10 Nisan 2013

HER NİSAN BİR YAŞ DAHA GENÇ…

    Bu yıl da bütün güzellikler benden yana olsun anacım. Hayatımın en eğlenceli doğum gününü geçirdim. Ben dâhil hiç kimsenin 39 yaşıma bastığına inanmadığı şu son bir hafta film tadında geçti yine.  Mr. Mutluluk Hattı (Yusuf Hoca) doğum günü yemeği için bizi Hayvore’ye götürdü. (Lazca I’m here demekmiş, hâlâ gitmedinizse kaçırmayın, Taksim’de) Tesadüfen Adnan Abi (Özer) ve Cebrail’in (Okçu) orada olmasıyla benim doğum günü abzürd drama oluverdi. Adnan Abi telefonla çiçekçiye ulaşamayınca restorandaki saksılardan birini tepelerden indirtip bizim masaya göndermiş. Küçücük bir masada eşek kadar bir saksı ile var olmayan ciddiyetimizi kaybetmiştik ki Cebrail giderken “Artık küçüleceksin,” dedi. “Tersine evrim yani.” Son cümleyi de herkes duyunca sırıtarak “ biz de artık yavaş yavaş kalkalım bari” demek zorunda kaldık: “Maymuna döndüğünde tekrar görüşürüz!” Ben de aynaya bakıp şöyle dedim. “Ee, pek bir şey kalmamış”. Güzel, ama replik benim değil. Yusuf Hoca’nın taksisine bindiğine komik pabuç dilli taksicilerden birinin. Yusuf Hoca takside “Ölene kadar çalışmayı düşünüyorum” diyince taksici ona muzip muzip bakıp aynen böyle der: “Ee, pek bir şey kalmamış”.  (Yusuf Hoca bana akik bir kolye, bir de ayna aldı. Ayna “sana senden daha güzel bir hediye bulamadım” demekmiş. Çok lokumlu. Akik de enerji verirmiş. Bence akik enerjisini benden alıyor.)
     “Çok mutluyum”, dedim Hande’ye. “Doğum günüm!”. “Dünyaya sormalı bir de”, dedi. “Dünya o kadar mutlu değil. Sen erkekler neden koştura koştura gay oluyorlar sanıyorsun? Geçen zaman içinde erkekler güzelleştiğinden değil. Kadınlar da birden çirkinleşmedi. Hepsi senin yüzünden. Deccal misin sen yavrum?” dedi. Anacım bu arkadaşlarını ara sıra uygulamalardan update edeceksin, yoksa çekmiyorlar. Ya da uçak mod’una alacaksın bir süre.
      Ballı ballı bir dört gün geçirdim. Bursa’da Yıldırım Bayezid sempozyumundaydık. Sanırım padişahlar içinde adamım o. Bana çok benziyor. Düşünmeden hareket ediyor, çabuk karar veriyor, hayatı yakalayayım derken yüzüne gözüne bulaştırıyor. Canı ne isterse onu yapıyor. Turgut Kut gezi boyunca bize dünyayı anlattı. Gece-gündüz öğrenme ve masal dünyasında dolaşma halindeydik. Küçük bir kedi yavrusu gibi peşinde dolaşıp dinledik, dinledik. Sanırım onunla bir nehir söyleşi yapıp ülkenin son 60 -70 yılının renklerini kaydetmek istiyorum. Yüzlerce bilgiden bazıları:
-Elinin körü, “ölünün güru’ndan (mezarı) geliyormuş.
-Erzurumlular için “ara sıcak” çaymış.
-Muz ağacı sadece bir kez meyve verdiği için ağaç sayılmazmış.
-“Kazın ayağı öyle değil”, kaziye öyle değil’den bozulmuş.
      Gün batımında Tirilye’deydik. Ahtapot, fener kavurma, tekirler eşliğinde içip güzelleştik, güzelleştikçe çıktı hikâyeler çıkılardan. Turgut-Günay Kut çifti bizi Tirilye’de gülmekten ölüme yaklaştırdılar. Nişanlarında nar suyu ve votka ikram etmişler. Ne hoş detay. Diğerleri de son romanda huzurunuzda.
       A dostlar, Bursa’yı da Arapcanlar basmış. Her zamanki gibi ayağımın tozuyla kaldığımız otelde kasırga gibi estim geçtim. Kervansaray’daydık. Malum, bunlar sıcak sulara inmeye meraklı bir millet. Beyinleri kaplıcada iyice haşlanıyor, mikroskopla görünemeyen kısmı da buharlaşıp uçuyor. Tarladan doğru soframıza gelmişler. Mağaradan otele. Aracısız. Yan odaya kabile yerleşti sandım. 120 desibeli futbol sahasında yasaklayacak Katalanlar yakında, bunlar 140 desibelle anlaşıyorlar aralarında. Su aygırlarından biri kapımı zorladı, hemen anladım durumu. Okuma yazma olmadığından oda numaralarını da el yordamıyla çözüyorlar. Aynı zorlama 4 kez tekrarlanınca, 5. sinde pijamalarla çıkıp gözüm kapalı başladım bağırmaya. “Demüzlük için geldüydüm” cümlesini duyunca baktım ki senkronu yine tutturamamışım. Nasıl bir nefret içindeysem bir türlü çıkamadım, kadıncağıza “söyleyin o Araplara, dövücem ben onları. (Aynen böyle dedim, Allah inandırsın. Temizlikçi kadının job description’ında Araplara haber iletmek var mı ki?) “Ayy, çok korktuk, diyecekler sanki”, dediğinizi duyar gibiyim. Bendeki acı gücü bilen bilir. Spor salonundan bana yakında orman ayısı kimliği verecekler. Bursa’da bizi gezdiren devasa minibüsün ağır kapısını küçük parmağımla açınca Özer Hoca şok geçirdi, “her seferinde yeni bir şeklini görüyoruz” dedi. Acı gücümle sükse yapmaya devam ediyorum. Eserlerimle olduğundan daha büyük saygınlık sağladım parmağımın mucizevî gücüyle. Kapa parantez, dön Araplara. Temizlikçi kadını şaşkın bakışlarını koltuğunun altına vererek gönderip lobiye indim. (23 Nisan şenliğine gelen bütün Arap çocukları birden gördüm sanırsınız. Oysa tek bir ailenin veletleri. Yumak olmuş, böğürüyorlar. Ona lobi mi denir? Dense dense fobi denir.) İndim fobiye, resepsiyondaki adama çemkirmek için derin bir nefes aldım ve bunu müteakip hiç nefes almadan 80 tane cümle sıraladım. Ayyy, bunlara homo erektüs muamelesi yapıyorsunuz, yüz veriyorsunuz, bıdıbıdıbarugüppereekkds… Üç saniyede resepsiyonisti etkisiz hale getirdim. O an susmam için bana servetini teklif edebilirdi. Meğer gerçekten yan odada tam tamına on kişi kalıyormuş! Sevgi yumağı şeklinde. Onubirlik. Dokuz alana bir bedava. Bunu duyunca az kalsın bayılan ben oluyordum, yürü kızım kereviz, dedim, sana ne gerektüs… Basra alçak basıncından, bu Arapları bu hale getirdiği için özür bekliyorum. Alçak basınç!
       Atlantis’ten Gelen Adam hayatımı renklendirmeye devam ediyor. Son olarak nasıl taşındığını anlattı, Kusturica filminden bir sahne sandım. Evi bizim üniversiteyle yapışık. Eski evi de tam arkadaymış. Arkadaşlarından biri üniversitenin çatısına çıkmış. Biri eşyaları ona atmış, o  diğerine, sonuncusu  da çatıdan yeni evin camından sarkan diğer arkadaşa. Bu sahneyi Ak Kedi/Kara Kedi’de gördüm diyorsunuz, haklısınız. Atlantis’ten Gelen Adam benim erkek versiyonum. (Uzun sapsarı saçlı, yeşil gözlü halim. Yoksa ben mi onun erkek haliyim bu saçlarla?  Bunu bir daha sağlam kafayla düşüneyim ben. Bak şimdi şüphelendim.) Yan yana gelince sınırsız şımarabiliyoruz. Bu sabah öğrenciler şaşkına dönünce “Rahat ol”, dedim, “onlar beni yadırgamıyor. Seni yadırgıyor!”  (Okulda efsane olmaya devam ediyorum. Biraz daha olursam doğrudan muhasebeden tazminatımı alarak bunu ölümsüzleştireceğim, o başka.) Geçen gün usulca gelip Mr. Mutluluk Hattı’nın (Yusuf Hoca) odasında paltoların arkasına saklanmış. Ben de “Ay lav yu, ay lav yu, du yu lav mi yes ay duuu” diye bağırarak odaya girince kahkahayı basınca daha fazla saklanamadı. Yusuf Hoca buna istinaden ballı bir anısını anlattı. Yıllar önce bir turistik kasabada tek bildiği İngilizce “aylavyu”yla sınırlı olan bir öğrencisi yanında sevgilisiyle giderken yabancı bir çiftle muhatap olunca ona “bak ben onu seviorum, sen de onu seviyorsun” babında kız arkadaşını gösterip “aylavyu”, sonra da erkekle kız gösterip “aylavyu” demiş. Bunu bir de Yusuf Hoca’dan dinleyin, okulda dinlerseniz kesin tazminatınızı hemen verirler.
     Yatağımı kiraya vermeye karar verdim. Yatağımla ilişkimiz hiç rutine dönemiyo. Çünkü görüşemiyoruz. O yüzden uzun soluklu bir ilişki içindeyiz. Beni anlayışla karşıladı. Bayandan temiz, az kullanılmış yatak. Her sabah gözlerimi açtığımda “ben kimim, burası neresi?” demek zorunda mıyım ya? Hande’nin temizlikçisi (Mete Amca’nın türbanlısı) beni aile eşrafından sanıyor. Apartman sakinleri de bavulda yaşadığıma kaniler. Ara sıra banyoda böğüre böğüre iğrenç Arapça şarkılar söylemesem ikametgâhımı bavula aldırdım sanacaklar. Survivor için de evimi kiralamayı düşünüyorum. Buzdolabında yaşam belirtisi yok. Ev en son İsa’nın vaftiz olduğu suyla temizlendi. Ayrıca tatlı bir kutup rüzgârı esiyor salondan yatak odasına doğru.
      Cemre, bak canım. Koordinatlarını söyle, ağzını burnunu kırmaya geliyorum. Düşene vurulmaz, dedik, ses etmedik, ama bizim de bir mini etek giyesimiz, şortlara bürünüp adalara gidesimiz var. Adaya gidelim, bisiklete binelim artık ama!
     Dün kızlar çıkar ayak bir senaryo yazdılar. Yine evlilik karşıtı bir söylem içindeyken dediler ki, ben bu sene apar topar evlenecekmişim. Hem de ben bile şaşıracakmışım kiminle olduğuna. Davetiye hazırlamaya vaktim olmayacakmış, pembe post-it’ler yapıştıracakmışım arkadaşlarımın eline. Yeşil elmadan el şekeri dağıtacakmışız şeker niyetine. Nikâhımı da dekanımız kıyacakmış. (Nuri Hocam beni sever, bana böyle bir kötülük yapmaz, senaryo gereği olsa gerek.) “Beşiktaş Belediyesi’nin bana verdiği bitkiye dayanarak…” diyerek evlendirecekmiş bizi.

Haftanın favorileri:
Sıfat tamlaması: Yalan Dünya’dan, “Manik serçe”.
Mekânı: Çırağan Birahanesi ve fondan gelen “arım, balım, peteğim” şarkısı.
Rezaleti: Yalan Dünya başlıyor diye mal varlığımı meyhanede bırakıp eve koşmam. (Mal varlığım: spor çantası içinde fotokopiler, nemlendirici, makyaj malzemeleri.) Atlantisten Gelen Adam sabahın köründe, uykulu gözlerle okula getirdi onu ama twitter’da benim için “dizi bağımlısı” yazmayaydı iyiydi.
Komiği: Atlantis’ten gelen Adam’ın benden önce keşfettiği youtube’taki son videom. Bayramda anneannesinin elini öpmek için sıra bekleyen oğlan çocuğu kıvamında. İnsan beş dakika bakamıyor gülmekten. Kardeşim Gözlem Yumrular şeklinde ört bas etmek istiyorum olayı.
Şebekliği: Sabahın köründe İspanyolca dersinde bir öğrencime kendimden geçip “n’oldu, rengin soldu!” demem. Bazen içime popüler kültür giriyor. Aslında içimdeki popüler kültür hiç dışarı çıkmıyor da denebilir. Sanırım ikincisi.
Zihni Sinir Procesi: Atlantis’ten Gelen Adam’ın Alen Ademoviç’e benzerliğini kazanca dönüştürmek için ona Alen kisvesiyle bir turne hazırlamak. Toyluk yıllarımdan menajerlik deneyimimi şimdi akıllıca değerlendirip paraları Karadağ’a EFT’leyip sırra kadem basmak. Niye EFT’liyorsam Karadağ’a. Yatır hesabına, beraberinde gelsin. Bir bankacı anne kızı olarak bankacılıktan hiç anlamadığımı bugün bir kez cümle âleme ilan ettim bankada. Paracıklarımı alıp TEB’e geçtim. (Bünyemin para birimi avro olduğuna). Reklamlara çıkan Selahattin kadar bile bankasal zekâ olmadığı için banka ahalisine unutulmayacak bir gün yaşattım.
-15.000 avroya kadar % 3.5 faiz.
-Üstü?
-% 2.75
-Gelecek ay otomatik olarak mı değişiyor? (Abla, bu neyin kafası. Ne yediysen bana da versinler, yoksa ben sana katlanamıyom be anam.)
-Aylık olduğu için evet.
-2.1’e düşecek dediniz? O ne?
-Marifetli hesap dışı olan kısmı. (Kasa marifetiyle bayıltsam, kaza süsü versem?)
-Ay, bi dakka, kafam karıştı. (Zaten pek var gibi görünmüyordu be canım ablam. Bak arkanda da ayı var zaten.)
-14.950 avroyu buraya alacağız ki, gelecek ay faiziyle 15.000’i geçip diğer hesaba bağlanmasın. (Selahattin olaydı, iyiydi.)
-(Düşünce balonum: Nasssıı bu, fantezi lan bu? 14.950’yi ayır, çırp. Beyazlarını ayrıca çırp, sonra birleştir. Toplamının integralini al, o da doğrudan türeve bağlıyor zaten. Yılma kızım kereviz, kafan karışsın diye yapıyorlar.) Peki TL’ye çevirsem?
-O zaman % 8.1.
-Macar Forintine çevirsem. Faizini Leh Zlotisi olarak alsam. 50 avrosunu Romen Ley’i yapsam, kalanları da bozdurup ortası parlak ve delik Japon Yenleri halinde hesap cüzdanımın kenarlarına bir kat sutaşı, bir kat fistoyla bir edip süs yapsam. Üç ay sonraki faizi de sırf puştluğuna Madagastar ariary’si cinsinden istesem, bulamasanız. Sonra da ben annemi isterim diye tuttursam, salya sümük ağlasam iyi mi olur?
-Abla, arkanda gerçekten ayı var ya! Kasayı kaptı geliyo. Güzel kafana tikat…

Haydi aylavyu, aylavyu!

1 Nisan 2013

ESKİ SEVGİLİNİZDEN ROMAN YAPILIR

   Ancak benim başıma gelebilecek şeyler vardır, benim başıma gelmeye devam ediyor.

1-          Birkaç saat önce, Şişhane metrosunda: Kargo’nun eski solisti Deniz’i yıllar sonra görmenin verdiği sevinci yaşıyorum. Onlar da stüdyodan dönüyorlar. Birlikte magmadan bir önceki durak olan Şişhane metrosunun en derin yerindeyiz. Kikirdiyoruz hep birlikte. 3 Nisan geliyor. Doğum günüm. Meral “Edebiyat ve müzik dünyasından sana sürpriz doğum günü partisi yaparlar bu yıl” diyor. Ben de “Ayy, nerde anacım. Hayatta bana sürpriz doğum günü yapan tek bir kişi oldu, o da eski sevgilim” diyorum. “Kim?” diyor Meral. Arkadan bir ses “Özzzlem!” Eneee, Serkan! “İşte bu diyorum”. Serkan ölümlüsü, ölümlüler arasında bir ölümsüz. Öyle toplu taşımaya filan da gelmez haspam. Neye şaşıracağıma şaşırdım, sonra da metrodakiler çıkardığımız sevinç nidalarına şaşırdı. Durduk yere şenlendirdik mekânı. Yaşanacak mekanlar yaratmaya devam.

2-          Ebru beni bir arkadaşıyla tanıştırdı. Akaretler Corvus’ta içtik, güldük beraber. (Sanmayın ki Doğan Kitap öyle her yazarını yakışıklılarla tanıştırma gibi ekstra bir hizmet veriyor. Bana özel.) Delikanlımız psikolog. (Hah, durdur Uğurcum. Şimdi anladım neden Ebru beni tanıştırdı çocukla. Çaktırmadan tedavi ettirecek beni bence.) Bu komik yemeği bizim çatlak Deniz’e söyledim. O da “Aaa, tanıyorum ben o çocuğu. Benim bankadan müşterim o!” demez mi! (Olayı test ettik, doğru çıktı. 13 yıl önceki müşterisini tanıyan bir arkadaşım var benim ama! Korkuyorum haliyle.) 17 milyon değil miyiz biz ya? Bunun benim başıma gelmesi yüzde kaç olasılık hesabı içimde yeavroom?

3-          Corvus’tayız. Kahkaha dolu bir yemek geçiyor. Benim falcının bahsettiği koç burcunun psikolog delikanlımız olma ihtimalini ölçüyor Ebru. Ben orada bir iksir içip yok olmak istiyorum. Çünkü şöyle bir an yaşanıyor, hem de olanca ciddiyetiyle: Yakışıklımız yengeç burcu çıkınca Ebru delikanlının yükselenini bulmaya çalışıyor. O da tutmayınca Ebru’dan son çırpınışlar (glu, glu.) “Ay, bakiiim o yıl yaz saati uygulaması ne zaman yapıldı”. (Gayet ciddi ve azimli o anda!) Bendeniz tam bu esnada masanın altında, koordinatları bilinmeyen bir noktada gülmekten ölüme yaklaşıyordum üzerinize afiyet. İnsanın bana katlanması için ya psikolog olması lazım, ya da psikopat bence zaten! Ebru da bunu hesaplamış.


      Kargo’nun eski solisti Deniz’i bilmeyen yoktur herhalde. Deniz Kızı adıyla bilinir. Yıllar yılı Hayal Kahvesi’nde grubuyla, Deniz Kızı adıyla çıktı. Tünel’de yeni grup üyeleriyle kocaman bir masaya yayıldık şenleniyoruz. (Oktay sağ olsun.) Bir gün Cem Ceminay radyoda “şimdi de Deniz Kızları” diye anons etmiş gençleri. (Deniz hariç hepsi erkek bittabi) bunun üzerine eski radyo gafları anıları canlandı. “Alice Cooper dağılmış” en sevdiklerimdendir. Sürekli bir davulcu sorunu yaşandığı için grubun son komplo teorisi: “Grubun altında yatır var!” Özlemişim kız , grup muhabbetlerini, masaya oturursun, biranı içersin. Her biri ayrı cafcaflı kişilikler konuşur. Valla şunu bilir şunu söylerim, Törkiye’min yazarı çizeri sıkıcıdır, ama müzisyenleri tadından yenmez. Gülmeyi ve güldürmeyi en kalitesinden becerirler.
      Akıl sır ermez hızda bir hafta yaşadım. Bir güne on gün sığdırdım, Yunanca dersinde ayakta uyudum, bir elin parmakları kadar bile uyuyamadım bütün hafta. Farsça’ya başladım. Başım döndü güzelliğinden. Talat Hoca’mızın annesi pek güzel dermiş: “Farisî bilmezsen gider ilmin yarısı, bilir isen gider dinin yarısı”.
       Hayatımda tanıdığım en renkli kadınla tanıştım bu hafta: Sula Bozis. Kitaplarından tanıdığım bu dünya tatlısı hatun kişiyle öğle yemeği yedik. Benim derste gösterdiğim “Bir Tutam Baharat” filminde bir sahne vardır. Eve bir düdüklü tencere gelir. Pişirme operasyonu esnasında garip sesler gelmeye başlayınca evin babası agresif ama tatlı Savas elinde havluyla tencereye yapışır. Sonra bir karanlık ve patlama sesi. Bir sonraki sahnede o ana kadar hep Yunanca konuşan Savas yüzünden sarkan ayşekadın fasülyelerle pek tatlı bir Türkçeyle şöyle der:  “S..ktuğumun duduklusu!” İşte bu enfes sahne aslında Sula Bozis’in hayatından bir kesitten canlandırma. Son kitabı “İstanbul Rumlarından Yemek Tarifleri” kitabını imzalattım. Hayatı pagan kültürü üzerinden anlatmasına hayran oldum. En kısa zamanda bizde yemekte toplanacağız. Anlatacağı çok hikâye varmış. Ölürüm ben heyecandan.
      Ay, hepimize hayırlı olsun dostlar, yeni romana başladım.  Tatlı bir aşk polisiyesi. Olay mutfakta geçiyor. Nasıl heyecanlıyım, nasıl heyecanlıyım anlatamam. Yıllardır asla aslı gibi yazmayı başaramayacağımı düşündüğüm bir aşk hikâyesini de ölümsüzleştirmiş olacağım bu sayede. (Eski aşklarınızdan roman yapılır.) Gerçek büyüsünde anlatmakta zorlanmazsam tabii. Ancak ve ancak benim başıma gelen bir hikâye yine. Okur bilir.  Chronis P. bir televizyon programında beni izler ve karşısındaki hayale âşık olur, gece rüyasında benimle evlendiğini görür. Sabahın köründe Yunanca hocamın evine gider, onu da alır okula getirir. Kargalar açken kapının önünde bulurum onları. Sonra yeni yapacağı programa Yunanca, İspanyolca, İtalyanca konuşan sunucu bulma bahanesiyle bana gelirler. Konuşup anlaşırız, ben bu numarayı yerim. Sonra bir hediye yağmuru. Derken, sahte programdan bir daha bahsedilmez.
       Bir gün beni İstanbul’daki evinde muhteşem bir yemeğe davet eder. Akıl almaz bir masa, evin içine girmiş Haliç manzarası, camın kenarında bir ahşap masa. Evi terk edip giden Rumlar eşyalarını da bırakmışlar. Onların çatalları, bıçakları. Aynaroz’da keşişlerin yaptığı şarabın en âlâsını getirmiş. Masanın üzerine bir lap-top yerleştirmiş, tüm Yunan adalarında çektiği düğün belgesellerinden en eğlencelisini koymuş. Nisiros’ta düğün, bütün köyün sokakları masalarla donatılmış, ay ışığı ve sayısız mum. Herkes dans ediyor. Gördüğüm en akıl uçuran ve eğlenceli belgesel. Diğer bir taraftan bana bir albüm veriyor sarı fotoğraflarla dolu. Onu da ev sahipleri bırakıp gitmiş. Birkaç sayfa çeviriyorum ve bir fotoğraf çıkıyor karşıma. Atatürk’ün ev sahipleriyle masada çekilmiş bir resmi. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Sonra başka bir resmi daha. Atatürk’ün hiçbir yerde olmayan resimleri. “Bu senin çeyizin olacak” diyor. Yunancamdan şüpheleniyorum, ama “prika”nın çeyizden başka anlamı yok. (Olsa ben bilirim J) Ne demek istediğini az sonra anlıyorum J Niyet baştan bozukmuş.
      Geniş zamanla anlatınca bana bile uzak geldi hikâye. Uydurmaya kalksam, romantizm katsayım yetmez. (Romantizm konusunda ayıların ormanda büyüttüğü bir çocuğum ben). Binlerce kilometre yol, dağ evleri, şehirler, Makedonya Otel’in tepesindeki suitin yerlere kadar inen camlarıyla, Selanik önünden gemiler geçerken çocuklar gibi yatağın üzerinde Natasha Atlas dinleyerek zıplayan iki yarım akıllıydık biz. Ciple nehir geçen, köprüler aşan, göllerde duran, dağlarda mahsur kalan akılsızlarıydık. İstanbul’un bütün sırlarını Chronis’ten öğrendim. Osmanlı’nın haraç almak için giremediği, adını da bu yüzden Agrafa (Unregistered) olarak alan vahşi doğadaki yollardan tek teker havada gittik günlerce. Noeller kutladık, pazarlar gezdik, acılar çektik. Beni iki saat görmek için Atina’dan Selanik’e arabayla gelmişliği, kitap kokteylim için ise Atina’dan İstanbul’a birkaç saatliğine uçmuşluğu vardır. Nehir kıyısında, Allah’ın unuttuğu, yolu izi olmayan bir köyde bir restoranı kapatıp Balkan müzisyenleriyle doldurmuş ve olaya tesadüf süsü vermiştir. Yapılacak balığı bile iki gün önceden ısmarlamıştır. Bunu aşabilen bir hediye almadım hayatta. Öyle bir aşktı ki bu, Tanrı bile müdahale etmek zorunda kalıyordu. Bir kere Bulgaristan’a kayağa gidiyordu, ben gidemediğim için çok dertlenmiştim. (Ne yalan söyliim, “inşallah gidemez” demiştim.) Lastikleri patlamıştı yolda, tamirci bulamamış bütün günü mahvolmuş, yapılınca da ancak geri dönecek vakti kalmıştı. (Allah erkekleri gazabımdan korusun.) Beş yıldır bu aşk hikâyesini anlatmak için bekliyordum.
   
       Nea Malgara'nın terk edilmiş kıyısında o restoranda.


Belgeselini yaptığı amcayı yeniden ziyaret. Agrafa'nın vahşi tepeleri, toplam 10 hane.

 Karpenisi Dağları'na yolculuk, dağ evi için alışveriş. Heryerde şımarmakta bir beis yok.


     Tam şu anda ballı bir an geldi gözümün önüne. İstanbul kar altında. Yollar buz. Ben İngiliz Konsolosluğu önünden Chronis’i alacağım, arabada bekliyorum. Göz gözü görmüyor kardan.  Karşıdan kardan adam gibi biri geliyor, yanaklar kıpkırmızı olmuş gülmekten. Yerle yeksan olmuş, metrelerce kaymış ve son olarak da onu pek beğenen bıyıklı bir adam yerden kaldırmak için heyecanla yanına yaklaşmış. O da yılların çevikliğiyle toparlanıp caddeye atmış kendini. Dizleri parçalanmış, elleri kanamış, hala gülüyor. “Ne dedi adam sana da böyle gülüyorsun?” dedim. Ne demiş biliyor musunuz? “Ah caniiim, vah yavriiim”.
      Psikopat gibi eski sevgililerini takip edenleri hiç anlamamışımdır. (Hâlâ arkadaşsan o başka). Bitince arkanı döner gidersin, öteki dünya diye bir yer varsa maazallah orada bile görmek istemezsin, di mi anacım? Arkadaşlar bana hep şaşmıştır, çipimi çeviririm ve o saat biter. Önümdeki maçlara bakarım. Sanırım ne yapıyor diye tek merak ettiğim adam Chronis hayatta. O da ilmi sebeplerden yani. Tuhaf çalışan bir kafası vardır, kimseye benzemez. Ondan dünyayı öğrendim. Hâlâ onun tarifiyle mantar yapıyorum. Salata yapmayı ondan öğrendim. Yunan iç savaşını, dağlarda nokta nokta gezerek ondan dinledim. İstanbul’da surların arkasındaki dünyada neler olduğunu da onun belgesellerinden gördüm. Annemle İskenderiye’de Kavafis müzesinin kapalı olduğu güne denk gelmiştim, uzaktan mucize yaratmış telefonla açtırmıştı. (Anahtarı arkadaşındaymış. Hey yavrum, ahtapotum benim.) Girdiği en ciddi ortamlarda bile deli olduğunu çaktırmadan edemezdi. İlk defa yemeğe geldiği bir evde beni pantalonumun kemeriyle çanta gibi taşımışlığı vardır Hande’yle. Nilüfer Hoca’nın (Narlı) ilk defa girdiği evinde mutfağa girip kahveleri yapmaya yeltenmiş, üşenmeyip kuruyemişçiden kahve çektirip gelmiştir. Hayatın tadını en derinden yakalayan, hayata nereden baktığını bencileyin bir delinin bile anlamadığı, tek nüshası olan bir adamdı Chronis. Dedelerimin geldiği Serez’in köyünü bulup, oradan babama kasayla şarap getiren adama ne demeli? Doğal olarak haleflerinin işi zor değil, imkânsız oldu.
      Umberto Eco’yu göreceğiz Çarşamba günü. Bu da bana doğum günü hediyesi olsun. Seneye kırkım çıkacak, otuzun son yılı da bana ve sevdiğim milletlere hayırlı olsun. Oh, tanzz, tanz... Hunimi de alıp gidiiim siz kovmadan.