17 Şubat 2014

ÖDLEK BİR GÖTTEN NEŞELİ BİR OSURUK ÇIKMAZ

Pazar birası içiyorum. Sabah sabah. Umarım bir sakıncası yoktur. Tek sakıncası klavyeye. Boca ettim yanlışlıkla. Buram buram arpa suyu eşliğinde yazacağım bundan gayrı. Zaten günün mönüsü hep klavyeden anlaşılıyor. Söyle ters çevirip bir salla akşam, gün boyunca tüketilen cümle ta’amın listesi çıkar. Daha da iğrenç olabilirim isterseniz. Ama olmıycam. Çılgın bir roman yazıyorum. Gastronomik polisiye. Nasıl bir heyecan bilemezsiniz. Ne olacak diye merak edip koşa koşa eve geliyorum. Yazdıkça merakım geçiyor. İki lokma aklım vardı, onu da kaybettik. Esas şenlik son birkaç yıldır tuttuğum günlüklere dönüş. 2007 yılına gittim geldim kutuda unuttuğum bir günlükle. Sabah sabah neşem yerine. Serkan’ı (Üstüner) bilirsiniz, benim eski ofisdaş. Tiyatro hocası, oyuncu, yönetmen. Hani yağmurun bardakla boşandığı bir gün tiyatro seçmeleri diye son dakika telaş içinde yetişip sınava ıslak ıslak giren ve sonunda yanlış kata gidip yanlış seçmeleri kazanan çılgın arkadaş. Tiyatro seçmeleri diye dans seçmelerine girmiş çatlak. Bir de kazanmış utanmadan! Bizi neden aynı odaya koyduklarını anladınız di mi? (İkimiz bir arada kontrol altında olalım diye.) Derya (Tulga) Almanya’nın tüm peynirlerini kapmış, geldi. Oh, Nedret Bey, Meral pek bir keyif yaptık. Türk Tarih Kurumu Kongresi’nde Ankara’da kamp kurduğumuz günlerde Derya ve başka erkekgillerden bir arkadaşını tek oturuşta yenince içine oturmuş olsa gerek. Bugüne kadar saklamış. Bana ,“Sen tavlayı kötü oynamıyorsun. Hiç bilmiyorsun!” dedi. Törkiye işte, kadın yenerse yanlışlıkla ya da şanstan, erkek yenerse kabiliyet ve tecrübeden. Yılların matematik klişesidir yeavvroom, önemli olan yöntem değil sonuçtur. Derya’dan enfes bir Luther sözü öğrendik o gece: “Ödlek bir götten neşeli bir osuruk çıkmaz”. Enfes değil mi? Hayatımdan roman yapsan yapılmaz. O derece abzürd. Sabah akla hayale gelmez bir zatla dm’den haberleşip (Ölmeden önce otobiyografimde yazarım), kahvaltıda Meral’le Panos’un likörlerinden içip, sonrasında iki adet TV programı çekip öğlen eski Romanya kraliyet ailesinden koca şapkalı bir prensesle yemek yiyip, beş çayını Beşiktaş’ta elimizde pazar torbalarıyla Dubioza Kolektiv ve bu yıl gelecek Rock gruplarını çekiştirerek sokakta çömerek çay içip, akşam da Meral’in zulasındaki şampanyayla 93 yaşındaki hocamı ziyarete gidip, geceyi mahzeninde kuyusu olan bir evde balık yiyemeyerek bitirdim. -hayatım böyle –ip/üp/-arak ekleriyle birbirine saçma şekilde bağlanıyor. Kimya bilgisine aykırı. Chemical bound teorisi alt üst oluyor. İşte bu yüzden kimya dilinde “serbest radikal”im ben. Romen monarşisinden, 18. yüzyıl vals salonlarından o muhteşem şapkası ve tafta kıyafetiyle doğrudan Hamdi Restoran’a gelen güzeller güzeli hatun kişi bana el falı baktı. Çok duygusal bir insan çıktım. Bir de çoook uzun bir hayat beni bekliyormuş. Ne diyeyim, hepinize geçmiş olsun anacım… Hah, bunu da yaz Sebastian. Hamdi Restoran’da bir Romen asilzadesinin el falına bakan bir kadın, literatürde arasan bulamazsın. Tek kopyayım ben olm! Başka şubem yok. (Dünya dengesi için) Harika konuklarım vardı Yüksek Adrenalin’de. Biliyorum, siz seyredemiyorsunuz. Ama emekli olunca seyredebileceksiniz, üzülmeyin. O saatte evde olan kadronun yaş durumu malum. İkinci emekliliklerini yaşıyorlar. Geçen gün doktorum “annem hiç kaçırmıyor” dedi. Neyse benim konukları hatırlamayacaklar diye üzülmeme gerek kalmadı, çünkü hepimiz neolitik sayılırız. Nereden geldik buraya yaw? Ha, geçenlerde konuk olan Mahşer-i Cümbüş’ten. Öyle komik bir anı anlattılar ki programda bildiğin makaraları koyverdim anacımmm. Bildiğiniz gibi Mahşer-i Cümbüş doğaçlama interaktif tiyatro yapıyor. İzleyicilerden biri sahneye geliyor ve bir bölümü birlikte oynuyorlar. Yusuf Hoca’nın yanında gelen bir Japon bir gün sahneye çıkıyor. (Yusuf Hoca’nın yanında aklıselimi yerinde biri dolaşmadığını benden bilirsiniz. Komple yanındayım çünkü). Neyse efenim, Japon’un oyun gereği karate marifetiyle bunları dövmesi gerekmiş. Bizim Japon başlamış rolüne, ama durdurulamıyor. Kadroyu bir temiz dövmüş. Türkçe de bilmediği için bir türlü durduramamışlar genci. Sonuç itibariyle o akşam yedikleri dayak da bedavaya gelmiş. Kardeşim geldi. Eve renk geldi. Kuzenlerle kocaman bir masa yapıp İtalyan ailesini oynadık. Konu yandaki evden mütevellit Mehmet Akif Ersoy’a geldi. Malumunuz veterinerlik okumuş. Bizim veteriner kuzen Meltemcik de bir sürü Mehmet Akif anekdotu varmış meğer. Onu aşağılamak isteyen bir adam gelip hayvanlara baktığını duyduğunu, doğru olup olmadığını sorar. Cevap hızlı gelir: “Evet, neyiniz var?” Sonunda ailecek İstiklal Marşı’nın çok uzun olduğuna karar verdik. Ama eyleme geçmek için artık çok geç, yapılacak bir şey yok. Dünyanın 10 kıtalık tek milli marşı olarak kesin tarihe geçmişsizdir zaten. Arkadaş, her mısrada en az 10 mısralık kelime var. Bir de prozodi hatası, gani gani. Yıllardır Lar diye bir deniz var sandı bu çocuklar. Lar’da yüzdüler. “Nim milletim” diye bi’şi var sandılar. (İstiklal nim milletimindir çünkü). Bir kelimeyi yayıp, diğerini löpürdeterek yutuverdiler tek nefeste. Misal: “Sönmeden yurdumun”. (Burasını boğulmadan söyleyebilen doğrudan 5. sınıfa geçiyordu zaten.) Çocukluğumuzu yedi o İstiklal Marşı bizim. Kardeşimin dediği gibi. “1. sınıf çocuğunun ciğeri ne kadar zaten? Mini minicik. Okurken nefessiz kalıp ölmediğimiz iyi.” Ayy kız, yine de candır marşımız. Yakında onu da kaldırıp yerine “açılım”lı bi’şeyler yazarlar diye korkuyorum. Bir arkadaş anlatmıştı, önce inanamadım, sonra araştırdım ki doğru. Bizim Türk heyeti 1. Dünya Savaşı sonrası bir anlaşmaya gidiyor. (Hangisi hatırlayamadım mevcut hafızayla) Alman heyeti milli marşını okuyor. Sıra bize gelecek. Bizimkileri bir telaş alıyor. Nitekim elde avuçta bir marş yok. Hemencecik hepsinin bildiği bir şarkıyı bulup orada milli marşımız gibi okuyorlar bozuntuya vermeden. O şarkı da, inanmak zor, “Şeftalisi ala benziyor”. Yani bildiğiniz erotik şarkı. Yıllar sonra çapulcu marşımız da oldu Boğaziçi Caz Korosu’yla. (Erotik içeri eroik içeriğe dönüşünce sorun çözülür gibi oldu gerçi). Dubioza Kolektiv geldi nihayet. Erdemciğim sağ olsun delikanlılarla tanıştırdı beni. Rock N Rolla’da açık havada sohbet ettik. “14 Şubat ne ki?” dedi yakışıklılardan biri. “Bizde yok öyle bi tarih. Bizde sadece 1 Mayıs var. Onu kutluyoruz.” Konser muhteşem geçti. Arkadaş, bana böyle gruplarla gelin. Sahne performansını yediğimin Dubioza’sı. Erdem’in sahnede onlarla birlikte bir şarkıyı söylemesi yılın manzarasıydı. 14 Şubat gecesi de Atlas konserinde ön saflarda idik. Kardeşimin ilk Atlas konseri oldu, ben de arkayı üçledim iki ayda. Saat 24.00’te Tuna “Geçmiş olsun. 14 Şubat’ı atlattık” dedi ve hepimiz rahat bir nefes aldık. Yıllardır görmediğim arkadaşım Akif’le karşılaştık konserde. Kardeşim küçükken onun kardeşlerinin kulaklarını çok pis ısırdığı için pek hazırlıksız yakalandı Akif’e. Ne yaparsın ki insanın kirli geçmişi sürekli peşinden geliyor. Evrildik biz. Bildiğin kaplan ve puma kırması bir yaratıktan geliyoruz aslında. Sadık okur bilir, benim de sicilim bu konuda leş gibi. Kardeşim de bencileyin boyu en az bizimkinden iki kat büyük çocukları döver, ısırırdı. Rakibin küçüğünü hiç sevmedik hayatta. (Hele ben koç burcu, aslan yükselenli bir insan evladı olarak!) Dubioza gecesi toplandık biralanıyoruz. Ne zamandır görmediğim camiadan arkadaşlar var. Rashit Gökhan, Meral, Cumhur, arpa suyu… Annem arıyor. Haydi aradı neyse, bir de bas bas bağırıyor ki net olarak tüm masa üyeleri tarafından duyuluyor. -Özlem, bakla var, getireyim mi yarın? (40 yıldır tanımasam neyse, modeli biliyorum, buzdolabının derinliklerinden bulunmuş, en iyi ihtimalle en son İsa’nın yediği bakladır o. Babama kakalanabilitesi düşük olunca 2. ve son şansını deniyor annem.) -Hayır anne, kim bilir ne zamandan kalmıştır o! (Bendeki cesarete de bak. İffet’e hem de!) -Ösksdsfgnafdlgşlaslasölslfdşssfgsfjglgvşbii… (“Benim size ne zaman bayat yemek verdiğimi gördüğünüz” demek istiyor anladığım kadarıyla, ama tamamen başka bir dilde ve başka kelimelerle. O dili henüz ben bile öğrenmedim, o derece.) -Tamam anne, ben de seni çok seviyorum. Bu ana kadar her şey normal. Bu bizde hep yaşanıyor. Sorun şu ana kadar her şeyi net olarak duyan Rock camiasına olayın nasıl açıklanacağı. Hayatım her fırsatta karizmamı yerle bir eden bir anne ve bir kız kardeşle mücadele halinde geçiyor. Yüzyıllardır sarmaların en yamuğunu, böreklerin en kenarını yedik biz ya! Hep bize annemin konkenci arkadaşlarına yaptığı nevalenin şeklen en bozuğu kaldı.(Kardeşimin tencere dibinde kalan sarma taklidini size özellikle tavsiye ediyorum. Bir aylık endorfin ihtiyacınızı tek celsede karşılarsınız.) Ohh, üstü konkencilere, altı Özlem, Merve ve İsmail’e. (Bu arada konkenci kadınların sadece Yeşilçam filmlerinde olduğunu sanırdım. Meğer bağrımızda yıllarca potansiyel konkenci beslemişiz. Ailecek annemin ruhen aramıza döneceği günü bekliyoruz.) Haa, hikâyet-i baklanın devamı kuzenler eşliğinde masada yaşandı. Kardeşim sordu: -Abla, neolitik bakla mı bu? -Hayır canım, nevrotik bakla. (Bknz: -Ösksdsfgnafdlgşlaslasölslfdşssfgsfjglgvşbii…) Annemi Uzak Doğu seyahatine gönderip biraz nefes aldık. Hiç telefonla taciz etmedik. Neyse, on gün sonra geri geldi. Yemek yiyoruz hep beraber. Babamla diyalog: -İsmail, ben yokken ne yedin? -Ne bulduysam. Dün de levrek yaptım kendime fırında. -Kimle yediiiinn???!! Söz konusu adam da babam. İtalyanların tabiriyle “Santo subito” (hızlı aziz). Bildiğin cennetlik. Adamcağız 10 gün boyunca bir kere “neredesin?” dememiş, bizimkisi gezmiş, tozmuş, eve dönünce hesap soruyor. Ayy, aşkın ömrü bildiğin 40 yıl işte. 70 yaşına gelmiş hala kıskanıyor hatun kişi… Kardeşime laf yetiştirmeniz imkânsız. Hayatımız şuna benzer diyaloglarla geçiyor. -Merve şu aynayı biraz tutar mısın? -Niye, duvarda tutulmuşu var! Bilim adamlarına sesleniyorum buradan. Acele acele değil ama çabuk çabuk bitmeyen Pazar günü yapsınlar. Anneeeeee, bitttiii…