18 Eylül 2014

EVDE OTURAN ERKEN ÖLÜR

İşte hayatta en sevdiğim atasözü. Bittabi bir çingene atasının aklına gelmiş bu: Evde oturan erken ölür. Bozcaada’dan geliyorum. Biricik Selçuk’umuzu everdik. Aral Çifliği nam dünya üzerindeki cennete yayıldık, dans ettik, ateşler yakıldı. Alkol sel oldu. Tekilaya tekila demedik. Bozcaadalılar reçel işinde tatlı tatlı su kaçırmışlar. Nane, ebegümeci, gelincik derken ben hariç her şeyin reçelini yapmışlar. İçi bademli beyaz domates reçelinin müptelasıyım. Sevgili Korkut da gelmiş. Kardeşimin yıllar önce beklenmedik bir anda yapıp hepimizi yerle yeksan ettiği bir espriyi hatırlattı Korkutçuğum: Kunut duası cemaatle kılınınca ne olur? Toplu Kunut. Mevlevilerin kandırılma yoluyla tutuldukları için olta balığı yemediklerini ondan öğrendim. Selçuk düğün öncesi bizi deniz kenarına park etti. Düğün organizasyonunda zirve diye buna derim. /// Dönüş yolunda arabada Bora bize Yeni Türkü çaldı. Hala içimi parça parça eden “Yağmurun Elleri” (Ki e. e. cummings’in enfes şiiridir) çaldı. Şarkı bitti Ender aradı. “Ha ha, Tekirdağ’dan geçiyorsan Namık Kemal’in heykeli önünde de dur, ellerine bak” dedi. O gece görmüş, korku filmi gibiymiş. “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle büyük elleri yoktur”, demez mi Ender! (Bildiğiniz üzere Yağmurun Elleri’nin nakaratı). Bir anlık sessizlik. Neyse, bu telapatiden sonra öğrendim ki Namık Kemal’in ellerini küçültmeyi akıl etmişler. Malum, bizim bünyede de heykel sanatı barınmıyor. Türkiye’nin dört bir yanındaki komik heykelleri toplayan bir site vardı. Alt yazılarını okurken gülmekten ömrüme ömür kattıydım. Hele bir Bizans askerleri yapmışlar ki, hangi köyün yerli kıyafetli kadınları olduğunu bilemezsiniz. /// Ancak ve ancak beni bulacak olaylar serisi hızla ilerliyor. Efenim, yazın göbeğinde çok sevdiğim bir arkadaşımın yanına gittim. Sahilde oturuyorum. Tam bu esnada twitter’dan bir takipçi başlığı “Prof. oldum, bu da size kapak olsun” olan bir yazı eklemiş, bana “Hocam, bakın kimler prof oluyor, siz ne zaman olacaksınız” yazmış. Ben de şaşkınlıkla yazıya bakarken arkadaşım, birkaç gün bizimle kalacak arkadaşını alıp geliyor sahile. Gözlerim tavada yumurta gibi yazıya bakarken, “Arkadaşım yeni prof oldu” demez mi! İsme bakıyorum veee… Aynen tahmin ettiğiniz gibi. 70 milyonluk ülkede bunun vuku bulma ihtimali nedir sizce? Olasılık hesabı yapsan matematik çöker. /// Yaza başlarken Ebru’cuğumla Nazlı Eray’ın Bodrum’daki rüya evine gittik. Beni ilk gençliğimde yazmaya iten üç tatlı kadın yazardan biridir Nazlı Hanım. Her zamanki gibi sürprizlerle doluydu. O ışıklandırılmış taş evinin rüya bahçesini hala bir film karesi gibi hatırlıyorum. O gün Bodrum açıklarında Palavra Koyu adını koyduğu bir yere gitmişler. Bütün dileklerin gerçekleştiği bir yermiş. (Oradan tıkır tıkır çalışan bir kalp dileyeceğim). Marilyn Monroe ve Arthur Miller ilişkisini anlatan leziz bir kitap okuyordu: The Genius and the Goddess. Heyecanını bize de bulaştırdı. Arthur Miller’ı maymun ettiğini, ona gestapo gibi davrandığını ondan öğrendim. Bize “sevgiyle yapılmış kurabiyeler” verdi. Tadı hiç kalbimden çıkmayacak. /// Nazlı Eray’ın tatlı bir altıncı hissi olduğunu tüm edebiyat camiası bilir. Baktığı falların çıktığına defalarca şahit olunmuştur. Yıllar önce Kordon’da bana sıra gelmemişti, açığı bu sefer kapattık. Tatlı bir ecnebi gördü falımda Nazlı Hanım. Ay Falcısı en sevdiğim kitaplarındandır. Yaşamının hayale karıştığı leziz bir kitaptır. O gece bir de Rüya Ekranları Ormanı kurgusunu hatırladım. Rüyalarımızı bir ormanın göbeğinde dev bir ekrandan izleyebileceğimiz bir projedir bu. Keşke yaz aylarında gazoz ve çekirdekle rüyalarımızı izleyebileceğimiz bir Rüya Ekranları Ormanı olsa, di mi? /// Kıbrıs’ta otobüse basçık (bus-çık) deniyormuş. ( Çılgın bir Twitter şahsiyeti olan Potemkin Zırhlısı dedi). Kıbrıs’a da Gıbrısçık diyorlar bizim yavru vatanlılar. Ama her dem favorim bademcik’e badem demeleri. Anlayacağınız Gıbrısçıklılar’ın bademleri şişiyor. Özlem (Potemkin Zırhlısı) basçık deyince aklıma Lipsi adasında “bus” gelmeyip de ne yapacaktı acaba? Birkaç hafta önce Patmos’tan Lipsi’ye indim, minicik unutulmuş bir adacık. Otobüs saatleri yazmışalr bir duvara. Küçük bir sefil turist kafilesi olarak bekleşirken dökülmenin arifesindeki bir minibüs geldi. Arka cama devasa bir yazı yapıştırmışlar: BUS . (Gülmeyip de ne yapacaktım? )/// Artık dört bir yanım Rusperestlerle çevrildi. Ruslar hayatımın içine kadar girdi. Rusya’da “Cumartesi günü sadece Türkler ve eşekler çalışır. Pazar günü ise sadece Türkler” deniyormuş. Ender söyledi. Özlem de “İspanya’da da sadece aptalların çalıştığını sanıyordum ben” dedi. Oysa ben İspanya’nın o halini seviyorum, çalışmayı rafa kaldırma ihtimalini yani... /// Niça ve Antoş’u ziyarete Burgaz Ada’ya gittik. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün, yarın ölecekmiş gibi yarın için yedik. (Bence de din dersi kaldırılsın, bak yıllardır aldım, bir hadisi bile tam öğrenememişim. Bende en iyi duran ilim-Çin ikisili. ) Lübnan zahterini mis gibi zeytinyağına bandık, isli balıkları lölp löp yuttuk, vesair nefasete gömüldük. Burgaz Ada’da dört yüz yıllık bir manastırın denize bakan tarafında yaşıyor Niça ve Antoş. Özetle yeryüzünde cennet. Niça’nın annesi eskiden şapkası ev çantası olmadığı zamanlarda İstiklal Caddesi’nden geçmeye çekinip ara sokaklardan dönüyormuş eve. Evrim bizim ülkede tersine işliyor. Ben de artık ara sokaklardan gidiyorum, Arapların yeni saç ekilmiş yarı kanlı ve sargılı kafalarını görmemek için tabii ki. Sebep yine estetik yani. /// Antoş’un pek komik bir çocukluk macerası var. Kuruçeşme’de Aya Dimitri Rum Kilisesi’nde eskiden beri dertlere deva olan bir papaz varmış. Gerçekten pek çok mucizeye şahit olunmuş. Antoş da küçücük bir çocukken papaz kilisede üzerinden atlamış. Atlarken de yanlışlıkla bacağına basmış. Antoş da çığlığı basınca bir kargaşa hâsıl oluvermiş tabii. Halk kiliseden koşa koşa çıkmış. Bir cumartesi sabah duasına ben de gidip bunu tecrübe etmek istiyorum. (Bacak ezdirme kısmını değil tabii). /// Antoş “Nerede ders yapıyorsun? Sınıfta mı, yoksa barkovizyondan evden mi?” deyince Niça benim cevabı verdi: “Evde hiç yok ki evden yapsın!” /// Pablo sabah kahvesine geldi. Ne çok özlemişim onu. Enver Paşa’nın Kudüs’te İspanyol büyükelçisiyle poker oynadığına dair şenlikli belgeler bulmuş. Bir de yalnız tatile çıktığımı, ama sadece 3 gün yalnız kaldığımı söyleyince pek faydalı bir İspanyol atasözü söyledi: İnsan elleri boş, kalbi açık (con manos libres y corazón abierto) tatile çıkmalı. Atası İspanyol olanın kalbi aşktan kurtulmaz. Bak bu güzel durdu. /// Günseli Kato’nun hastasıyım. Üniversitede derse de geliyor. O gelince bana çılgın bir enerji girişi oluyor. Enerji topu olup yuvarlanıyorum. Bugün okuldaki arkadaşlara “Ay, bu kız hep âşık gibi dolaşıyor. Yanaklara bak, kıpkırmızı, onun yanında hepimiz veremli gibi duruyoruz” dedi. (Aslında biz onun yanında hayli renksiz ve karizma yoksunu kalıyoruz, o başka). Sürekli âşık gibi dolaşmama gelince, ben aşık olduğumda benim niye bundan haberim olmuyor onu anlamadım. /// Ercüment Hoca’ya ziyarete gittik Meral’imle. Kırmızı bir tişört giymiş hoca. Malum yaş 93. Pek de yakışmış. “Hocam çok yakışıklı olmuşsunuz” deyince aldık cevabı: “Sakın âşık olmaya kalkmayın!”. /// Kalbimde saçma salak bir heyecan var. Şimdi oturup sakince geçmesini bekleyeceğim. /// Selçuk, olm, adamın dibisin!

11 Eylül 2014

HÜLOĞĞĞĞĞĞ …

İnanmayacaksınız ama ben eve döndüm. Sırasıyla Petersburg, Bodrum, Kos, Patmos, Lipsi, Simi, Siros, Tinos, Andros, Mikonos, Tiflis ve Gori ve sair Gürcü kasabasından sonra artık evdeyim. Yolu nasıl mı buldum? Tabii ki Google Earth ve Tomtom’la. Eh, biraz da hafızayı zorlayınca evi hatırladım tabii. Mahalleli metruk diye satmaya kalkmamış çok şükür. Evi kiraya verip bavula yerleşme fikrinde sabitim. Komşular iyiden iyiye bavul ticareti yaptığıma kanaat getirdiler. Düşündüm de, hiç de fena fikir değil aslında. Oturup bir gezi yazıları kitabı yazayım diyorum, ama gezmekten yazamıyorum anacııım. İşte böyle zamanlarda kendimi twitter hesabı hacklenmiş bir Melih Gökçek gibi çaresiz hissediyorum. Yediğim içtiğim bana kaldı zaten (yanlarda tatlı yağ katmanları olarak), ben bari gördüklerimi anlatayım. Deniz tarihi kongresi için Petersburg’a gidip beyaz gecelerin son demlerini yaşadık.(Aslında ben hala Leningrad demeyi seviyorum şehre. Petrograd da güzel isim. Petersburg adının verilmesi ise cennetin anahtarlarını elinde taşıyan Aziz Pedro’dan geliyor. Şehre cennetin tüm güzellikleri verilsin diye bu adı almış.) Son demleri derken gece saat 10’a kadar şehrin göbeğindeki parkta bikiniyle güneşlenen Rus hatunlar demek istiyorum. Ruskilerin güneşi görebildikleri bir iki ayda akıl tutulmasına uğramaları doğal. Anacım, ben bu yüzü gülmeyen halkları sevemiyorum. Sevemedim Rusları. Şöyle bir baş balet Mihail verselerdi o zaman bir düşünürdüm. İlber Hoca da kongreye gelince de keyfim yerine geldi. Onun kanatlarında Petersburg’u gezmenin tadını tahmin edersiniz. Hermitage’ın ziyaretçilere bile açılmayan salonunda Kuğu Gölü balesine götürdü Feza Hoca’yla beni. Rüya gibiydi. Ruslar bale yapmak için yaratılmış, bunu biliyorduk zaten. Sadece bale yapsın onlar mümkünse. İlk romanını Rus baletleri hayal ederek yazan bir yazan olarak benceki heyecanı düşünsenize. Hermitage baş döndürücü tabii ki. Her objeye sadece 1 dakika bakınca 2 yılda bitiyormuş. Sergilenenler yanyana geldiklerinde ise 27 km yol yapıyormuş. Beni en çok İskit seksiyonu heyecanlandırdı. Arkadaş MÖ. 5. yüzyıldan devasa bir keçe halı kalabilir mi? Ölülerle birlikte gömülen keçe nesnelerin ilk günkü renklerinde kalmış olması akıl almaz. Walakin Petersburg’da favorim Rus Müzesi oldu. İlber Hoca’yla iki saat dolaşabildik, bazı tabloların önünde 20 dakika durduk, hoca tek tek anlattı. İlya Repin’e âşık oldum. Hele bir IV. Mehmet’e mektup yazan Zaporojya Kazakları tablosu var ki önünden hiç ayrılasım gelmedi. O Kazak’ın o muzip yüz ifadesi beni benden aldı. Dün sabah kuzen aradı, baktım kahkahadan konuşamıyor. İzmir’deymiş, bir gece önce kör kütük sarhoş olmuş. Gecenin sonunda da kendini taksiye atıp “Anemon Otel’e” demiş. Otele gelip asansöre binmiş, bakmış 11. kat yok! O kafayla 11. katın yokluğundan şüphelececeğine, “olsun, 9. kata çıkıp oradan da yürüyerek çıkarım” demiş. Otelin başka bir Anemon Otel olduğunu anlaması uzun sürmemiş. İzmir’de dört adet Anemon Oteli olması da onun bahtsızlığı tabii. “Kuzen, iyi haber: yatağımda uyandım, kötü haber saat 10’da uyandım.” 10’da kalkan otobüsü de kaçırınca yeniden otogara gitmiş tabii. İstanbul otobüsü bulamayınca Bursa’ya talip olmuş. Bileti satan adama “Bursa’dan da yürürüm artık” deyip oraları da karıştırıp gelmiş çılgın kuzen. Ozzy sadece sülalenin değil, memleketin sayılı çılgınlarından. Hatta artık Brüksel’de yaşadığı için çılgınlık şanını Avrupa’da da zorluyor bu aralar. Milano’da, Como Gölü’nün ortasında bir adada sergi açtı. Saray gibi bir ev verdiler kuzene koca adada tek başına. Adadaki taşları toplayıp mangal yapmış diğer iki arkadaşıyla. Tanrım, sen dünyayı biz Türklerden koru  başka bir deyişle, Avrupa’nın biz Türklerle imtihanı. Osmanlı’nın kitapları kitap kurdundan koruma yöntemini çok geç öğrendim Mehmet’ten. Kebikeç kitapları koruyan cin ya da melek olduğuna inanılan varlıkmış. Kitapları kurttan korumak için ilk sayfalarında “ya kebikeç” şeklinde başlayan dua olduğunu da Günhan’dan öğrendim. Acaba evdeki kitapların tozundan ve astımdan koruyacak bir cin var mı? Eski sevgilim Serkancığım ve dünyanın en eğlenceli kardeşlerinden Serdar bizi Agora Meyhanesi’ne götürdüler. Yola çıkmadan önce de “Ben gittim baktım, Hronis yok ortalıklarda” dedi. Hronis de bir önceki sevgilim, Agora Meyhanesi’nin de dört ortağından biri. Bunun beni bulma olasılığı 17 milyonluk şehirde nedir diye artık sormuyorum. Dünya tatlısı bir mekân olmuş. MS 5. yüzyılda kurulan surlar meyhanenin aynı zamanda duvarları, duvarlarda eski müdavim resimleri. En babası da Âşık Veysel ve önündeki koca bira şişesi. Agora Meyhanesi şarkısının şarkıya yansımayan beyitine vurulduk: “Saçının her teline bir galon içilir, gözünün her rengine bir yıldız seçilir.” Halil İnalcık Hoca’mız 97 koca yaşını doldurdu. Ankara’da kocaman bir partiyle kutladı bunu. Atladık Ankara’ya gittik. Emineciğim hocanın doğru yaşını geçen sene hesaplamıştı. 6 Eylül 1917 Haydarpaşa yangınının ertesi günüymüş. Hocamız bu sayede hayattan 1 yaş daha çalmış oldu. Nice yıllara, sağlıkla ulaşsın. Hep yanında olma lüksü bizde kalsın. Dün gece evim tarihinin en şenlikli akşam yemeklerinden birini gördü. İlber Hoca’nın şerefine bir yemek yaptık. Bu şehirde onlarla yaşamayı pek sevdiğim, pek az görebildiğim dostlar da geldi. Takdir edersiniz ki zor misyon. Bu işten alnımın akıyla çıkmak için sürprizlerle dolu bir mönü hazırladım. Tito’nun aşçısından enginar çorbası (bir de kitapta kaplumbağa çorbası vardı ki o işe hiç bulaşmadım bittabiii) ve Fidel Castro’nun çok sevdiğini söylediği Mango Toledo tatlısı. Tatlıyı aslında bilmiyoruz. Ben Küba tatlıları bilgimle tatlının yeniden konstrüksiyonunu yaptım. Akıllara ziyan oldu. Bir gece önce gece kalkıp kalkıp birkaç tabak yuvarladım karambolde. İnanmayacaksınız ama hocadan da bu tatlıyla onay aldım. Gece olanca şenliğiye devam ederken Nejat üzümlü-fıstıklı pilavımı “Özlem’in pilavına bakın, nasıl tel tel” diye gösterince bende soru işaretleri belirdi. İlber Hoca’ya dönüp “Hocam, yemek işini de kıvırıyorum, pilav da başarılı, ee ben neden evde kaldım o zaman?” deyince Enver cevabı yapıştırdı. “Çok kolay, davet ettiğin profile bak, bizden bir şey çıkmaz. Şöyle yakışıklı gençlere bir davet verip arasından seçeceksin” dedi. (On numara tavsiye, hemen yerine getiresim var.) Tam o sıra eşi, “Kız evlenmiyor, aşk yaşıyor, ne güzel “ deyince Hoca beni hayatta en güzel anlatan cümleyi kurdu. “Peh, aşk yaşıyor, onu da gidip yanlış adamla yaşıyor!”. Günlerce gülebilirim buna. Tanrım, doğru söze ne denir! Yıllardır yemeklerimle dalga geçen Deniz’in söylediğine göre artık içime bir aşçı girmiş. Ölmeden önce Siros’ta bir restoran açma hayali palazlandırdık kardeşimle. (Yusuf Hoca’nın taksicisi olsa “ölmeden önce” deyince “eh, pek de bir şey kalmamış” derdi.) Son mönümün gideri var bence: Kapari yapraklı domates, tahinli avokado kreması, narlı börülce, fırında turuncu tatlı patates, zencefilli somon, kaparili safranlı yaprak sarma, enginar çorbası, taze kekik salatası, üzümlü fıstıklı pilav, Mango Toledo. Akademiyi bırakıp köşede bir restoran açsam bir yıl sonra Ekvador sahillerinde yan gelip yatarak chirimoya yerim. Hukka nam bir mekân varmış, burjuva ehl-i Müselman’ın gittiği. Her içkinin alkolsüz versiyonu satılıyormuş. Allahım, sen benim aklıma mukayyet olamadın, bari bunlarınkine ol. Neyin kafası. Alkolsüz birayı hayal bile edemiyorum. Düşünsene bira göbeği bile olmaz ondan. Neyin kafası diye sormayacağım, kafa galiba bu kapağın altında. Benim alkolsüz versiyonumu da yapsalar keşke son zamanlarda. Geçen gün Mehmet kendisine twitter’dan “PKK ve CIA’yle birlikte çalışıyor” gibi bir cümle yazan tek kişilik akıl hastanesine enfes bir cevap yazmış hashtag açıp. #BonzaiYasaklansın. Bayıldım wallahi. Günlerce güldüm. İnce zekâ farklı şey arkadaş. Günlerdir 2-3 saat uykuyla yaşıyorum. Tatlı bir zombi kıvamındayım. Geçen gün bir arkadaşımı aradım, “7’de yattım, dünden kalmayım” dedi. “Yok”, dedim, “sen büsbütün bugünden kalmışsın.” Halkım kendini aşıp bugünden kalma seviyesine çıkmış, ama makale yazarak. Bir de bana bak. Safi eyyam. (Eyyam, yevm’den geliyor. Arapça “gün” demek. Yevmiye de oradan, günlük. Kapa parantez.) Son zamanların en iyi fıkrasını Emineciğim anlattı. Temel’e sormuşlar “Güzellik mi, aptallık mı?” diye. “Güzellik geçicidur, aptallık olsun” demiş. Çok sevdiğim bir deyim var. “Non ha un perché”, hayatta bir nedeni olmayan insan. Avrupa’nın IQ’su en düşük 4 ülkesinden biriyimişiz. Bana soracak olursan akıllı olup milletin kahrını çekeceğime, deli olayım millet benim kahrımı çeksin. (Oradan bakınca da zaten öyle olduğu anlaşılıyor değil mi?) Ruhum Arap saçı. Şu kafayı artık bir toparlayayım diyorum, sonra bir bakıyorum aradığım kafaya ulaşılamıyor. İçimdeki salak heyacanı anlatabileceğim tek ünlem efektiyle sahneden ayrılıyor, sizi öpüyorum anacım… Hüloğğğğ!