20 Temmuz 2014

JAMME, JAMME 'NCOPPA, JAMME JÀ!

Funiculì, funiculà! Jamme, jamme 'ncoppa, jamme jà! Né, jamme da la terra a la montagna! Korkmayın, iyiyim. En azından şimdilik. Ofis arkadaşım Yıldız Hoca’yla ağzımıza takıldı Pavarotti’den dinlemeyi pek bir sevdiğimiz Napoli diyalektindeki bu şarkı. Son zamanlarda ben de gece gündüz dinliyorum, eh bir bakalım tarihine de dedik. Napolitano aslında bir diyalekt değil, ayrı bir dildir. Bu yüzden de İtalyanca bilen bir insan Napolitano duyduğunda neden bahsedildiğini anlar genel olarak, hepsi bu. Ama her zaman değil. Üşenmeyip şarkının İtalyanca çevirisine baktık. 1880’de Vezüv’e ilk füniküler hattının kurulması anısına yazılmış bir şarkıymış. Peppino Turco yazmış.( Özellikle Napoli’de pek sık rastlanan bir soyadıdır Turco). Sözlerine de bayıldık. “Jamme” de İtalyanca “andiamo”ymuş. “Gidelim yani”. Pek tatlı söyler Romalılar, kendi diyalektlerinde. “Annamo”. Fünikülerle tepeye çıkmış oradan “Buradan İspanya, Fransa, Procida görülüyor, ama ben seni görüyorum” diyor adam. Hey yavrum hey, şu Napolililer bizim ayıcanlara romantizm derse verseler ya gizliden. Sonntagsfahrer’lardan bahsetmiştik. Hani şu Pazar günleri arabalara doluşup dağ, tepe, şehir gezen Pazar Gezginleri. Özellikle de bir ayağı çukurda ihtiyarlar. İşte ben de onlardan olaydım keşke. Bir Pazar günü ofiste Kiril alfabesi çalışmak hangi kaderde var kardeşim? O Kiril ve kardeşi Metodius’a buradan selam olsun, başka bir dünya olursa maaazallah o dünyada yeni bir alfabe yaratmaya kalkıp asabımı bozmasınlar. Ay kız, o Metodius’a da yazık vallahi. Sen gece gündüz çalış, alfabe yap Yunan, Latin harflerini kollarını eğip büküp, sonra Kiril kalksın adını versin, sen de dımdızlak kal. Neyse ki bütün Kiril kullanan ülkelerde yan yana heykelleri var. Yoksa bütün şanı Kiril çuvalla götürmüş. İstanbul’da gece sokağa çıkıp henüz gitmemenin ayıp olduğu bir yer öğretti Haris bana. Mis Sokak’ta, Barba. Bencileyin arpasuyuperestler için bir cennet. İnsan kendisini havuç tarlasına düşmüş tavşan gibi hissediyor. En sevdiğim bira olan isli biradan koca bir şişe devirip ardından sağlam bir Alman buğday birası ve bir de vişneli bira devirdim. Vişneliyi tavsiye etmem. %3 alkol oranıyla vişne soda kıvamında, boş yere hamallık. Enfes müzik, bilgi küpü barmenleriyle harika bir ortam. Sohbet amaçlı bar etrafında hilal şeklinde toplanıp içme geleneğiyle işliyor. İspanya tadında. Dünyanın en yüksek alkollü birasının The end of History olduğunu da bu gençlerden öğrendim. %55! Şimdilik memlekette bulunabilen en yüksek alkollü bira: Chimay. %9. Etiyopya’da baldan bira yapılıyormuş. Ballı bira değil, baldan bira. Dünyanın ilk içkisi de baldan yapılmıştır zaten. Hayatının bir anlamı olan insanlara bayılıyorum. Haris onlardan biri. Tatavla Keyfi’nde buzuki çalıyor. Benim hastası olduğum İstos Yayınları’nın da editörü ve ortağı. Boğaziçi’nde Latince ve eski Yunanca dersleri veriyordu. Şimdilerde Aristofanes’in komedyalarını Türkçe’ye kazandırıyor. Tam içinde bulunduğumuz dönemi anlatıyormuş. Yoldan geçen bir pastırmacıdan bir siyasi kahramanın yaratıldığı bu eseri heyecanla bekliyoruz. Adam Milattan 3000 yıl önce bizi yazmış anacım. (Siz siz olun sığ ve çiğ insanlardan uzak durun. Onlarla aynı masaya oturup zaman kaybetmeyin. Hayat çok kısa. Anlatacak hikâyesi olmayan insanlardan kaçın. ) Biraları sıralarken dünyayı öğrendim. Venizelos’ta satiriasis (Yunancası priapismos) hastalığı varmış. Cinsel doyumsuzluk, sürekli hazır olma hali yani. Bu yüzden de uzun kıyafetler giyermiş. Ayrıca sesi de inanılmaz derecede inceymiş. Devrin kayıt sistemleri yetersizliğinden de değilmiş bu üstelik. “Nereye gitsem?” diye sordum gençlere. Biraz zorlandılar. Balkanlar’da ve Yunan topraklarında minik köyler ve adalar dâhil gidecek yer bırakmamışım. Umutsuzca aranırken Monemvasia’yı bulduk. Mora’da minik bir kasaba. Yeniçağ’da adı Osmanlı’da da en çok geçen, en kıymetli şarabın çıktığı yer. Malvasier, Malvazya şarabı. Osmanlı Benevşe derdi. İlk defa Slovenya’da Bled Gölü kenarında içmiştim, sonra da müptelası oldum. Bu arada Bled Gölü’nü görmeden sakın ölmeye kalkmayın. Etrafım Rusça konuşan ahaliyle dolunca bir ben kaldım aralarında. “Çok cahilim, keşke ölsem” kıvamında. Maksat da Ruslardan öğrendiği bir fıkrayı anlattı söz konusu Yahudiler olunca son zamanlarda: Yahudiler cumartesi günü sinagogda toplanıp Rusların neden kendilerini sevmediğini sormuşlar. Rabbi bir karar varmış. “Bunu anlamak için onlar gibi düşünmeliyiz. Yani sınırsız votka içmeliyiz” demiş. “Bunun için de gelecek cumartesi herkes 1 litrelik votka getirecek, şu kazana koyup buradan içeceğiz.” Salomon eve gitmiş. Karısına durumu anlatmış. Kadın da “sen şişeyi suyla doldur, koskoca kazanda kim anlayacak senin su götürdüğünü” demiş. Cumartesi gelip de kazandaki likit bardaklara paylaştırılıp içilince ve içtikleri saf su olunca rabbi “işte şimdi anladınız mı?” demiş. Her dilde vardır Yahudi fıkrası. Genelde de hep aynı mecrada döner. Barba’da şenlenirken barmenimiz de bir Rus-Yahudi fıkrası anlattı: Yahudi çocuk masada yemek yerken artık delirip “ben de Rus olacağım, bıktım artık” der. Annesi masadaki renkli yiyecekleri önünden alıp ona bir tane haşlanmış patates verir ve “al işte, Rus oldun” der. Çocuktan el-cevap: “Daha Rus olalı 5 dakika olmadı, ama bütün Yahudilerden nefret ediyorum”. “Danışmak” Azerice “konuşmak” demekmiş. Maksat’ın bir tanıdığı ilk defa gelip “danışma” yazısını görünce pek şaşırmış hem “konuşma” diyorlar, hem de herkes oraya gidip konuşuyor diye. Dön dön, hep Rus, hep Yunan’da bitiyor hikâyemiz. Giri giri… Pek sevdiğim bir kitap vardır, İtalya’da haklı olarak önce best-seller sonra da klasik olmuştur. Marcello D’Orta’nın, Io speriamo che me la cavo’su. Tek geçilesidir. Napolili ilkokul çocuğunun öğretmenleri tarafından verilen konularda yazdıklarından ibaret bir kitap. Yerlere yatmalık. Milano’yla köyünüzü kıyaslayın demişler. Miniklerden biri Milano’yu ballandıra ballandıra anlatıp köyüne gelince “bizim köyde de dön dön (giri giri) hep kiliseye gelirsin” demiş. Bayılmayıp da ne yapacaktım  Ben bu gece Kiril’i yutup sabaha Petersburg’a gideceğim. (Orada patates ve lahana kombiniyle aç kalacağım malum). İlber Hoca da gelecek kongreye. Dolayısıyla “çok cahilim” kıvamım orada da devam edecek. Döner dönmez de Bodrum’da bir salsa festivaline gideceğiz. Festival kumsalda olacakmış. Size oradan bağlanırım. Allahım sana geliyorummm…

18 Temmuz 2014

KAPIMDA BİNLERCE KADAR

Yazın geldiğini nereden anlıyoruz memlekette? Cemrenin düşüşünden değil, tabii. Bana sorarsan yazın geldiği Serdar’ın yeni albümü raflara dolup, arabalardan taşınca anlaşılır. Quevedo, Cervantes, Matvejević değil de beni Serdar Ortaç’ın en güzel tasvir etmesine ne demeli? “Ne sefadan, ne beladan, hayat aşktan oluşur”. Ay gülmeyin, doğru söylüyor çocuk. Ben Žižek’e felsefenin Serdar Ortaç’ı diyordum, meğer Serdar Žižek olma sevdasındaymış. Bu arada albüm kapağında “20. yıl” yazıyor. Türkiye kazasız belasız bir 20 yıl atlattı, daha ne olsun. Ee, biz de isteriz payımıza düşeni di mi? Yeni albümden sevdiğim başka bir inci daha: “Kırk bin gece ağladım/hiç sevmem abartmayı”. Esas başka bir şarkıdaki cümleye takıldık bugün kardeşimle köprüde trafik sıkışıp da radyo bizi gafil avlayınca. “Kapımda binlerce kadar”. Hah, al sana cümle. Yükleme sorup bulabileceğin bir öznesi bile yok helalinden. Safi dolaylı tümleç. Kim yapmış, nerede yapmış belli değil. Bu aralar passion fruit yiyip “anam, bu meyveyse diğerleri ne?” diye soruyoruz kendimize. Türkçesi pek hoş: Çarkıfelek. Yıllardır hep ecnebi diyarlarda yoğurt kutularından resmini, parfüm şişelerinden kokusunu bildiğimiz meyve ne çılgın bir şeymiş. Passiflora’nın bundan yapılması da boşuna değilmiş. O kokuyla zaten insan tüm dertlerini unutuyor, trankilizan özelliği bundan ibaret. Adem’de akıl olsa elmayı alırken “bu ne be! İnsan çarkıfelek filan verir” der. İşte bu erkekler bir elmaya kanıyor anacım. Adem’in elması demişken hatırlatalım. Havva Adem’e elma vermez aslında. (Aklı olsa günahını bile vermez ya, onu geçelim). Kutsal kitaplar bunun bir yemiş olduğunu söyler. Malumunuz her yerde en sık görülen meyvedir elma. Eh, bunu ikonize etmek, resme dökmek gerektiğinde bir meyve seçmek gerekince elmayı seçmiş olsalar gerek. Ne de olsa yemişle eş anlamlıdır pek çok dilde. Pomme gibi. (Üff, dersler bitince size sardım, sorry.) Ben yokluğunuzda tatlı tatlı aklımı kaçırdım. Alzheimer olur, sürmenaj olur. Layık gördüğünüzden alayım ben. Yine tam benim başıma gelmeye tüm hak ve meritleriyle layık bir olay geldi başıma. Yıllardır tüm kitaplarını okuyup, hayranı olduğum bir İspanyol yazar/gazeteci/gezgin var: Javier Reverte. İstanbul’a geliyormuş. Bana mail atmış, yemeğe çıkalım diye. Beni aldı bir bir heyecan! Hayranıyım, tanışma heyecanı bastı beni. Hemen İspanyolca çıkan romanımı kaptım, gittim yemeğe. “Bu var bende”, dedi. “Vermiştin daha önce, okuyup sana uzun bir mail atmıştım”. İkimizden birinde bir sorun varsa, bu kesinlikle onda değil, aşikâr. Birkaç yıl önce tanışmışız İspanya’da. Hiç hatırlamıyorum. Ben sizin yerinizde olsam, benimle olan arkadaşlığınızı gözden geçiririm. Bingöllü Kenan’ı duydunuz mu? Ben de kadim dostum, editörüm Adnan Abi sayesinde duydum. “Bir kişilik yerimiz var, eğer sizde varsa kişilik.” Nasıl? Memlekette bunu kullanmak için bir ordu dolusu insan tanıyorum. Bir de Nihat Doğan’a takıkmış. “ Cesedinle selfie çeker yollarım”, demiş. Aktivitelerini izlemeye devam. Mehmet ve Erdem’in yuvaya dönmesiyle geleneksel film günlerimizdeki çılgın euforia tavan yaptı hafta sonu. Mehmet sağ olsun aylar önce sözünü verdiği šljivovica’yı saklamış, bize de erik rakısının bahrinde boğulmak düştü. (Erik rakısına bayılırım, kokusu bile adamı sarhoş eder. Bosna’da Ramazan bitince ülkede sel olur akar. Bizim Boşnaklar Ramazan’ın bitimini bununla kutlar. Hatta bazıları bitmesini bile beklemez, iftarı açar bununla  ) Kusturica’nın Maradona belgeselini izlerken evi tribüne çevirdik, ama yine de yıkmayı başaramadık. Evet, biraz koltukların, masaların, sandalyelerin üzerine çıkmış olabiliriz, ama henüz tam yıkılmadı. Demirhan’ın yıllar yılı bohçalarda özenle sakladığı hatıraları da šljivovica etkisiyle dışavurum yaptı  Sting’le aynı sahneyi paylaştıkları gün başlarına gelenleri anlattığında sandalyelerin üzerinde kimse kalmamıştı. Ona bunları yazması için yalvarmayı düşünüyorum. Sabah kalktığımızda hala gülüyorduk. Gecenin kapanış konuşmasını Ender yaptı. Hem de Rusça. Mehmet de bu konuşmayı bize simultane çevirdi. (Šljivovica bardakta durduğu gibi durmuyor tabii). Bu arada Erdem’den öğrendiğimiz bir anekdotun trajikomik bir şekilde gerçek olduğunu da Mehmet’ten dinledik, bolca teatral. Trajik bir olay ancak bu kadar şenlikli anlatılabilir. Bildiğin çizgi film sahnesi. Bir gün kuzeniyle bir eski bir binanın 4. katında dururken, ayaklarının altındaki beton çökmüş ve kat be kat çöke 1. kata kadar inmişler. Hem de tek zayiat kaşa atılan bir iki dikiş olmuş. Erdem’in yorumu: “Bu çocuğu melekler koruyor”. (Bir de kendime baktım, beni de kesin Azrail koruyor anacım. O da yarım yamalak. İspanya’da başıma tavan çöktü, hastaneye kaldırıldım. Atina’dan dönerken de uçakta ayının birinin bilgisayarı kafama düştü. Meral yıllar yılı uçaşta böyle bir vakaya denk gelmemiş. Bu yeni halimle kafam eskisinden iyi, o derece). Bu esnada Mehmet tarafından Rizespor olarak vaftiz edilen kardeşim ve Deniz arasında içeride geçen ateşli diyalogdan seçtiğim bir cümle gelelim: “Deniz Abla, siz neden 2 kişi evlendiniz? Keşke yanınıza bir de akıllı 3. alsaydınız!”. Evet, begayet isabetli. (Malum Deniz ve kocası Levent kiraladıkları deniz fenerini felsefe okuluna çevirip âlemlerin kralı bir mekân yarattılar. Sonra da orayı civcivlerle doldurmak için bir kuluçka makinesi alıp salonun ortasına koydular. Tatile giderken de yüzlerce civcivi yarım çuval mısırla komşuya bırakıp kaçtılar, aylarla komşunun semtine uğramadılar, hatırlarsanız. Akıllı bir 3.cü mü dediniz? Bence onları en iyi ihtimalle 3-4 akıllı nötr hale getirir. Bu hallerinin hastasıyım ben.) Velhasıl hepsini arabaya bindirip Beril’in sağlam elleriyle yolladık. Kardeşimin geçen hafta bizim hocalara benim için kurduğu cümleyi tepe tepe kullanmak için sıramın geleceği günü bekliyordum, o geceye kısmetmiş, arabanın camından tepesine tırmanan bazılarına “çocuk size emanet” diyerek eve çıktım. Pek kalabalıktık ama yaşlarımız toplandığında en faz 4 ediyordu. Özlemişim bu halimizi. (Bir de apartman sakinlerine sorun. Aralarında bir tek “sakin” kalmamıştır o gün.) Uluslar arası Strauss Festivali başkanı arkadaşım Josefina ve eşi beni yemeğe götürdü. (Koskocaman tül bir şapka ve kırmızı bir tuvaletle bir masaldan ya da romandan düşmüş rüya gibi güzelliğiyle İstiklal Caddesi’nde yürüyüşümüzü gördüyseniz bizi unutmamışsınızdır.) Biraları Aziz Antonio’nun şerefine içip şenlenirken bana “St. Antoine Kilisesi’ne gidip senin için dua edeceğim”, dedi. Aziz Antoine genç kızların koruyucu aziziymiş de ondan. (Beni yıllar önce koruması gerekiyormuş, dediğinizi duyar gibiyim, yaş aşımındna yani). Ben de ona dedim ki “Sen Aziz Antoine’a söyle de erkekleri benden korusun”. Yemekten çıkıp Yunanca hocamızın Patrikhane’deki nikâhına gittik. Hocamız prenses gibiydi. Arkadaş, imam nikâhını özledik bir an. İmam nikâhı dediğin işkence en az 5 dakika sürüyordur herhalde, kilise nikâhında sanırsın İncil’den hatim indiriliyor. (Bir Tarkovski filmi gibi: en tatlı yanı bitmesiydi  ) Ama sonunda herkese dağıtılan bir avuç pirinci çiftin üzerine atmanın tadı hiçbir yer yok. Evlilik “kök salsın” diye (rizono) pirinç (rizi) atılıyor. Çok hoş. (Bir gün yanlışlıkla evlenecek olursam vasiyetim üzerime avuç avuş marshmallow atılmasıdır.) Dua kısmı hariç rüya gibiydi. Evlilik demiş, yedi harfliyi anmışken, üniversitenin yanında bir tek taşçı var. Bildiğin tek taş satıyor. Vitrininde bir gelin, önünde de yere çökmüş bir damat, elinde de tek taş. Bu işlerden anlamayan birisinin bile tek seferde anlayabileceği hatalarla dolu mizansen. Geçen gün Aysegül’e sordum, “hata nerede?” diye. Cevabı bana kapak oldu: “Hata büsbütün olayın kendisinde!” Çocukluk aşkım beni yemeğe götürme gafletinde bulundu. Cenk akıl almaz derecede zeki ve komik bir çocuktu. Hiç değişmemiş. Veletken de zekilere âşık olurdum, hiç değişesim yok. “Bak, kardeşine baktın çocuk kardiyolog olacak, keşke bana da sen baksaydın” diyerek geceye nokta koydu. 80’lerin nazik erkeklerinden kim kaldı geriye ayol. Kızı tuvalete kadar götürüp kapıda beklemek şeklinde bir adet vardı, hatırlayan var mı? Cenk beni bekleyince hatırlayıverdim. Hatta Türkiye’de yaşayamış olan bir İspanyol dostum şaşkınlıkla anlattığında olayı çok garip olduğunu fark etmiştim. “Türkiye’de WC önünde kız beklenir” diye ispanyol cemaata anlatıp şaşkınlık dalgası yarattığında olayın bilincine varabilmiştim. Hey be, neler atlattın sen Törkiyem! (Cenk “evlenelim, sana Jaguar alayım”, dedi. Bana uyar. Jaguar’ı köşede hakkınca okutup Ekvador’a kaçarım. Hatta isterse onu da yanıma alırım. Kabul ederse ütülerimi yapar. (Tek sevmediği şey de ütüdür), etmezse çay yapar, o da kabulüm.) Yok be, kıyamam ben Cenk’e  Hande’nin mahallesinde evlere şenlik bir imam var. Ama adam kelimenin tam anlamıyla “evlere şenlik”. Mesela biz balkonda otururken hizmet doğrudan balkona geliyor. Evlere şenlik hizmeti tabii ki. Ben dün gece adamın “koca bulamayan kızlarımız, koca bulsun inşallah” dediğine bizzat şahit oldum. Buna bir Peroni ve tinto’dan sonra şahit olmuş olabilirim, ama duyduğumdan eminim. Zannımca Hande peçeteye istek dua yazıp imama yollamış. Ölmediğim sürece benden kurtulamayacağı için diğer imkânsız şartı denemiş bence. (Ama yemezler). Aç parantez, zaten iyice içine koyulduğum evin şeklini aldığım için Massimeddu geçen gün yolda arabayla Necla Teyze’ye (anneannelerine) giderken aynen şöyle dedi: “Bizim ailede ben varım, annem, babam ve Özlem var.” Hande benden kurtulmak için son 1 ayda 3. kattan zemin kata indirdi beni. Haftaya kapının önüne serer yatağımı. Neyse, kapa parantez. İmam bugün ne dese beğenirsiniz? “Futbolcular ‘pozisyon yarattı’ diyorlar, geri zekâlı bunlar! Yaratmak Allah’a mahsustur” Hande haklı, “evde ne varsa içsem bu kafaya varamam” diyor. Aradı demin “Alkış yapsam bis yapar mı acaba?” diye soruyor. Kız Türkolog anacım, yıllarca Arapça da okudu, ama adamın konuştuğunun Arapça olmadığını Massimeddu bile anlar. “Haydi, ben kapıyorum, imam Sanskritçe’ye bağladı yine” diye kapattı telefonu. Ramazan sonuna kadar buradan besleneceğiz artık çaresiz. Benden haber alamazsanız merak etmeyin anacım. Petersburg’a deniz kongresine gidiyorum. İlber Hoca kesin orada “çok cahilim keşke ölsem” tadında bir an yaratacak bana. Korkunun ecele faydası yok. Sonrada hayatımın son 40 yılının en muhteşem yaz planıyla sizinleyim. Bodrum’a, Sardinya’ya, oradan Korsika’ya, oradan kardeşimle tüm Kiklat adalarını alt üst etmeye, oradan Derya’yla Gürcistan’a, oradan da Sultan’ın Mutfağı’nın tarifsiz kahramanı Lovro ile (Kukulyeviç) Hırvatistan’ın dağlarına tırmanmaya, dağ evlerinde kalmaya. Koca bir yaz yokum ben. Ben aslında yoğummm yeavroooum… Neslihan’ın anneannesinden derlediği o güzel deyim yerindeyse “Agop’un kazı gibi” yemek istiyorum. Benden haber alamazsanız beni değil civarlardakileri merak edebilirsiniz. Tanrı onları benden ve gazabımdan korusun. Ha bu arada, oradan yola çıkarken çaldırırım ben sizi, kapıyı açarsınız, yuvarlanarak içeri girerim. Hatta sınır kapısını da tereyağıyla bir yağlayıverirseniz sorunsuz olur içeri girişim yediğim sebada’lardan sonra beybiler  Öptüm canım…

9 Temmuz 2014

ÇOCUK SİZE EMANET

Herkese selam! Evden bildiriyorum. Bildiğiniz şaman hayatına geri döndük biz. Annem yıllar önce küçük bir servet ödeyip İran’dan halı almıştı. Nihayet kıyıp yere serebildi. Lakin üzerine basmayı şiddetle yasakladı. Etrafında dönüyoruz şaman tadında. Havaya girip ateş yakacağız diye korkuyorum, bişi değil. Baktı ara sıra ufak kaçamaklarla üzerine basılıyor, son çareyi halının üzerine çarşaf örtmekte buldu. Önce biz de inanmadık, lakin begayet ciddiymiş. Şimdilerde ortasında çarşafla kaplı bir İran halısı olan bir evde yaşıyoruz Allah inandırsın. 21. yüzyıl bizim eve gelemedi, biz hala 20. yy sonu 80’lerin havasındayız beybi. Türk kadını bu, menşei, eğitim düzeyi, sosyal statüsü fark etmez. Nihal Abla da evin girişine çok özel karolar döşetmiş, sonra da üzerine basılmasın diye kırmızı halı örtmüş. İşte bu yüzden evlenmeye korkuyorum, havaya girerim mazaaaallah, evde misafir odası filan yapıp koltukları çarşafla örter kapısını da bayramdan bayrama açarım. Çok tırsıyorum makûs muhtemel geleceğimden! Hafta sonu komşuya kaçtık. Başka bir şey isteseymişim hayattan keşke. Ayağımızın tozuyla Atina’ya varıp da o gece Dalaras’ın çimenler üzerinde dinlemelik bir konseri olduğunu öğrenince bu hakkımı ziyan ettiğimi anladım. Yıllar yılı bir canlı göremediğim fetişimdir Dalaras. Patrikhane’nin sürprizi olarak geleceğinde valilik Dalaras’ın Türk karşıtı ruhundan haberdar olup konseri iptal etmişti.(O ana kadar hiç duymamış olmaları da valilerimizin eğitim seviyesini gösteriyor). Müziğin milliyeti yoktur yavrum ya! Neyse, Alper mou’nun sayesinde en sevdiğim parçalardan mürekkep bir konser izledik/dinledik. 6 yıldır aktarmalar hariç ayak basmamıştım Pallas Athena’nın şehrine. Eski sevgililerimin en kralı Chronis’in mahallesinde konaklayıp onu anmamak olur mu? Arkadaş, sevgili dediğin sürpriz dolu olmalı. Hayatımın en güzel noelini hediye etimişti bana. Dedelerimin geldiği köyü bulup, onun içinden geçen bir restoranı kapatıp Balkan müzisyenleri çağırmıştı da çatlayana kadar dans etmiştik masada. İçi Afrodit freskleriyle dolu, sobasında kestane pişen, nehrin göbeğinde bir restoran! İç savaşın en derin ve korunaklı yerleri olan Karpenisi Dağları’na çıkmış, İstanbul’un fethinden sonra kaçırılan nadir eserlerden olan bir mozaiği görmüş, günlerce dağ bayır dolaşmıştık. Selanik’in en güzel otelinde yere kadar cam koca bir süitte, burnumuza kadar sokulup geçen koca gemilerin önünde Natacha Atlas’ın tüm albümlerini dinleyip çocuk kıvamında zıplamıştık. Sevgili okuyucu hatırlar, bana da çeyiz olarak Atatürk’ün tek nüshası olan ve kimseciklerin bilmediği bir fotoğrafını saklamıştı. Siz siz olun attan inip eşeğe binmeyin. Medeniyetin ne demek olduğunu anlamak için sınırı geçmek yeterli. Tıka basa dolu otobüslerin mis gibi kokan insanlarla dolu olduğu, insanların yere çöp atmadığı, donsuz dolaşsanız kimsenin dönüp bakmayacağı, konserin başlamasını beklerken çimenlere yatıp kitap okuyan insanların olduğu, plajlarında hala denizden çıkınca zeytin ağacı altında oturabileceğiniz toprak bence yeterince medenidir. En azından bana bu kadarı yeter. Bir kızım olursa (ki bu dünyanın başına gelecek benden sonra en büyük felaket olacaktır) adını Athina koyacağım iyice kesinleşti. Bir oğlum olursa da Paris. (Kendisi istediğini seçsin, elmayı kime isterse versin diye). Seçiçi prens olsun diye. (“Elektör (seçici) prensler aşağıdakilerden hangisini seçerler?” sorusunun cevap seçeneklerine “ıspanak” koymuş bir hoca olarak üniversitedeki ciddi profilimin kenarlarından gördüğü hasarı tahmin ve takdir edersiniz.) Pallas Athena, bilgelik tanrıçam benim, neden kendisine bu kenti seçmiş her seferinde daha iyi anlıyorum. Poseidon’la Athena Atina için yarışırlar. Poseidon üç dişlisini saplayıp su çıkarır, Athena da ilk zetin ağacını çıkarır yerden. Akropolis’te o olduğu iddia edilen bir zeytin ağacı bugün hala yükseliyor. (İnanması hoş). Ve Athena kazanır. Seray’cığımla pastanede çocukluğumdan kalma bir dilim muzlu pasta yemek bile sürpriz dolu. Ayrılırken çilek tadında mitler anlatıyor bana. Yıllar sonra yeniden Akropolis’e çıktık, müzelere daldık Meral’imle. Beni yeryüzünde en çok etkileyen üç müzeden biri olmuştur hep. Gezmekten bıkmam. Diğer ikisi de Zacatecas’taki yerli maskeleri müzesi ve Simi’deki Panormitis Manastırı Müzesi, özellikle de mesajlı şişe koleksiyonu. (Bir gün bir suç işleme hakkım olursa oraya girerek bütün şişeleri açıp okumak isterdim hani.) M.Ö. 14. yüzyılda Kiklat Adaları’ndan çıkan freskleri unutmuşum. Sen 25 bin yıldır resim yapan adamlarla yarışabilir misin, Abidin? Sana da yazık. Agamemnon’un maskesi, devasa kouros heykelleri, müze bazında gördüğüm dünyanın en eski yatağı, neler neler. Silkindik, kendimize geldik tek dişi kalmış canavarla. Bu son defa yine fark ettim ki benim sokakta çalan tüm saçma şarkılar da dâhil olmak üzere Yunan repertuarında bilmediğim şarkı yok. (Bilmediğim bir Ave Maria  ) Ne zaman vatandaşlık verirler acaba? Oh, mis gibi Syriza’ya oy veririm, gül gibi parti liderim olur: yüzüne, ruhuna bakılacak adam Alex Tsipras. Yıllardır kardeş bildiğim cadaloz geldi Rize’den. Üniversitedeki karizmamı yerle bir etti gitti. Giderken bizim hoca arkadaşlara dönüp beni göstererek “çocuk size emanet” demez mi? Üç vakte kadar katil olacağım galiba. Ha, bir de “nihai hedef” diyen bazı zatların nihai hedefini çözdü: tabut, kefen ve pamuk üçlüsü. Zeki çocuk. TUS’ta (Tıpta Umutsuzluk Sınavı) 8000 kişiden ilk 150’ye girdi. Bundan sonra ailemizin kardiyoloğu olacak, gönül işlerimize o bakacak. Ben bu işe uçunca cevabı yapıştırdı: “Sen ne seviniyorsun, sen de kalp yok ki!’”. Övgü de öyle diyor. Bendeki kalp sızıntı yapıyormuş. Ağız tadıyla bir aşk acısı bile çekemedim yıllarca. Azami iki gün sürüyor, acıyı rentabilize edecek vaktim bile olmuyor. Sonra benim kitaplarım neden şenlikli? Acı bende durmuyor ki anacıımm. Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır nam kitabım çıktı. Rafları şenlendiriyor şu an. Öğrencilerim başlamış okumaya. Hatta ev arkadaşlarına bile okutmaya başlamışlar. Başak’çığımın ev arkadaşı kitaba bakıp “Ay, bu ne biçim hoca” demiş. Ben de yıllardır kendime o soruyu soruyorum zaten. Palyaço kadrosundan başka işe giremeyince çaresiz akademisyen olduk. Kardeşim gelirinin Soma’ya gittiğini öğrenince, ilk sayfadaki “Soma” kelimesini kazıyıp yerine “Merve Kumrular” yazma fikri geliştirdi. Hem de kitapçıları tek tek dolaşmak suretiyle. Rize’nin havasından suyundan galiba, hemen bir nakit sevdası yeşeriyor. Büyüklerimizden biliyorum  Her seferinde kahkaha komasıyla son bulan çılgın film günlerimiz devam ediyor. Yarın futbol temalıyız. 48 ayın sultanı gelmiş, Ender öyle diyor. Hatta geçiyor bile. Mehmet’in de canı Kusturica’nın Maradona belgeselini izlemek çekmiş. (Bininci defa). Ah, şöyle tatlı bir Santa Maradona olsa da izlesek. Stefano Accorsi’nin gül yüzünü görsek. Bir de L’arbitro (Hakem) nam bir film çıktı geçen yıl. Accorsi’nin menajeriyle arkadaş oldum bu sayede, lakin filmi daha bulamadım. (Bence fena başlangıç değil). Olay Sardinya’da geçiyormuş. Bu da ona ekstradan 10 puan demek. Elimde değil, sevmiyorum Almanya’yı. Almanlarla derdim yok, sorun Almanya. Fıkradaki gibi, “annesini göremesin istiyorum”. Geçenlerde Cezayir’de Oran havaalanında peşimi bir saniye bırakmayan polis ve şoför kadrosuyla birlikte Almanya-Portekiz maçını izlerken fark etmiştim de bu Alamanların koskoca dünyada tek dostları yok anacım. Ama kader tanrıçaları, deli Fata’lar hep onlardan yana. Ender’den aktarma bir Gary Lineker sözüyle devam edelim: “Football is a simple game; 22 men chase a ball for 90 minutes and at the end the Germans win". Son film günümüzde kendi kendine gelişen temalardan biri de şarkı sözleri gaflarıydı. Ender “Geçen Cuma gelecektin, aylar oldu gelmedin” deki matematik hatasını bulmuş. Bir de “Eksi kırk derece suda bile yüzerim inan ki” dekini. Demirhan ise Arı Rıza Binboğa’nın “özgürlük ve barış tüm insanların özlemi olacak yarınlarda”ki korkunçluğu yakalamış. Gerçekten daha büyük bir gaf olamaz bence. Ama bak, adam bilmiş. Aynen de öyle oldu. Son olarak yine Ender’in dediği gibi: “Şikâyetim Maradonaaa”. Ha, bir de hayatta anlatacak bir hikâyesi bile olmayan insanlardan uzak durun. Aradığınız kalbe ulaşılamamıştır. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz. Öptüm canım.