2 Mayıs 2013

TARZAN İNCE DALLARDA


       Sen yaşlanmak nedir bilir misin Abidin? Şöyle bir şeydir: Yirmi yıldır büyük bir aşkla dinlediğin grubun konserine yıllar sonra gittiğinde, solistin en az yirmi yıl önceki bir parçasını anons ederken “Bunu Özlem bilir” demesidir. Hem de mikrofonla. Mikrofonla olmasa ön saflarda dans eden bidi bidi veletler, “Anaaa, Özlem de kim?” diye arkaya bakmayacak tabii. Heh, tam da o esnada ortadaki sütunun arkasına gizlenmesek herkes görecek bencileyin Neolitik kadını. Düşünsenize rezaleti, ben o şarkıları dinlerken doğan veletler 20 yaşına gelmişler, ayy feci.  Evet, şeytanın bacağını kırıp Kesmeşeker konserine gittik. Vapuru kaçırınca koca bir şişe şarap alıp sahilde ayaklarımızı uzattık, kalanını da vapurun kıçında bitirdik. (Yasak ya, çok tatlı oluyo.) Ruhuma hizmet eden iki şarkı sözü yazarı seçsem biri Cenk Taner, biri MŞŞ olur. O gece ikisini de aynı sahnede gördüm ya, ölsem de gam yemem.
       Umberto Ecom geldi. Biricik Tanjucuğum da sağ olsun bizi torpil kadrosundan içeri aldı. Memleketlim sorulara çalışmış, korsan tebliğ tadında sorular sorup bildiklerini ispatladılar. Pek komikti. Ben de “çok saçma bir soru soracağım”, dedim. “Saçma sorulara bayılırım”, dedi. Gerçekten tatlı saçmalıkta bir soru sormuşum, “bilmiyorum”, dedi. Bizde olsa ayaküstü 38 tane yalan uydurur asla bilmiyorum demezler anacımmm. “Massimo Montanari’ye sorun, o bilir”, dedi. “Ayy, ben ona geçen Eylül’de Bologna’da sordum, o da bilmiyormuş” deyince deli olduğumu anladı. Eco’nun “Ben Ortaçağ’ı içinde bulunduğumuz çağdan daha iyi biliyorum” demesini motto bellemiştim, kendim de 16. Yüzyıl için kullanıyorum. Ortaçağ’la ilgili bir şeyi bilmemesi beni tatlı tatlı yıkmadı değil hani. En azından onun da insan olduğunu gösterdi.  Saramago ile Portekizce, Eco ile İtalyanca konuşup bu iki dilde yapabilceğim en güzel şeyi yapmış oldum son 5 yılda.
       Hafta sonu Samos’a kaçtık. Koli koli ahtapot, kalamar, mürekkep balıklı pilav, mezgit, barbun yedik, memlekette moratoryum ilan ettik. Dağ köylerine çıktık, yüzlerce virajdan hızla indik, portakal ağaçlarından portakal çaldık (dünya böyle lezzetli portakal daha görmemiştir), kitapçıları dolaştık, parklarında sallandık, kaydıranlarından kaydık, ihtiyar amcalarla köy kahvesinde saatlerce sohbet ettik, bize bir sürahi şarap hediye ettiler yan masaya, denize bakan minik bir otelde sabahları aile kahvaltısı yaptık… Toplum baskısında son boyutu 380 metre yüksekte, Tanrı’nın bile unuttuğu (ama Türklerin unutmadığı) bir köyde yaşadım. Kahvede yaşlı amcalarla dört saat laflamışız. Bir baktık kahvenin sahibi de oturdu, çeşit çeşit şarap verdiler ikram, tütsülü balıklar çıktı, derken amcalar “seni burada evlendirelim biriyle” demezler mi? Hah,  evlilik baskısındaki bu çeşit de bir renk olarak suluboya takımıma girdi.
       Haftasonu da adaya gitme gafletinde bulunduk.  Hep demişimdir, bachata aile kurmaya yönelik bir dans diye. Ada vapuru da keza. Çocuğunuz olmuyorsa ya metrobüsü, ya da ada vapurunu deneyin. Kesin çözüm. Hatta kimden olduğunu bile fark etmezsiniz, o derece. Kitaplarımızı ve bisikletimizi aldık, bindik vapura. Ooo, Arap poposundan geçilmeyen arka saflarda kendimizi kollayarak güç bela intikal ettik adaya. Adayı bisikletle tavaf ettik, kaybettiğimiz kalorileri hemen midye tava, bira ve dondurma cinsinden geri aldık. Adanın resmi dili olmuş Arapça a dostlar…
      Azınlık’ın konserinde en ön saflarda eşlikteydik. Kültür’den sıra, Boğaziçi’nden kader arkadaşım Özlem de geldi konsere. Görüştük yıllar sonra. Hafızamdan silinen anıların tozlarını sildik. Onda da Halkalı hafıza çöplüğü varmış ayol.  Macera dolu lise yıllarımıza döndük. Ataköy’de oturuyorduk ve kardeşim en iyi ihtimalle üç yaşındaydı. Onu Taksim’e götürmemiz yasak olduğu halde biz onu arabanın terkisine atıp götürüyor, sonra da onu tramvayın aslında otobüs olduğuna ikna ediyorduk.(Öyle ya, Bakırköy’de tramvay ne arasın!) Kemancı’ya götürüyorduk bacak kadar çocuğu. Maymun kardeşim herkesin adını hemen ezberlediği için ona uzun saçlı delikanlıları Filiz olarak tanıyorduk. (Evde maceralarımızı bülbül gibi anlatırken Mustafalar, Hüseyinler çıkmasın diye.) Ne çektik be!
       Bu arada Kemancı’nın babası, sahibi Zeki Abi’yi de toprağa verdik.  Gittik cenazesine Atlantisli’yle. Yıllar durmuş gibiydi. 20 yıl önce kim varsa, biraz saçları ağarmış bir şekilde cenazede idi. Sonra çıktık, daha mezarlığın kapısında kaz ayaklarımızı çekiştirerek birbirimize “ay, sence ben de o kadar yaşlanmış mıyım?” diye sorarak paniğe kapıldık. Gezi Parkı’ndaki protesto konserine varınca acımız diner gibi oldu. Bulutsuzluk’u özlemişim. Ha, bu arada, bence cenazeye gelmesi gereken esas şahıs kardeşimdi. Ne de olsa Zeki Abi onu daha 3 yaşındayken her gün Kemancı’ya alıyordu, hem de 18 yaş sınırına rağmen.
      Memleket tarihinin sayılı kepaze 1 Mayıs’ını geçirdik sanırım.  Eski sevgili takipçisi değilimdir bilirsiniz, walakin iyi işler yapanlara bakarım ara sıra halleri nicedir niye.  Bir baktım ki bizim sol tendanslı belediye başkanı Sardinya’da şenlikler, konserler, eğlenceler düzenlemiş. Oh, bende de akıl olsa şimdi Sardinya’da denize bakan bir evin kütüphanesinde mirto içip sabada yiyerek yan gelip yatıyor olurdum. Akıl bende duran bir şey değil zaten, bünyeme ters.
      1 Mayıs demişken Rafael Correa’yı da anmamak olmaz. Yaw bir erkek hem aşırı derecede yakışıklı, hem zeki hem cesur, hem yetenekli, hem şefkatli olur mu ya? Sinir bozucu bri mükemmeliyeti var arkadaşın.  1 Mayıs’ta halkını San Francisco meydanında toplayıp kutlama yapmış. Hey yavrum, nar çiçeğim. İki sene önce ona fahri doktora vereceğimiz zaman programın spikerliği bana kalınca yine başıma iş çıktı diye dırdırlanıyordum. (Kim olduğunu bilmiyordum ki). Sonra afişler çıktı, kime program yapacağımı gördüm. Mr. Mutluluk Hattı’na gösterdim.
-Hocam, bakın, 1 milyon dolarlık adam!
-Hayır, en az 5 milyon dolar eder.

       Hande yine beni begayet güldürdü. Resimlere bakıyorduk. Şöyle bir diyalog geçti aramızda.
-Sen şimdi bunu yakışıklı mı buluyorsun?
-Evet.
-Kaç biradan sonra?
       Benim yakışıklıdan anladığım Rafael Correa, Giannis Kotsiras, Stefano Accorsi, Fele Martinez , Alen Ademovic, Gabino Diego. Ruhlarını yüzlerinde gezdiren adamlar yani. Rafael ise o iki metre boyuyla tepeden tırnağa her hücresinde gezdiriyor.
     Tarzan ince dallarda… Hoş değil mi?  Cenk Taner yazınca böyle oluyor. Yeni nesile hatırlatalım, Kesmeşeker adı nereden geliyor… Bir provada sürekli kesen Belen’e davulcu Melik “kesme be şekerim” deyince grubun adı ortaya çıkar. Bahsi geçen minik kardeşimin üç yaşındayken Belen’e Kelen demesi de Halkalı hafıza çöplüğümüzün bir tarafında saklı.
      Akşam eve geleceğim diye bulaşık makinasını çalışır bırakıp gitmiştim. Dört gün sonra eve geldiğimde evin hala yerinde olması beni sevince gark etti.  (Franco döneminde Katolik Kilisesi’nde mütevellit boşanma olmadığı için erkekler sigara almaya gidip geri dönmüyorlarmış.) Odaların yerini başta karıştırıyorum biraz. Bildiğiniz bag lady oldum.  Annemler hazır tatile gitmişken evi satıp Brezilya’ya yerleşeyim diyordum, korkarım onlar yakında benimkini satıp Ekvador’a yerleşecekler. Safi eyyama bağladım. ( Brezilya demişken, geçen gece konser çıkışı kapıda bira içerken yanımıza bir Brezilyalı çocuk gelip bizi Brezilyalığıyla şaşırtmaya çalıştı: Gustavo. Şefmiş. Hohoyt,  ona Portekizce yemek tarihi hocası olduğumu söyleyip, onu etkisiz hale getirene kadar konuşarak  ben onu şaşırttım. Öğrencilerime Brezilya mutfağı anlatacak. Kardeşimin dediğine geldik mi? “Abla, ay başında bir bakıyorsun maaş yok! Dersine gelen konuşmacılar arasında bölüştürmüşler meğersem!)
      Üç kız konserdeyken bir çocuk gelip: “Barcelona Barcelona gibisiniz”, dedi. Hepimizi filmdeki bir kızla eşleştirdi. Bana da Penélope Cruz, dedi. “Kısa kızıl saç, ela gözlü Penélope olur mu be?” dedim ve cevabımı aldım: “Yok, ben senin cazgırlığını benzettim.” A dostlar, konserde bira içip şarkı söylerken bile dışarıdan görülen bir cazgırlığım varmış meğer. Allah Mazhar’ı, Özkan’ı, Fuat’ı ve tüm öğrencilerimi korusun.
     Haydi ben kaçtım…