden di canım? Kusura bakmayın anacım, ama aşk aslında yok. İdeası da yok, kendi de yok. Aloo? Platon, yavrum sen yazdın çizdin uzun uzun aşk merdivenleri filan ama nereden bilirdin evrimin tersten yürüyeceğini? Ladder of love’ın en altındaki hayvanların aslında en asil sevenler olduğunu göremeden gittin be adamım! Yazık oldu Platon Efendi’ye. Giannis Kotsiras, ses ver gülüm! Bu şarkıları yazan sensen bize de diyiver var mı aşk tabir edilen ve memleketimin insanının bünyesiyle uyum sağlayamayan mekanizma? Varsa yollama bunlara, mundar ederler onu da. Suyun öteki tarafında saklayın güzel olan her şeyi. (Sebastian, vize çıksın bu hücresi bozuklara. Yengen vizesi.) Men know why, tabii.
        Işıl’ın annesinden yılın facebook mesajı: “14 Şubat’ta sevgilim yok diye üzülmeyin. Kabotaj bayramında da geminiz yok nasıl olsa!” Diğer bir söz de Merve’nin âlemde duyduğu hoş bir şey: “Vantilatör dönerse serindir, dönmezse hiç serin olmamıştır.”
     Haftanın diyaloğu ise:
-Merve bize gelsene.
-Siz kimsiniz abla?
-Ben be yalnızlığım.
-Oooo, çok kalabalıksınız hacı.
       Alo? Ivana? Canım, rica etsem Alen Ademoviç’le şöyle bir resmimi yapabilir misin yanyana? Buğday tanesi kadar olsa yeter anacımmm… Alooo? Tünele mi girdin Ivana? Ivanaaaa…

4 Şubat 2013

GERÇEK Bİ ÇOKOPRENS DİZLERİMDE UYUYORR!


       Lay la lay, ben güneşi sen ay, annem de seviniyorrr… Hah ha hay gerçek bi prens dizlerimde uyuyor. Bu Gülben Ergen şarkısının içine nasıl düştüğümü sormayın, Makbule’nin babaannesinin gelinliğini giyip müstakbel kayınpederine yakalanan bir Burhan Altıntop repliğiyle cevap vermekten başka çarem kalmaz: “İşte bunu açıklayamayacağım!” Ama olur da klibe bakacak olursanız, kızımızın annesinin neden sevindiğini anlarsınız. Ben böyle bir şey bulsam, annem en iyi ihtimalle uzaya uydular gönderir, emekli maaşıyla otoyollarımızı tamir ettirir, falan filan… Gerçek bir prens dizlerinde uyuyormuş. Sanırsın Stefano Accorsi uyuyor kucağında. Olm, bildiğin Mustafa Erdoğan diiil mi o? Bir de benim dizlerime bak, Çokoprens uyuyor. (Yolda kardeşimle Çokoprens yerken, Merve yılın vecizesine imza attı: “İşte gerçek bir prens!” Çok o prens bize! Törkiye şartlarında en gerçek prens Çokoprens tabii. Kardeşimin bunu erkenden öğrendiği iyi oldu. Açılsın yurtdışına erkenden.
         Hani ben çalışmayacaktım artık. Hani roman yazacak, yan gelip yatacak, âşık filan olacaktım, konser konser gezecektim? Nerde anacımm! Böyle çalışamaya devam edersem sadece Çokoprens var bana, o da sadece çay saatlerinde. Bütün güvenlik görevlilerinin toplam çalışma saati kadar okuldayım ve maaşıma zam istiyorum. (Tek zam naaşıma gelecek bu hızla).
        Az önce koptum gülmekten. American Chemical Society bana üyelik daveti göndermiş. Güzel Amerikalı kardeşim, ben tarihçiyim, eh biraz da romancıyım. Zaten kimyam tutmaz sizin işlere. Eneee, ben lisede kimyadan zor geçtim güzelim. Gerçekten son zamanlarda hissettiğim en büyük ihtiyacı da bu nete üye olarak kapatabilirim, serbestim radikalim. Kimya adına şu an aklımda sadece alkali diyeti kaldığını, ondan öğrendiğim tek şeyin de light kolanın deriyi sarkıttığını, hatta şu anda önümde iki boş kutu kola olduğunu, üçüncüsünün de yarısının boşaldığını hatırlarsak duruma hâkim oluruz sanırım. Türk Tarih Kurumu da bana geçen sene hakemlik için Rusça makale göndermişti. Herhalde ayy, biliyor işte bir düzine dil Rusça da vardır aralarında elbet, diye düşündüler.  Alo? Körolası çöpçüler dayanışma birliği mi? Sakın üyelik göndermeyin anacımm…
       O zor geçtiğim kimya sınavlarından birinde 4 alıp, sonra tatlı bir panik atakla 8 almıştım. Arka sırada bugün memleketin büyük şirketlerinden birinin başında olan bir arkadaşımız o tombul kollarını koymuş sıraya, kafasını da gömmüş zırıl zırıl ağlıyor. 1 almış sınavdan. Ben de onu avutuyorum, “Kaan, üzülme, bak ben çalıştım iki katına çıkardım notumu.” Kaan hışımla kafasını kol yumağından kaldırıp şişmiş gözleriyle “Benimkisi iki katına çıkınca 1 oluyo gerizekalııı” diye bağırmıştı. Hakkı var dombilinin. Ayrıca gördüğünüz gibi, değil kimyadan matematikten geçmemin de tatlı bir mucizevî yanı yok değil hani.
        Bir arkadaşım Schengen vizesi verirken bakın ne çamlar devirmiş.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Organizasyon filan. Canlı müzik işi. X.Y.’ın (80’lerin en büyük 3 piyanist şantörlerinden biri) programlarına bakıyorum.
-Ayy, niye onu götürüyorsunuz programlara?
-Çok ucuza geliyor bana çünkü.
-Ayy, kimse kalmadı mı memlekette. Korkunç bence.
-Benim babam da, ondan ucuza geliyor.
-Görüşme burada bitmiştir, buyrun vizeniz. Saygılar.
     Adnan Abi’yle konuştuk. Cebrail’le yemek yiyorlarmış ve beni anmışlar. “Ne dediniz hakkımda?” dedim olası şımarıklığımla.“ ‘Özlem olsa ne güzel tatlı tatlı yerdi’ dedik”, dedi Adnan Abi.  Ne olacak benim bu şanım ya! Masaya oturunca bildiğin arsız oluyorum. Cem Yılmaz Mehmet Yaşin’i yok etti. İyi ki beni tanımıyor. Yoksa Yaşin’in silip süpürme âleminde bana rakip değil, yaren bile olamayacağını bilir, görürdü. (Hatırlayalım biraz: Naaptın? Eee, sen köylünün rızkını yedin. Börek mi? Biz böreği görmedik ki! Krom tadı geliyormuş, gelir tabii. Tabağı yedin hacı sen!) Yemek tarihi öğrencilerim beni masada bir görseler beni bir kaale alan çıkar mı acaba? (Hah, ben de giderken otoriteyi portmentoya bırakırım, birine yarar.) Yunanca kader arkadaşım Eyüp paskalyada Niça’nın evinde yemeğe davetli olduğumuzda masaya devekuşu gibi gömüldüğümü görünce “hocam ya, bu ben yokken de geliyor mu? Hiç utanmıyor da yerken!” demişti. Yemek benden utansın anacım.
       Belgrad’a gidiyoruz Cafer’le. Beyaz Şehir’e. Lahana, lahana ve daha çok lahana yiyeceğiz. Bira fıçılarında uyuyacağız. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasına Basra alçak basıncıyla karşı koyacağız. Canım sen orada dur, biz sana geliyoruz! Beş yıl önce Balkanlar’da tam beş bin kilometre yol yapmış, tek ülke bırakmamıştık görmedik. Sırpcanların vize istediğine son gün uyanmış acele vize almaya koşmuştuk tırım tırım. Bütün belgelerim tamam, bir eksik var! Bilin bakalım ne? Pasaport! Canlarım tipime bakıp pek aklı selimi yerinde olmayan bir zat olduğunu anlayınca “hocam, pasaportu da getirin, yarın verelim vizenizi” demişlerdi her türlü olmayacak şartı zorlayarak. O günden beri severim Sırpları. (Benzer bir durum için lütfen bknz. ilk paragraf http://ozlemkumrular.blogspot.com/2010_08_01_archive.html)
       Beş bin kilometre boyunca başımıza neler neler gelmiş. Ben gece Arnavutluk’ta otobanda ters yöne sapmışım uyurgezer direksiyon sallarken. (Heee, sevindiniz bi an di mi? Ölmiycem daha ben!) Arkadaşım bana laf attılar diye benzin istasyonunda masaya çöreklenmiş, bir önceki hayatlarını şüphesiz su aygırı olarak tamamlamış, bıyıkları Nietzsche’den de uzun, dört besili Macarcanın üzerine tükürdü. (Bir Türk dünyaya olmasa bile, Macaristan’a kesin bedelmiş, gördüm gözlerimle maalesef.) Mohaç’tan bu gerginlikle Novi Sad’a iniyoruz. Kusturica’nın kaçırdığına çok üzüleceği bir sahne yaşandı. Arabada sinir krizi geçirip devasa haritayı parçaladık ağzımızla, lokma lokma camdan atıp dağlardan kış uykusuna yatan ayıları indirecek kıvamda böğürdük! Sırbistan beni unutmadı anlayacağınız.
         Ailede dört kişiyiz, toplam beş ayrı evde yaşıyoruz. Sürekli rotasyon halindeyiz. Hücrelerimize işleyen peşmerge ruhuyla hafta içinde oradan oraya taşınıyoruz. Ben günlerdir eve uğramıyorum. Ev en son İsa’nın vaftiz edildiği suyla temizlenmiş durumda. Buzdolabı eko yapıyor.  Bırakılıp unutulmuş meyveleri haftalar sonra gören tanıyamıyor bile. Geçen gün dikkatle bakıp sökmeye çalıştım, anlayamadım havuç mu elma mı? O derece desem, yalandan başım ağrımaz. Kardeşim de her gün hastanede nöbette. (Bundan sonra “nöbet şekeri” olarak anılacaktır.)  Hal böyle olunca, eve giren nesneler küf, kurt, çürük formatında çıkıyorlar. Babam kızlar arasında bir rekabet yapma hevesinde olsa gerek ki geçen içinden yarım metre yeşil soğan çıkan sözde kuru soğanlarıma bakıp “Ooo, Merve’ninkiler daha uzun” dedi. Bakımsızlığın sesi!
        Slash gelir de gidilmez mi? Hem de alt grup Malt’sa. Konser öncesi Mangal Keyfi diye bir kebapçıda toplandık. Ben hararetle bir şeyler anlattığım için fark etmemişim, Meral “Özlem, farkında mısın,  Jim Morrison çalıyor?” deyince uyandım. Anacım bildiğin muhteşem Rock parçaları çalan bir kebapçı! Kebaplar da keza. Pirimiz Meral her türlü imkânsız bileti bulduğundan gittik kapıya ve karaborsacanlarla bir macera başladı. Slash bu, ne gezer bilet! Ama Meral imkânsızı dile getirdi ve Mösyö Karaborsa’ya üç kişi 200 kâğıt bayılmak suretiyle sahne önünde yer aldık. Hem de biletsiz!  Amca bize bilet bile satmadı, seviye bu! İki adet barmen sarı bandı taktı bize. (Toplam üç kişi idik oysa) Ben ilk yolsuzluk deneyimim olduğu için tatlı tatlı tırstım. Meral’le ikimiz her şey dâhil otelin sarı bilekliği tadındaki (ya da kuçuların ve pisilerin pire savar biletleri tadındaki) önem arz eden kâğıt parçasıyla içeri girdik. Sonra Chaucer’ın “fortune favours the brave” dediği hatun kişi olan Meral benim bilekliğimle çıktı ve Sontaç’ı da getirdi. Hey yavruuum, işte TC şartlarında yeni bir hatun idolüm oldu. (Bugün de heyecanla bir arkadaşıma sarı bileklik maceramızı anlatıyordum, o da “Aaaa, unutmuşum” diyerek kolundaki bilekliği gösterdi ve “ben de konserdeydim” dedi. Hayatı ne geç yakalıyorum olm Sebastian ben?)
      Slash bile sigarayı bırakmış. (Bakın, konserden sadece bunu anlamışım meğer.) Malum pireden koruyan sarı bantlarımızla sahne önüne geçince olayın içine düştük. Öyle bir düştük ki Sontaç “Aaa, Slash’in bir karaciğer problemi var, görülüyo”, dedi. Nasıl görüldüğünü sormadık. Ben şahsen gönül gözüyle günde bir fıçı içtiğinden mütevellit böyle bir sorunu olduğunu ona bakmadan gördüm, çünkü sanırım konser boyunca davulcuya baktım sadece. Solistin de Axl’den bile iyi olduğu hiçbirimizin gözünden kaçmamış. Anam, yıllar Slash’e iyi gelmiş. Konuşturdu yine. Ama biz konser esnasında Slash’in yağ oranına bile değindik o gürültüde. Bizi bir duyan olduysa son yorumumuzla hayli şenlenmiştir. “Amaaan, boşver, yatçak değiliz ya!” 10 yıl Rock âleminde müzik yazarlığı yaptıktan sonra bu altın seviyeye ulaşmış olmam gerçekten takdire şayan bence.
         Akıllara ziyan bir falcım var. Herkesle enerjisi tutmuyor, ama ben ona ruhumu açtığım için ciğerimi okuyor. İki yıldır herkesi, her şeyi gün be gün biliyor. Birkaç defa ulan, şu kadere bir karşı koyayım, diyerek dediklerinin çıkmamasına uğraştım. Nerde anacım? Her dediği mi olur bir insanın? Herkesin tüm gizli düşüncelerini bana ifşa eder mi bir falcı? (Bana isteseniz de yamuk yapamazsınız anacım, haberiniz olsun). Büyük ve gerçek bir aşk yaşayacakmışım ve bu bahtsız adamın adında T harfi varmış.  Bunu öğrenince heyecanla Yusuf Hoca’ya söyledim. Tepkiye gelin: “Ohhh, ben de yok, ben yırttım!”. Yeğeninden gelen responsa ne demeli? “Allah’a şükür, ben de yok!” Sonra konu yine açıldı. Yusuf Hoca “Ahmet, biz yırttık ama sen yırtamadın. Sen de üç tane var!” demez mi? Ne kadar çok sevenim varmış meğer! Ne yapıyorsam bu erkeklere, bir de ben bilsem keşke. (Ha, bir an hatırlar gibi oldum. Hande face’te yazmış, sevdiklerine askerlik arkadaşı gibi davranan TC erkeklerineydi sözüm (sözüm geneleydi, özel değil). Boy boylamış, soy soy soylamış, bakalım ne soylamış: “Böyle yapan şuursuzlar kamuflajları çekip direkt arazi olmazlarsa cenazelerini kaldırırsın 200-300 sayfayla (arkadaşın da şöyle eğlenceli bir kitap okumuş olur onca zaman sonra)... Not: Helvayı Maurizio kavursun ama, eli lezzetli onun.” Bildim şimdi.
          Bugün Tuna’nın söyleşisi vardı Muhtar Özkaya Kütüphanesi’nde. Tuna olunca akan sular durur. (Pazar günü toplam 2.5 saatte 60 km yol herkese yapmam hani.) Derya’yla sürpriz yaptık. Derya Tuna’nın son kitabını (Gönül Meselesi) akla ziyan bir dikkatle okumuş. Şansal, bakalım ne yorum yapmış Derya:
“Orada kahraman yazarın elinden kurtuluyor herhalde, değil mi?
      Şuna ne demeli?
“Burada yazar kendisi konuşuyor, kahraman çekilmiş oradan, fark ettin mi hiç?”
   Neyse Tuna kıvrakla cevap verdi. Ben olsam ne derdim acaba? Bence şöyle derdim:
“Hacı, bırak beni. Ben sadece şemsiye yapayım.”

      Tuna ayrıca daha önce Hakan’dan (Gencol) duyduğum bir anekdotu anlattı. Pek severim. Beni anlatır doğrudan. Bir Kızılderili rehber bir gurup kızılderiliye yol gösteriyormuş. Bir yerde durmuş ve beklemeye başlamış. Ahali sormuş, “ne bekliyoruz?” diye. “Ruhlarımızı”, demiş. “Biz çok hızlı geldik, ruhlarımız geriden kaldı.”  Hah, işte bana yıllardır olan şey bu. Hiç ruhumu bekleyecek vaktim olmuyor. Telef oluyor garibim bedenime yetişeceğim diye. (Ruh mu? O da ne? )
     -Alooo? Mikail mi? Canım, ne bu havalar? Bize mi bu havalar? Limonata tadında bir hava yapmışsın ortaya karışık. (Sebastiann. Okuyucuya dipnot geç. Mikail’in bu hava işlerinden sorumlu melek olduğunu hatırlat. )
    -….
   -Aloo? Kime diyorum, havan bana mı güzelim? İşim gücüm var, ofise kapandım diye mi bu havalar bana. Hani Mart gelecek, kapıdan baktıracak, kazma kürek nevi şeyler yaktıracaktı. İnsanın atalarına bile güveni kalmadı bu dünyada. İsrafilll, üfle, üfle.  Kapansın gari perde.
    Kardeş diye bağrına basınca neler oluyor bakın:
“Ne aldım bil bakalım, Merve”
“Akıl fikir? Ama henüz sana uygun teknoloji çıkmadı!”
  Arkadaşlarım olsun, kardeşim olsun, herkes de beni pek bir seviyor bu aralar canım… Alooo??

    Bekleyin beni Toran Bregovic, Talen Ademovic! (Bir harf için birbirimizi kırmayalım, di mi?)
       Anneeee, bitttiiii!!