29 Kasım 2014

Bİ ÇAY DAHA KOİM Mİ, FRAN?

Tersten okununca anlam bulan şehirden geliyorum. Alitalia (Bildiğiniz gibi Always Late In Taking Off Always Late In Arriving’in kısaltması) ile geleydim iyiydi. En kötü ihtimalle abaküsün ilk sırası ile sayıp verdikleri krakerlerden iki tane yer, açlığın doruklarında sürünerek gelirdim. Bonus olarak havada bir iki hostesle kavga eder sinir sistemimi dezenfekte ederdim, filan. Bir an zaman zaman düet, zaman zaman kanon yapan iki veledi kafalarını birbirine sürterek elektriği yeniden bulsam kaç yıl yerim dediysem de, sonra kendimi sakinliğe davete edip bu davete icabet ettim. Geçirdiğim yolculuk sonunda ise THY için renkli bir reklam metin yazdım: “Türk Hava Yolları’na hoş geldiniz. Bavulunuzu buraya verin, Pasifik’te adını bile bilmediğiniz bir adaya gönderelim, bulamayın. Uçaklarımızda zırıl zırıl ağlayan çocuklar var, bir görseniz siz de çok seversiniz. Sevginizle öldürürsünüz. Garanti. “Selamün aleyküm” diye sizi karşılayan pilotlarımız bile var. Kendinizi Suudi topraklarında hissettirip bunun için beş kuruş hizmet bedeli almıyoruz. Size verdiğimiz yemek diğer havayollarının bilet farkının yüz katına çıkıyor, siz “meat or chicken” diye düşünürken biz sizden hacıladığımız avroları altın dişlerimizi göstererek sayıyoruz. Avrupa’da en çok şehre biz uçuyoruz. Sorsanız, haritada bile gösteremeyiz, o başka. Pilot hariç kimsenin yolunu izini bilmediği saçma sapan bütün şehirlere biz gidiyoruz bu dünyada. İsteyin, köyünüze bırakalım. Uçuş hostesleri dışında iler tutar yerimiz yok. Biz bile şahsen başka havayollarıyla uçuyoruz.” /////////////////////// Üzerinize afiyet yarın ölecekmiş gibi bugün için yedim. Pantagruel ve Gargantua tadında yalayıp yuttum. Hatta bir akşam bir garson boğulmama ramak kaldığını görünce dehşet içinde “Di dove sei?” dedi. (Ablam, güzel ablam, sen nerelisin sorması ayıp?” diye çevirsek tercüme hatası olmaz hani. Ya da biraz yaratıcı bir çeviriyle: “Abla, masa örtüsü bize kalsın” ya da “Soy da ye”.) Tüm özlediğim şeylere saldırdım. Sicilya’nın o enfes cassata’sını yapan pastaneye ortak oldum. Korsika’da kestane unundan yapılan bir bira keşfettim, müptelası oldum. Carciofi alla romana (Roma usulü enginar) yedim, ihya oldum. Malum, Avrupa’da enginarı bizim gibi tüketen yok. Onlar enginar kalbi yiyor, biz enginar tabağı. Enginar tabağı sadece Venedik’te vardı, o da malum Osmanlı etkisinden. /////////////////////////////// İlk defa bir sempozyumda gerantoloji sahası açılması. Başka bir deyişle “God’s waiting room” bir grup değildik. Dört farklı dilde sunum yapıldı, çeviri de olmadı, çünkü herkes her dili konuşuyordu. Ana dili gibi Asur tabletleri (cuneiform) okuyan sinir bozucu bir İtalyan vardı. Sonra rüya bitince Törkiye’ye dönüyorsun elif, be seviyesine. /////////////////////////////////// Roma tam babamın alışverişte fahiş fiyatlarla karşılaştığında verdiği tepkiden vermelik olmuş: -Bu ne kadar? -X lira, amca. -Yok evladım, ben 12 tane almayacağım. Bir tanesi kaç lira? //////////////////////////////// İnce kanallardan gelen habere göre öğrenciler arkamdan “deli” diyorlarmış. İltifat kabul ettiğim için kızmadım. Amfinin ortasına gelip koydum ellerimi belime, “Bana deli diyormuşsunuz” dedim. Kahkahayı bastılar. Allah’ın bir kulu da “yok, demedik” demedi. Bildim ben onu :P /////////////////////////// Geçen gün CNN Türk’te Mirgün Cabas’ın yeni başlayan programına konuk oldum. (Dünya tatlısı bir insanmış bu arada, bayıldık.) Aynı gün Emine Ülker Tarhan da konukmuş. Meral’imle geldik kapıya. “Mirgün Bey’in konuğuyum” dedim. “Ah, Emine Ülker Tarhan’sınız değil mi? Hoş geldiniz”, dedi. O an bende alt yazı geçti: Fesuphanallah. Meral “Emine Ülker Tarhan benim”, dedi. Kadın heyecanla elini uzattı. “Hayır, değilim ayol”, deyince kadın bütün bunları hak ettiğini anladı. O an alt yazım: Yuh kızım, medyada çalışıyorsun. Bilmen gereken topu topu 3-4 kişi var zaten. Ben bilmesem, bana yakışır. 15 yıldır televizyonsuz ortamda yaşıyorum. Bir takipçi de pek güzel yazmış: Siz buz ve ateş kadar farklısınız. Evet, Ünlü’den enfes bir parça olan “Buz ve Ateş” gelsin bizden kapıdaki hatuna. //////////////////////////////////// En sevdiğim halim, düşünmeye fırsatım kalmayan halim. Zaten tahmin ettiğiniz gibi düşünmek çok sık yaptığım bir aktivite değil. Düşünmeden yaşayınca hayat daha heyecanlı oluyor. Zombi filmi çekmek için uygun kıvamdayım. Köle gibi çalışıp çılgın gibi eğleniyorum. Uykuyu rafa kaldırdım. Geçen gün eve erken geleyim de uyuyayım biraz dedim. Gelmeden önce de Pazar günkü köşemizin kendime düşen payını yazıp Mehmet’e verdim. İkimizden birisinin akıllı olması harika bir şey. Yazılara son olarak o bakıyor. (Ben baksam doğrudan Ruh Hastalıkları Hastanesi bülteni diye yutturabiliriz, o derece.) Bir cümle kurmuşum, kendim bile anlamıyorum. Artık ne kafasıyla yazdıysam! Uyku arasında defalarca telefonda görüştükten sonra Mehmet’in “sanırım ben anlamaya başladım cümleyi” demesiyle durumu çözdüm. Devreler büsbütün yanmış bende. O da olmasa, şişko bir hiçim. Durun, bitmedi. Uyku arasında Mehmet’in cümleyi düzeltme çalışmalarına telefondan katılınca benim cümleler rüya girmiş. (Malum Kolomb’la yaşıyoruz günlerdir). Yanlış gemilere binip yanlış aktarmalar yaparak bir Hırvat adasında iniyorum karanlığın içinde. Ter içinde uyandım! (Oysaki bu rüyada tek yanlış benim, bu arada. Hırvatistan, ada, gemi filan hepsi doğru.)//////////////////////////////// Kolomb dalgasıyla bir de Müslümanların kâşifliği çıktı başımıza. Dünyanın yuvarlaklığına kadar geldik bu geyikle yuvarlana yuvarlana. Ben size söyleyeyim, Müslümanların keşiflerini geç, icat ettikleri en faydalı şey imbik ve alkoldür. Al kuhl da Arapça kelimelerin en güzelidir. Diğer güzel bir Arap keşfi de ‘arak, yani bildiğiniz rakıdır anacım. Bence onlar bu iki keşifle insanlığa olan fayda kotalarını fazlasıyla doldurmuşlar. //////////////////////////////////////////// Başar’ımdan maceralarla hayatımıza devam edelim. Başar, on numaradır. Evliliğin taze olduğu günlerde kayınvalide yanına çağırmış, “Başar, oğlum, sen kaç tane dua biliyorsun?”. Tam bizim delikanlıya yakışacak cevabı da almış tabii: “4 tane, anne. 3 Kulhu bir Elham”. Hocanın dediği doğru, Tanrı Başar’ı izleyip eğlenmek için yaratmış. Boğaziçi’nde kafasına bir kez monitör, bir kez de otomatik park engeli düşmüş. Ama hikâyelerin en babası Gümüşlük’te geçiyor. Kahramanımız eşiyle deniz kenarında yemek yiyor, bir bakmış suyun içinde bir ahtapot, bir de ıstakoz. Tasmayla bağlamışlar hayvanları kayaya. (Türk aklını seviyorum). Hayvanlar birbirini yemeye başlayınca “sizin mallar birbirini tüketiyor” diye haber vermiş. Adamcağız da ahtapotu tasmasından çıkarmış. Kaldırırken “pısss” diye bir ses gelmiş arkadan. Ve işte o anda Başar topyekûn (tişörtü, saçları, kolları) bir benek yağmuruna tutulmuş. Ahtapot kılığındaki mürekkep balığının beklenmeyen çıkışı sayesinde Başar bir kez daha mekânın kahramanı olmuş. Hem de günlerce geçmeyen mürekkeple. /////////////////////////////////// Patrik Bartholomeos’un hastasıyım. Geçenlerde bir etkinlik sonrasında enfes bir fıkra anlatmış. İsviçreliler pek gülememiştir, ama olsun, bence faiziyle hak ediyorlar. Biz de böyle ruhani lider isteriz! Tanrı İsviçre’yi yaratırken halka sormuş ne istiyorsunuz diye. 3 dilekte bulunmuşlar, dağlar, nehirler ve bol bol inek istemişler. Hepsini vermiş. Bizim İsviçreliler de düşünüp taşınıp sonunda Tanrı’ya bütün bu nimetlerin karşılığı olarak bir bardak süt hediye etmeye karar vermişler. Tanrı sütü alıp teşekkür etmiş. Dördüncü bir dilekte daha bulunabileceklerini söyleyince İsviçreliler “Madem öyle, 2 Frank verin yeter, sütün parası” demişler. ////////////////////////////////////////// Bu fıkranın gerçek olduğunu anlamak için İsviçre’ye bir defa gitmek yeterli oluyor gerçekten. (Tecrübe ile sabit maalesef). Niça anlattı bu fıkrayı. Durun daha bitmedi. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra görev dağıtımı yapıyormuş. İtalyanlar gelip “Biz ne yapalım?” demişler. “Siz pizza, makarna ve bilumum güzel yemekler yapın” demiş Tanrı. Japonlar da gelip aynı soruyu sormuşlar. “Siz yumuk yumuk ellerinizle elektronik eşyalar, arabalar yapın” demiş yüce kudret. Almanlara da “Sosis mosis, patates matates, yapın işte bir şeyler” diye görev vermiş. Sıra Türklere gelip de “Biz ne yapalım, Tanrım?” diye geldiklerinde cevabı net olmuş: “Gözünüzü seveyim, siz bir şey yapmayın. Milletin yaptığını bozmayın, yeter!” ////////////////////////////////////////// Bugün aylardır peşinde olduğum bir hayal gerçekleştirip Agios Dimitrios Kilisesi’ne gittik. Hem de en şenlikli kadromuzla: Niça, Antoş, İrini Hoca, Müge, cümbür cemaat. Hayatımda gördüğü en güzel birkaç kilise arasına girer. Antoş küçükken yaramaz ötesi bir çocukmuş. Annesi çareyi iyileştirici gücüyle bilinen kilisenin rahiplerinin dertlileri halıya yatırıp üzerinden dua ederek geçtikleri ayine götürmekte bulmuş. Kilise gerçekten mucizevi bir şekilde pek çok hastayı iyileştirmesiyle biliniyor. Neyse, bizim küçük yaramazı götürüp zorla yatırmışlar. Şansa bak ki peder üstüne basmış. O da kiliseyi birbirine katmış çığlıklarıyla. Millet korkudan çil yavrusu gibi dağılmış. İşte en aşağı 40-45 yıl sonra Antoş’un ezildiği kilisede ben de ezilmeye gittim. Halının üzerine yatıyorsun, papaz üzerinden atlarken de bir dilek tutuyorsun. Heyecan dün geceden başladı. Antoş “Bence sen akıl dile” dedi. “Yok”, dedim, “Tanrı’yı zora sokmak istemem.” Yatmadan önce de “Tanrım, bu gece erken yat. Yarın senin için zorlu bir gün olacak” demeyi ihmal etmedim. Bana verilecek akıl onu bile zorlar. Velhasıl gitti bugün kiliseye. Rahip üzerimden atladı. (Dileklerim gerçek olursa size Ekvator’dan yazarım). Anacım, bir peder var, akıllara ziyan. Selanik’ten gelmiş, elektrik mühendisliği ve psikoloji okumuş. Üzerine ilahiyat doktorası yapıyor. Bir de yakışıklı ki, sormayın. Ayinden sonra iyi enerjisini almaya gittim. “Depresyonda mısın?” dedi. “Sizi gördüm, girdim”, diyesim geldi. Yavrum, bizde mahalle imamları var, en iyi ihtimalle ilahiyatta bir iki dua öğrenip geliyorlar. Sohbet ettik pederle Yunanca. Her geçen gün Hristiyan sayısı neden artıyor anladım. Bunlardan her kiliseye bir tane koy, gani gani çoğalsın müminler. /////////////////////////////////////////////// Nurten Hoca’nın balıklarını löpletirken biraz eskiye gittik. Niça’nın annesi eskiden 1 Mayıs gösterilerine gitmesine izi vermiyormuş. Gösteriler Mecidiyeköy’de oluyormuş. “Çok uzak, şehir dışı, nasıl gideceksin oralara!” diyormuş. Bahane sanacaksınız, yok ayol, değil. Bugün Taksim’deki Agia Triada Kilisesi’nin yerinde eskiden mezarlık varmış. 19. yüzyılda Şişli’deki yerine taşınmış. Çünkü Şişli o zaman şehir dışıymış güzeller! ////////////////////////////////////////// Dov'è il Papa, ivi è Roma. (Papa neredeyse Roma orasıdır). Zaten İstanbul’un adı da Nea Roma (Yeni Roma). Geçen gün Arthur pek güldürdü bizi. Papa “Karşılamaya gelmeyin, ben metroya biner gelirim”, demiş. Sonuçta ona benzer bir şey oldu, Francisco Mercedes’i reddetti. Hey yavrum! (Bu arada Mercedes de İspanyolca şükranlar demek). Çaykur’a da Papa’lı bir reklam yakışır. Adamı geldiği ilk saatte kendimize benzetip teinperest ettik. Neyse, Renault, çay may derken bu ziyareti ucuza çıkardı hükümet./////////////////////////////// Twitter’de biri yazmıştı da çok gülmüştüm. “Umarım öbür dünyada Türkiye yoktur”. Bence umarım öteki dünya yoktur. Bundan bir tane daha çekemem anacımm…

15 Kasım 2014

HOUSTON, WE HAVE A PROBLEM!

İlber Hoca etrafındaki kalabalıktan boğulunca “evacuation” diye bağırır! Boşaltın! Benim de en yakın dama çıkıp “evakuasyonnnn!” diye bağırasım var. İnsandan değil, hayatımdaki kalabalıktan. Tam bir bag-lady formatında yaşıyorum. Hani vardır ya İngiltere parklarında yaşayan, ellerinde koca torbalarla evlerini üzerlerinde taşıyan, saçları dolaşmış teyzeler. İşte ben o dalda adayım. Elimdeki torbalarla şehir içinde koşturup, akşam en yakındaki evde kalıyorum. Artık hangi bahtsıza denk gelirse. Sabah spora gidip duş alıyorum. Conrad’da küçük bir dünya kurdum kendime. Menekşesi olmasa da minik bir havuzu, yürüyüş bantları, ağırlık aletleri ve yeşil çaylarıyla ikinci adresim oldu. Bu aralar biraz bana bakıp, çay yaparsanız sevinirim. Evimi temizlemenize gerek kalmadı, çünkü ben de gidemiyorum artık. ////////////////////////// Öğle yemeklerinde arkamızdaki sandalyelere seyirci alsaydık çoktan köşeyi dönmüştük. Malum 20 yıllık arkadaşım Başar son 20 yıldır hiç teklemeden bizi eşit şiddette güldürüyor. Bugün bir pirinç tanesiyle hayata veda ediyordum. “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” dedi. (Ohooo, film şeridi mi? Benim hayattan en iyi ihtimalle Dallas filan çıkar). Kendisi kendine motor üzerinde bir yaşam kurduğu için bütün anıları motor kazaları ile ilgili. Yine öyle bir kaza anında tutanak tutan polis ne sormuş beğenirsiniz bizim delikanlıya? “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” Bizim ülkede polis neden hep Cin Ali seviyesinde kalıyor ya? İspanyolca dersinde çocuklar cv’si olan 3 kadınla erkeği eşleştiriyorlardı. (Ders kitabının fantezisi, ne yapacaksın, suç bende değil yani). Erkeklerden biri polis. “Polis kız mız vermiyoruz”, dedim. Katalan polisinin suçu neyse artık.////////////////////////////////// Öğlen yemeklerinde masamız yuvarlak. Arthur’un masası gibi. Başarın bunun üzerine bir yorumu oldu tabii: “Yanında oturmakta olan en yakın dostun aslında karının sevgilisidir”. Şövalye romanslarını bu kadar güzel anlatan bir cümle görmemiştim. Bunu derste kullanayım ben. (Yıllar önce Başar’la ortak “Secrets of the Middle Ages” diye leziz bir ders verirdik. ) Başar’ın diğer bir yorumu: “Lancelot ben savaşa gidiyorum, sana ülkeyi emanet ediyorum!” Oğlum, kime kime emanet ediyorsun? Şövalye romansları da güya Hristiyan etiği üzerine kurulu. En güzel din doğadır anacımm, doğaya dönün hepiniz en erkeninden. Ne demiş Atatürk: “Türk doğadan başka şeye tapmaz”. //////////////////////// Başar eskiden de böyleydi. Tanrı’ya şükür hiç değişmedi. Yıllar önce bir gün anneannesine çok kızmış, gitmiş pazarda her hafta balkabağı aldığı Ahmet Amca’yı bulmuş. (Anneanneme kızsam aklıma gelecek en son şey bile değildir bu. Düşünün artık çocuk da kafa nasıl çalışıyor). Bir balkabağını ortadan ikiye güzelce böldürmüş. İçine anneannesinin annesinin fotoğrafını koydurmuş. (Kabakçıdaki de akıl yani. Hiç “olmaz” filan dememiş. Hayır deyip tarihe “Kabakçı Ahmet İsyanı” şeklinde geçerek ölümsüz olma şansını tepmiş akılsız) Kabakların evde kesildiği karanlık çağlar tabii daha o zamanlar. Kadıncağız kabağı ortadan iki ayırınca basmış çığlığı “Tövbeeee” diyerek. O esnada Başar’ın gazete okuyan babası olay hakkında daha hiçbir fikri olmadan şu tepkiyi vermiş: “Başarrrrrr!”. Haydi ben arkadaşıyım, bir de Başar’ın babası olmak vardı hayatta. Stresi düşünsene. “Hayatınıza renk katılır” durumu. Başar bence ek iş olarak evlere komikliğe gitmeli artık. ////////////////////////// Fırat öldürdü bizi. Geçen dönem yurtdışındayken sınavıma Meksikalı bir hoca girecekti. Ben de çocuklar görsün diye 2500 puntoyla kapıya hocanın adını yazmıştım. Malum, Hispanik âlemlerde bir insanın en az 2 soyadı, birkaç tane de adı olmazsa ezik sayılır. Fırat durumu Vağarşak Hazretleri’ne aynen şöyle anlatıyor: “Kapıdaki nota baktım, önce Meksikalı futbolcu geliyor sandım. Durumu anladım, bu sefer de derse hoca yerine 7 kişi giriyor zannettim. Hocanın adı roman gibi. Giriş, gelişme ve sonuç, hepsi var!” /////////////////////////////////// Hayatım bir Elm Sokağı tadında devam ediyor. Yoğunluktan yanlış mailleri yanlış insanlara göndermeye başladım. Bu rezaletime arkadaşları da ortak etmeye başladım. “Bu maili 10 yanlış kişiye gönder, hayatın bir yıldız gibi kaysın” notu da benden ek. “Du bakali n’olcek” diyelim, ne diyelim? //////////////////// Yok, potların hepsi bana ait değil. Selçuk Hoca (Esenbel) ile enfes bir program yaptık. Malumunuz Türkiye’nin en büyük Japon-Çin tarihçisi. İki dili de ana dili gibi konuşuyor. Türkiye’nin en karizmatik kadını bence. Tek geçerim. Japonların Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü başta olmak üzere çok şey konuştuk. Japonlardan bile önce televizyonda biz yayınlamış olacağız, çünkü hoca Japon ve Osmanlı arşivlerinden yeni çıkardı bu enfes malzemeyi. Henüz Japonlar arasında bile yok yani. En çok da İngilizlerin Japonlar aracılığı ile aslında resmen tanımadıkları Ankara Hükümeti’ne ettikleri vaatlere şaşırdık. Resmen Yunanistan’ı tek kalemde satıvermişler. Neyse, hikâyeme döneyim. Ulusal’dayız. O günkü konuğumuz Ceylan. Antik Yunan uzmanı, pırıl pırıl bir akademisyen. Aynı zamanda Selçuk Hoca’nın da kızı. Misafir odasına aldık. Bu arada programımızın eli ayağı olan Nazlı dönüp bana “Japon’dan resimleri aldınız?” mı diyor. (Selçuk Hoca’nın adını hatırlayamamış ve Ceylan’ın da onun kızı olduğunu bilmiyor). İşte tam bu esnada görsellere gömülmüş olan Ceylan kafasını kaldırıp “Japon kim? Annem değil mi?” demez mi? İşte o an sıradan bir suluboya takımının bütün renkleri yüzümden tek tek geçiyor. ///////////////////////////////// Dün akşam yine ancak benim başıma gelebilecek bir karşılaşma oldu. Bu dönem ders programımı yapan kişi -sağ olsun- bana 6 saat üst üste ders koyup sabahın en kör saatlerini özenle doldurmakla hızını alamayaraktan okulun terk edildiği cumanın son saatini de doldurarak bütün özenli faaliyetlerinin her biri için tek tek benden küfür ve beddua almıştı. Sabahları “Oha, bugün de okula bir gün önceden gelmişim” dediğim karanlık saatlerde çay odasında mevcut olan herkese “bana bu saatte ders koyan sevdiğine kavuşamasın inşallah”tan başlayıp hızla gelişen bir çeşitlilikte seyreden güzeller güzelli dualar gönderiyorum evrene. Velhasıl, dün akşam bizim yuvarlak masa ekibiyle demlenirken eski bir öğrencimiz çıkageldi: “Hocam, çok kötü beddua ediyorsunuz” dedi. Faili bulduk yani. Gürkan’mış. Akademik planlamayı yapan Gürkan kardeşimiz benim beddua ettiğim saatlerde bilgisayarındaki mavi ekrana bakıp eve dönmeye korkmuş. Hayatta ettiğim hiçbir dua işe yaramazken, tüm beddualarımın ok gibi yerini bulmasından da anlayabilirsiniz ki Şeytan’la dostluğumuz sağlam./////////////////////////////// Durun durun, bu ne ki! Sene 2009. Psikopatın Allah’ı bir sevgilim var. Kıskançlık ilminde iyi yoğrulmuş. Yine bir kıskançlık krizi. Gözleri dönmüş şekilde üzerime geliyor. “Tam şu an Allah belanı versin” senin diye küçük dilim görüne kadar bağırıyorum. İşte tam o anda aradaki basamağı fark etmiyor, ayağı kayıyor ve gözümüzün önünde o ayak Ramazan davulu gibi şişiyor. Kemik hastanesinin acil servisine gidiyoruz. Tam tamına 1 ay yatalak kalıyor bizim eski sevgili. Başka bir deyişle: tek tek basaraktan, bade süzerekten. Bence siz benimle iyi geçinin.///////////////////////////////////// Geçen gün Yunanca dersinde kıskançlık konulu bilimsel bir makale okuyoruz. Begayet ciddi konuşurken, Hrisa kıskançlık hikâyelerimizi sordu. Bir arkadaşımız sözü aldı ve sonrasını hatırlamıyoruz. Arkadaşın hayatını kıskançlık krizleriyle cehennem haline getiren Yunanlı sevgilisi durumu öğrenmek üzere ta Yanya’dan Atina’ya kahve falı için fincan yollamış. Fal, posta masrafı, vs. 100 avro etmiş. Bizim delikanlıdan cevap: “Bana 50 verseydin, ben söylerdim!” ////////////////////////////// Evlerini ateşler salsın anacımmm! Beddua şirketi açsam köşeyi kesin dönerim. Üzülmeyin, 50 avro verin, ben ederim o bedduayı :D /////////////////////////////// Hayatımın en kısa özeti: Houston, we have a problem!

9 Kasım 2014

MATERINSKI JEZİK!

Beylerbeyi’nde kombiyi bozup hayalimizin ekranından kutup ayıları, penguenler ve sair sıfır altı derecede seyreden hayvan geçmeye başlayınca annemizin evine sığındık. Burada da aynı ekrandan cehennem zebanileri, üç dişli çatallarıyla cehennem memurları ve ateşten sorumlu öteki dünya bakanları geçmeye başladı. 16. yüzyıl İngiliz edebiyatı dersimize gelen Mr. Endress böyle sıcak karbondioksit-soğuk oksijen arasında çelişik kaldığımızda “there’s no perfect world” derdi. Haklıymış. Kaloriferin yanında güneş kremi sürüp oturma kıvamındayız. Apartmanın bu öteki dünya tatbikatının tek faydası annemler yokken evi satıp Güney Amerika’ya kaçma hayalinden soğumamız oldu. Evde tatlı bir Maldivler havası var. Bunda babamın bizim gibi iki akılsıza emanet edip gittiği çiçeklerin bakımsızlıktan tropik boylara gelmiş olmasının etkisi de yok değil. Bize gelirseniz size dev çiçekler gölgesinde “şemşiyeli” Burhan kokteyli yapar, hatta leğende okyanus efekti bile yaratırım. //////////////////////////////// Yok, ajansı takip etmiyorum. (Ajansı bildiniz değil mi? Yaş geçmeye başlayınca bir Tahsin Amca hali geliyor ki sormayın : ) Ajans beni takip ediyor. Dünyanın dört bir yanından dostlar gelip bana biraz ülkelerinden getiriyorlar. Ben de dünya gündeminden haberdar oluyorum. Haftanın ülkesi Hırvatistan, haftanın arkadaşı Vjeran. Sevgili okur Vjeran’ı uzun zamandır tanır. Hırvat ellerinin en çılgın ve şüphesiz en sempatik tarihçisidir. Yan yana gelince gülme krizleri geçiriyoruz. Hırvatçayı çok unuttuğumu söyleyince bana hemen en faydalı yöntemi önerdi: Bir Hırvat sevgili. (Ben bu aralar o Hırvat sevgiliyi koluma iple bağlamazsam ya kasapta, ya süpermarkette unuturum, anacımm. Hırvat hakkımı son ütücüden yana kullanayım en iyisi.) Tam bu öneri üzerine kahkahayı basınca durumu açıklamak durumunda kaldım. Eee, elim değmişken size de açıklayayım bari.////////////////////////////////// İki yaz önce malumunuz Zadar Üniversitesi’nde Hırvatça kursunda debeleniyorduk. Geçkince İtalyan bir gazeteci ve Romen bir aktris arkadaşla arka üçlüyü tamamladık. Baktık Hırvatça defterde durduğu gibi durmuyor, bari bir Hırvat sevgili bulalım da operasyon kolaylaşsın dedik. Akşamları bu çılgın üçlü (ekibin en genci benim, vaziyeti hayal edin artık) toplanıp “materinski jezik” (anadil) operasyonu adını verdiğimiz işleme çalışacağımıza söz verip kendimizi şehre bırakıyorduk. (Operasyon adı üzerinde bir materinski jezik konuşan yakışıklı bulmaktan mürekkepti). Yemek, kahkaha, eğlence derken “materinski jezik” aramayı bile unutup eve dönüyorduk. (Mutluluğun en hakikatli resmini çizmişiz o aralar). Baktık çok eğleniyoruz, unuttuk gitti biz “anadil”i. Bu arada üniversite rektör yardımcısı, dünyalar yakışıklısı bir arkadaşım oldu. Akşamları müzikologlar toplanıp şehirdeki kompozitör evlerini gezip müzik tarihi anlatıyorlar. Robert sağ olsun beni de götürüyor. Ben de kızları da çağıramadığım için akşamları türlü bahanelerle kayboluyorum. Olay İstanbul’da ya da Mexico City’de değil de, aynı kişiyi bir günde en az dört defa görmezsen ayıp olacağı Zadar şehrinde geçtiği için kızlar bizi bir akşam koştururken görüyor ve heyecanlanıp Robert’e dönerek son sesleriyle : “Materinski jezik!” diye bağırıyorlar. “Açıklayabilirim” dememe pek gerek kalmıyor. Tahmin ve takdir edersiniz ki çok akademik bir rezillik oluyor.//////////////////////////////////////// Bu arada daha da komik bir vaka cereyan ediyor. Meralim birkaç günlüğüne Zadar’a geliyor. O gece de Santana konserine gideceğiz. Ben bir gün öncesinden Robert diye harika bir arkadaşımız olduğunu, yazarlığını, müzik tarihçiliğini heyecanla anlatıp bir resmini gösteriyorum. Ben dersteyken Meral de biletleri almaya gidiyor. Öğlen buluşuyoruz. “Robert’i gördüm, Santana bileti aldık birlikte” diyor. “Üzerinde aynı yeşil gömleği vardı”. Keramet bittabi Robert’in gömleğinde değil, küçük şehrin sürprizli permütasyon, kombinasyon ve olasılık hesaplarında. Şükredin halinize Zadar’da yaşamıyorsunuz. Big Brother hep ensede!////////////////////////////////////////// Geçen gece kardeşim nöbetten aradı. Uyku arasında baktım. “Alo, abla, burada bir teyze var. Senin kardeşin olduğumu duyunca çok sevindi. Diyor ki ‘çocuk yapsın, çoğalsın. Onun gibi insanlar çoğalmalı.’” Bendeki şans bu seviyede zaten. Kardiyolojiye gelmiş yaşlı bir teyze. “Bana bak, yakışıklı, sempatik bir hayran olmadığı sürece sakın bir daha beni uyandırma” diyerek kapattım tabii. Gelelim vakaya. Teyze aynen böyle demiş. Kardinal bir hata! Ofis arkadaşım Başar bundan tam 10 yıl önce yine bir saçmalama anımda şöyle demişti: “Sakın çoğalma. Bir, iki tane olursan hiçbir özelliğin kalmaz. İki, Türkiye senden iki taneye henüz hazır değil.” Sizce de teyze değil de Başar haklı değil mi?//////////////////////// Geçen aylarda da süpermarkette yaşlı bir teyzeye yol vermiştim. Teyze “Aaa, sesinden tanıdım” dedi. “Evladım ne faydalı işler yapıyorsun”. Halk TV izliyormuş. Sohbet ettik. Bütün bir yıl sadece emekli teyzelerin pijama formatında izleyeceği saatte program yapınca izleyici kitlesi ranjı ne yapsın güzelim? Yayın kuşağının da bir profili var. Sonuç üst paragraftaki diyaloğa bağlanıyor nereden bakarsan bak.////////////////////////////////// Balkanlardan gelen tüm dostlar ülkede kaç tane politikacının içeride olduğunu anlatmakla başlıyor işe. Hırvatistan’da da başta ekonomi bakanlığından zatlar ve belediye başkanları olmak üzere o kadar çok politikacı tıkmışlar ki içeri “yeni hapishaneler yapalım, burada yer kalmadı” geyiği başlamış. Malum, medeni ülkelerde “yürütme” yargıya takılıyor. Yürütenlerin hepsi tek tek yakalanmış. Psikopatlardan birinin evine yapılan baskında bodrumda sayısız av hayvanı kafası bulunmuş duvarda. Tanrım, bence sen parayı vermeden önce kime vereceğini sağlam bir düşün. Hayali Ekvador’da yan gelip yatarak ölene kadar chirimoya yemek isteyenleri de gör. Bence bunu hayal eden kız böyle yemeye devam ederse Çin Seddi kıvamında uzaydan da görülecek hale gelecek, sen haydi haydi görürsün oradan. Saçları kızıl. (Tanrı’ya yazardan not)./////////////////////////// Dünyanın ilk bilim-kurgu eseri MS II. yüzyılda yazılmış: Vera Storia. (Gerçek bir hikâye) Lucian nam çılgın bir Suriyeli Helen yazmış. Bir solukta okudum. Hikâye resmen Kristof Kolomb’un günlükleri gibi. Cebelitarık’tan okyanusa açılıp adalar keşfediyor çılgın adam. Bu arada bir ülkenin kralı ona (ülkesinde hiç kadın olmadığı için) evlenmek üzere oğlunu veriyor. Resmen yazılı tarihteki ilk gay evlilik, her ne kadar kurgu da olsa. Ayrıca sadece erkeklerin yaşadıkları ve çocuk doğurdukları bir ülkeye de gidiyor. Ohh, mis! Adamlar dırdırsız ortamların hayaliyle yanmaya en az 2 milenyum önce başlamışlar. /////////////////////////////////// Sofya kitap fuarı başladı. Biricik Tuna’nın dediği gibi merkezden fuara gidene kadar akraba oluyor, metrobüsten inerken sarılıp helalleşiyorsun yanındakiyle resmen. Resmen ve fiilen Güven’ciğimin de dediği gibi “aslında uluslararası bir fuar o, Bulgar da gelsin diye tasarlanmış”. Sofya’ya 1 saatte gidersen, fuara en az 2-3 saatte gidiyorsun. Vizen bitmeden dönebilirsen ne ala! Haftaya Deryacığım’la Gürcistan’dan sonra ikinci uzun seyahatimizi fuara yapacağız. Hakkınızı helal edin. (Bavul hazırlıyoruz).///////////////////////////////// Gezi ve sonrasından kalma bir dolu deniz gözlüğü vardı evde. İlk defa geçenlerde havuzda kullandım. Ne tuhaf his o olm?! Yanlış kullanım hissi verdi resmen. Psikoloji, sen nelere kadirsin bebeğim!//////////////////////////// Aykırı Kumpanya’ya gittik Meralim’le. 3 saat aralıksız gülünür mü arkadaş? Hem sen, Enverim beceriklim, nereden buldun onca anekdotu? Memleketin bir bilim-kurgudan daha absürt son 50 yılık siyasi tarihine güleyim derken telef oldum. Sonlara doğru edebiyat tarihimizden akıl almaz hikâyeler paylaştı Enver. Hiçbir şeyden korkusu olmayan bu adama hastayız biz. Şerefiyle dimdik ayakta duruyor. Oyun esnasında “şu an aramızda olan MİT görevlilerine buradan selam ederim” diyerek neşemize neşe kattı. Acınacak halimizden çılgın bir komedya çıkarmış. Sakın kaçırmayın derim. Ben bir defa daha gideceğim. Bana onun gibi cesur adamlarla gelin! Müptelası oldum. /////////////////////////////////// Sakın yaşlı bir teyze beni seviyorsa, bunu söylemek için beni uyandırayım demeyin. Bacaklarınızı kırarım!

2 Kasım 2014

DORMIENTES AB VIGILANTIBUS VINCENTUR

Kırk yaşına kadar bu ülkede postu deldirmeden sapasağlam yaşamaya devam ediyorsam mucizelere inanmak zorundasınız. Hayatının yarısı sarı dolmuşlarda geçen bir âdem olarak, hala hayatta kalarak tüm olasılık hesaplarına karşı dimdik ayakta duruyorum ben. Hayır, emniyet şeridinden uçarak gitmelerinden değil, kapanmak bilmeyen çenemi tutamayıp her seferinde topuklarımı deldirmeme ramak kalmasından bahsediyorum. Vaka-ı cedid: Yağmurlu bir İstanbul akşamı içinee tıkıldığımız, akreplerin yelleri kovamadığı saatlerde, ormanda ayılar tarafından büyütülüp beslendiğinden şüphe edilmesine ihtimal olmayan şoförün emniyet şeridinden değil, bildiğiniz kaldırımdan sürdüğü dolmuşta gidiyoruz. Arkada bedbaht üç kızız. Yok, tanışmıyoruz, ama çaresizlikten akraba çıkmak üzereyiz. Ortadoğu’nun tüm dillerinde arabesk çalan bir istasyonla zehirleniyoruz bir taraftan. Kulaklıklarımda tıka basa çalan Miligram bile kurtaramıyor beni. Sonunda her zamanki dayanamayıp: “Şöforrr Beyy, biz arkada üç kız şu an tam bileklerimizi kesmek üzereyiz”, diyecek kadar cesur oluveriyorum. Orman ayısı hiç gülmediği gibi KDV tadında sesi açıyor. Aynadan da o bildiğiniz alt yazılı bakışlar: “Şu an Zeytinburnu’nun derinliklerinde inmek istiyorsan bir cümle daha kur”. Evde canı çok sıkılan iki adet yetmişlik (2 büyük 70’lik yani) fert barındıran bir ailenin ferdi olarak sık sık belgesele maruz kaldığım için bu türü yakından tanıyorum.//////////// Bakırköy’e vardığımızda koşturarak orman ayısını ait olduğu yere şikâyet ediyorum. Dolmuş durağı harbi abiler tarafından yönetildiği için ayıcanın arabasını 1 saatliğine bağlıyorlar. Tam o esnada “Ne var? Ne oldu?” diye geliyor bizim postlu. İşte o anda ben “Oldu o zaman, ben de tam gidiyordum, öptüm canlar” diyerek topuklarımın hafifliğini tabanlarımın kuvvetiyle birleştirip sırra kadem basıyorum. Eve gelene kadar peşimde evyeyle bir orman ayısı olduğunu hayal ederek ecel terleri döküyorum tabii. Velhasıl, bu hafta da ölmedik. Ama haftaya Allah kerim. Yıllar önce karnaval için aldığım bir mor peruk vardı. Sanırım yarın bana lazım olacak./////////////////////// Romanın en güzel yerindeyim. Bizi rüyasında görüp hayatımıza giren insanlar meselesi. Bizim psikoloji okuyan kızlardan öğrendim geçen akşam yemekte, rüyamızda gördüğümüz ve tanımadığımız insanlarla aslında hayatımızda bir zaman, bir yerde, bir şekilde, paralel ya da teğet geçmişliğimiz varmış. Yani, rüyamızda boy gösteren herkesi bir yerde mutlaka görmüşüz. Ben son zamanlarda rüyalarımda sadece birlikte çalıştığım insanları görüyorum. Sakın rüyalarıma gelmeyim olm, çok sıkıcı bir haldeler, sığulabülürsünüz. (İçeride zikir bile yok, o derece!) Ha, rüyalarıma gelecekseniz de beraberinizde ya yakışıklı birilerini getirin, ya da kazanla yemek getirin. Gündüz bunlarla ilgilenecek vaktim olmuyor çünkü. /////////////////// Sürekli bir “ders bilme” halindeyim, sürmenaj sınırlarındayım. Gece gündüz ödev yapıyorum arkadaş, ben 40 yaşındayım ya, ilkokulda bitmedi mi bu ödev travması? Bugün tabip kardeşimin eşliğinde Yunanca ödevimi yaptım ve tek başıma koskoca bir hiç olduğuma bir kez daha karar verdim. Sterno’nun Türkçesi “iman tahtası” imiş. Bir yaşıma daha girdim anacığım. Algia (algos) Yunanca acı, ağrı bildiren bir ek. Benim adın içinde de gizliymiş. Nostos (memleket) ve algia. Memleket hasreti, acısı demek Nostalgia. Agrafi yazma, afazi konuşma, aleksi de okuma yetisini kaybetme hali. Çoğunlukla tek tek görülmüyorlar. Hepsini topyekun kaybetsem de rahatlasam diyorum. Çalışmaktan imanım gevredi. ///////////////// Roman kahramanlarımdan biri geldi okyanus ötesinden. Galakside gördüğüm en çok şey bilen insanlardan birisi. Kuaförde 800 kadın gücünde konuşsa bile asla sıkılmayacağım nadir insanlardan, biricik Kevin’ciğim. Bir Amerikalıyı sevebileceğime ben bile inanmazdım, haklısınız. Bosna kökenli olduğu için yırtıyor aslında. (Bizim bu ay Balkan günleri kutlanıyor tadında. Slovenlerden açılan boşlukları Bosna’ya verdik, haftaya da Hırvat’a) Ayağının tozuyla komik bir bilgi verdi yemekte. Endülüs kökenli bir bira markası gösterdi: La Mezquita. Resmen adı “cami” biranın! Bir de çılgın reklam yapmışlar. Elinde kocaman bir Endülüs Arabı “Kuran yasaklıyor, ama öyle lezzetli ki!” diyor. Yakında dağıtırlar fabrikayı kesin. Benden söylemesi.//////////////////// Kevin’le Dubrovnik Üniversitesi’nin Hırvatça kurslarından tanışıyoruz. Yaz sıcaklarından nefretlik bir şehre dönüşen Dubrovnik’te herkesten nefret ettiğimde dimdik yanımda durdu zavallım. Onunla denizlere girdik, adalara gittik, šljivovicalar, rakijalar tükettik, saatlerce sohbet ettik, bana enfes yemekler pişirdi. (Yemek pişiren arkadaş her daim on puan öndedir). Balkan mutfak tarihi üzerine en derin çalışan arkadaşlardan Kevin. Patlıcana Balkanlar’da bazı yerlerde crna rajčica (siyah domates) dendiğini, meşhur köfte ćevapi’nin aslında etimolojik olarak kebap’tan bozularak geldiğini, Bosna’da içilme amacına göre 3 çeşit Türk kahvesi olduğunu, misafire “defolup gidin” artık bâbında yapılan kahveye de “s.ktir kahvesi” dendiğini ve daha sayısız detayı ondan öğrendim. Tito’nun aşçısının yemek kitabı yazdığını da onun sayesinde öğrenip buldum. Slavonya bölgesinde puh denen bir çeşit fare yenmesine ne demeli? Bildiğin dormouse (yediuyur). ////////////////////// Hırvatistan’ın en güze balladlarını söyleyen Ibrica Jusić’le tatlı bir dostluk kurmuştu Kevin. Her gece 12’de gitarını alıp Dubrovnik’in denize yakın manastırlarının birinin kapısında şarkılarını söylerdi. Herkes büyük bir sessizlik içinde oturup dinlerdi bu sürpriz konseri. Bir kişi konuşacak olsa hemen pılısını pırtısını toplar giderdi. Nerde olursak olalım her gece saat 12’de Ibrica’ya yetişmek için koştururduk Kevin’le. Ibrica, İbrahim yani. ///////////////// Smrt fašizmu, sloboda narodu! (Faşizme ölüm, halka özgürlük), ne tatlı değil mi? Yugoslavya döneminde halk böyle selamlaşıyordu. Evet, pratiğe koyunca pek de normal geldiği söylenemez. Sabahın köründe ekmek almaya gittiğinizde gördüğünüz arkadaşınıza “Faşizme ölüm”, diyorsunuz, “o da halka özgürlük” diyor. Yok kız, abartmıyorum, aynen böyle! Bense sabahları kalktığımda bana sabahın köründe ders koyan akademik planlama bölümündeki o kimliği meçhul arkadaşa ölüm dileyebiliyorum sadece. Günyüzü görmesin inşallah. Anam, ben bir gün önceden gidiyorum senin yüzünden okula!/////////////////// Kardeşim her gece hastanede nöbetçi kaldığından beri adı nöbet şekeri oldu. Zavallı en azından işe gitmemek zorunda olmakla avunuyor. (Hazır gidilmişi var). Geceleri de bazen boş sedyelerde filan sızıyorlarmış. Yıllar önce de teneffüste bir bank bulup oturmuşlar da hademe gelip kovalamış onları “höyyt, ceset kutularına oturmayın” diye. Her gün taze bir vakayla geliyor. Taze anjio olmuş bir hastanın yakını gelip ne dese beğenirsiniz? “Tuzlama yiyebilir mi?” Olacak O Kadar’daki hasta yakınları ne ki, gerçekleri daha şenlikli! Seviyorum olm ben bu memleketi.////////////////////// Son zamanlarda hayatı bir erozyon gibi yaşadığım için sayısız şey öğrenip nereden, kimden öğrendiğimi hatırlamıyorum daha 24 saat geçmeden. Ama Ahmet Ümit’i görüp de unutmak pek tabii imkânsız. Fünikülerde karşılaştık. Kısacık bir yolculukta ayaküstü dünya kadar şey öğrendim. Ne tatlı, ne renkli, ne ideal sahibi güzel insanlar var bu şehirde. Ahmet Ümit iyi ki var! Konu bir şekilde ışık hızıyla Hititlere geldi. Hititlerin Kuran’da geçtiğini bilmiyordum. Sonra yolda düşündüm: başka bir şehirde yaşamayı hayal bile edemiyorum! Biz bu şehirle beşik kertmesiyiz. //////////////////// Doğada alto yokmuş. Bizi kandırmışlar yıllardır. Doğada mükemmel daireler ve üçgenler de yokmuş. Mükemmel üçgen bir yaprak gördünüz mü? Hayır! Bilim adamları doğada aslında aşkın da olmadığını da söyleseler de cümleten rahatlasak./////////////////////// Haftaya da Hırvat bir arkadaşım geliyor. Sevgili okur kendisini 3 yıldır yakından tanır. Vjeran. Bana Türkçe mesaj yollamış: “Toma’ları bavula attım”. Gezi olaylarını gün be gün izleyip Hırvatistan’a sayfasından duyuran biricik dostum burada TOMA’ya bir gönderme yapmış çaktırmadan. Bana yeryüzünde, hatta galakside en sevdiğim birayı getiriyor: Tomislav. Bir Hırvat arkadaş şöyle demiş: Respect za osobu koja pije Tomislav. Tomislav içenlere saygı, diyor kısaca. Bayram çocuğu gibi beklerim ben şimdi o Tomislavları. Dünyanın en leziz, en siyah birası. Tomislav Hırvatların da ilk birleştirici kralının adı aynı zamanda. Metehan birası gibi bir şey anlayacağınız :D ////////////////////// Ha başlık mı? Latince “uyuyanlar uyumayanlara kaybedecek” demek. Günde 3 saat uykuyla yaşıyorum. Kardeşime sorsam hep kış uykusundayım. Çünkü haftada bir yanına gittiğimde, yani az önce anlattığım dolmuş macerasından sağ çıkabildiğimde, ancak kış uykusuyla kendi gelebiliyorum. İşte tam da o sabahlarda kalkıp tarla faresi gibi tıkır tıkır bana ayrılan uykunun sonuna getiriveriyor beni. //////////////////////// Bu arada bu psikopat blog sayfası ayırdığım paragrafları bütün bütün yutuyor. Bir çare bulana kadar böyle Gestalt tadında okuyacaksınız. Cümleten iyi geceler anacımmm… Ben daha ders bilicem…