25 Aralık 2014

SAĞDAKİ SIFIR

Aile hayatımızı yakından takip edebilip bol keseden eğlenmeniz için küçük bir ihale açacağım. Kazanan bir hafta bizim evde ikamet edecek. Gülmekten ölmezseniz paranızı faiziyle geri vereceğim. (Bu aralar moda malum). Annem babamı iyiden iyiye konkenci hatunlar ekibine almış. Benim bildiğim, kadınlar küçük erkek çocuklarını hamama götürürlerdi. Annemin kocaman babamı kadınlar gününe göndermesi henüz kategoriler üstü. Suigeneris. Eve geldim, baktım bizimkiler konkene kaçmış. Merve’ye sordum: “Annemin babamı kadınlar gününe götürmesine ne diyorsun?” “Artık iki tane annemiz var, diyorum.” /////////////////////// Yok anam, bu velede laf yetişmez. Evde Harun Kolçak taklidi başta olmak üzere envaı çeşit şebeklik yapmam karşısında yaşadığımız diyalog: “Abla, sen kaç yaşındasın Allah aşkına?” “40.” “Bize yıllardır soldaki sıfırın değeri yok diye öğretmişlerdi, meğer sağdaki sıfırın değeri yokmuş.” Daha sonra hızını alamayıp literatüre geçecek bir cümle daha kurdu: “Abla, kreş kreş dolaştım, senin gibisini görmedim”. Durun durun, daha bitmedi. “Anne, keşke bir ablam olsaydı. Siz neden bana kardeş yaptınız?” Sonuç olarak: kelepir kardeş var, ister misiniz? Bayandan, az kullanılmış. 25 yıl kilometrede. //////////////////////// Kızlar geldi hafta sonu. Vjeran’ın getirdiği Sonja i bik (Sonja ve boğa) filmini izledik. Daha doğrusu ben izledim, onlar pek haz etmedi. Hırvatistan’daki boğa güreşlerine karşı çıkan bir hayvansever kızla boğa güreştiren babanın oğlunun hikâyesi. (Bakın, durduk yere Hırvatistan’da boğa güreştirildiği öğrenmiş oldunuz, değil mi?) Yok yahu, ben sadece gelişen romansla ilgilendim. Neyse, uyku vakti geldi, bizim kızlardan birine benim yatağı verdim. Bunun üzerine bunu müteakip iki saat bu konu üzerine gelişen geyikten uyuyamadık. “Amik Ovası mı burası?” dediler. Evet, biraz fazla abartmışım, gerçek olamayacak büyüklükte bir yatgaç almışım. “Cebime fasulyeleri koyup giriyorum yatağa, kaybolursam fasulyeleri takip et”, dediler. “Koordinatlarınız nedir?” “36-42 kuzey paralelleri.” Bu arada ben pilotluk okulu için kolları sıvadım. Bunun üzerine “piste gerek yok, yatağa inersin” dediler. Mumya gibi yatarım oysaki. Bıraktığın yerden al sabah, süs bitkisi gibi uyurum. Gelgelelim benim için “yatak” altında başka bir dünya yaratabilecek bir arsadır. Millet kat çıkar, ben kat inerim yatak altına. Off, o bazayı kaldır, içinden ikinci bir ev çıkar. Teee Lizbon’dan taşınmış tüylü halılar, duvara asmak için alınmış lakin kışı bazada geçiren devasa bir geyik, yünler, karanlık geçmişime dair karmaşık kanıtlar… Açtıkça hayatım pis bir film şeridi gibi gözümden geçer. Alooo, Laz müteahhitler, n’aber! Ben sizden daha cabbar çıktım bebişlerim! (Ps. Fonda “yatağımın bazasını açınca karşısına ne çıkar?” sorusuna cevap var.)
Kardeşim hatırlattı, geçen hafta yazmayı unutmuşum. Geçen hafta Ertuğrul Günay’la Pelin Batu’nun programına çıkmıştık hatırlarsanız. Mehmet Nafi yarısında açmış. “Uzun süre izledim, ama kim kime konuk anlamadım”, dedi. Ben bir ara kendimi kaybedip Günay’a “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” gibi sorular sormaya başlamışım. Anlayacağınız bende devreler büsbütün yandı. //////////////////////// Geçenlerde İlber Hoca ve Mehmet’le Ortaköy’de oturup sohbet etmiştik. “Hocam size yemek yapayım”, dedim. Aldım cevabımı: “Yok, yemeksiz toplanalım. Sen şimdi kertenkele bacağı filan yaparsın”. Oysaki son operasyonum gayet başarlı geçmişti hatırlarsınız. Ona Tito mutfağından kaplumbağa çorbası yapmadığıma şükretsin. Sonra İrem’in arabasındaki avukat cüppesini görünce “Aaa, bizimkilere ne kadar da benziyor”, dedim. “Kızım sen nerede yaşıyorsun?” dedi. “Dil öğrenmekten ve yemek yapmaktan dünyadan habersiz yaşıyorsun”. Hoca birden beni “Çok cahilsin, keşke ölsen”e indirgeyiverdi. Ben de bazen kendime nasıl bir dünya kurduğuma şaşıyorum. Ben yararlı bilgiden yanayım. Mesela avukat cüppesinin şekli beni doyuran bir bilgi değil. Hafızamı daha faydalı gördüğüm bir etimolojik bir bilgi ile doldurmayı tercih ederim. ////////////////////////////////////////// Bu hafta Zaman Treni’nde Massimo Montanari röportajı var. Yeryüzünün yaşayan en büyük yemek tarihçisi. Bologna’da özenle yaptığım bir röportaj. Hayatta bir tek tarihçi seçsem onu seçerim. Heyecandan öyle çok konuşmuşum ki ben mi onunla röportaj yapıyorum, o mu benle belli değil! Gülelim diye bir iki örnek veriyorum: -Agrumi (turunçgiller) kelimesi hep ilgimi çekmiştir. Bu agro ( acı) kelimesinden, yani bir tattan türeyen tatlar olarak yani. Salumi gibi. Tuzlanmış etten türeyen. Agro/s (άγριος) kelimesini soracaktım ben de size. Bu Yunanca vahşi, işlenmemiş demek. Mesela vahşi hayat için kullanırız bu sıfatı Yunancada bugün. Ama kitaplarınızda okuduğum üzere ager klasik Latince’de “işlenebilir toprak” anlamında kullanılıyor. MM- Ortaçağ’da tüm belgelerde ager her şeyden önce vahşi, işlenmemiş, evcilleştirilmemiş olanı göstermek için kullanılır. Tam tersi yani. -Sıkılıyor musunuz benden? MM-Hayır, eğleniyorum. (Gülüyor). Her soru benim kafamda başka bir soru oluşturuyor.//////////////////// “Peynir ve Armutlar” kitabınıza bayılıyorum. Biliyor musunuz, bir İspanyol atasözü de peymir ve üzümü ikili yapar. “Uvas con queso, saben a beso” deriz İspanyolca, yani: Üzümle peynir öpücük tadındadır. Meyve ve sebzelerin gruplandırmasına bakalım. En değerli olan neydi? MM-Öyle çok keskin bir sınıflandırma yoktu. ////////////////////////// Sanırım adamcağız benden sonra Türklere ihtiyatlı yaklaşmaya başlamıştır. Bir yakalayınca konuşarak öldürebildiğimizden şüphesi kalmamıştır. “Dokunmadan yarım saatte öldüren şey nedir?” sorusunun tek cevabı olduğumuzu anlamıştır. (Dokunmadan 3 saatte öldüren şey bir Tarkovsky filmi biliyorsunuz. Dokunmadan 3 saatte süründüren şey de bir Angelopoulos filmi) ///////////////// Beni özleyin anacıımmm…

18 Aralık 2014

SÜNGER NEREDE?

“Morning star” adlı bir silah duydunuz mu? Ben de geçen yaz Slovenya’daki bir şatonun silah bölümünü gezene kadar duymamıştım. Pek sevimsiz doğrusu. Dört bir yanı çivili devasa bir topuz, bir gürz hayal edin. Meydan savaşı bitip de sabah gün ışıdığında hala canlı kalıp sürünenleri kafasına darp suretiyle öldürmek için kullanılıyormuş. İşte ben de sabahları bir morning star şekerliğiyle uyanıyorum son zamanlarda. //////////////// Eve bir geldim, baktım annemle babam yorgun serilmişler koltuğa. “Konkenden geldik” dediler. Annem yetmişinin arifesinde konkene sardırdı. (Şükret ki bu yaşta konkene sardırdı, ya Alev Alatlı gibi yağcılık ilmine sardırsaydı?) Bütün konken kadrosu civarda yaşayıp da bizim eve geldiklerinde önce o gün gelmeyen hatun kişi yerine babamı yedek alarak işe girişmişler. Sonra işi ilerletip babamı da kızlar gününe götürmeye başlamışlar. “Bunlar karanlık bir kuyu gibidir, baba. Seni de içeri çekerler, dikkat oyuna gelme” dediysem de dinletemedim. Babamı kalkan balığıyla kandırmışlar. Öyle ufak ufak sıcak elmalı kurabiyeyle başlayıp kalkana kadar gelmişler. Bizatihi pek tehlikeli. (Yavaş yavaş siz de Osmanlıca kelimeleri cümlede kullanmaya başlasanız iyi edersiniz. Öğrenin birkaç tane cabeca (yer yer) kullanırsınız.) Gerçek ev ev değil, tımarhane anacııım. ////////////////////// Hiç anlamam iskambil oyunlarından. Ben Boğaziçi’nde ders çıkışı İtalyanca, İspanyolca, Japonca kursuna giderken millet kantinler dolusu king oynardı. Hiç anlamadım ben onların dillerinden. Bilmem ne üzerine “sür çekmek” filan. Aşar beni. Şimdi ben de İtalyalarda fink atıp adamlarla kendi dilinde konuşuyorum ya, onlar da benim dilimden anlamıyor. Machiavelli ne bilir misiniz? İtalyanlar 51’e Machiavelli diyor. Ne hoş değil mi? Bizden neden bir mok olmuyor anladınız mı? Adamlar leş gibi iskambil oyununa bile düşünür adı koyuyorlar! Bir de bize bakalım korkmazsanız: pişpirik, papazkaçtı… /////////////////// Bizimkiler yaştan mütevellit her şeyi unutmaya başladılar. Ta Lipsi adasından özene bezene getirdiğim koca süngerimi yok etmişler, hatırlamıyorlar. Sünger avcısı Dimitris’le sohbet edip almıştım o güzelim süngeri. Banyoya bir girdim, sünger yok! Kesin attılar, hatırlamıyorlar. Benden haber alamazsanız apartmanın bahçesine bakın. Keza beni atıp hatırlamama ihtimalleri gün geçtikçe artıyor. Ara sıra hafıza yoklaması yapıyorum. O yüzden evde şöyle cümleler sıkça duyuluyor: “Anne, yemek çok güzel olmuş. Sünger nerede?” “Camları mı sildiler? … Sünger nerede?” /////////////////////// Çaktırmadan İstanbul bayağı ayakaltı bir şehir olmaya başladı. Canı sıkılan İstanbul’a geliyor. Her hafta bir ecnebi misafir kalıyor başıma, yoruldum anacım. Bu hafta da Encarna geldi Napoli’den. Ülkeyi alıp Kore’ye taşımak istiyorum. Herkesin uyuduğu bir saati bekliyorum. Hatta Süper Mario’nun resmi ziyarete gittiği bir an taşıyayım da, geldiğinde bulamasın bizi, biraz rahat nefes alalım. (Bir duanızı alırım artık)/////////////////// Dolmuş şoförü dağıttı beni. Dolmabahçe’de trafik felç olmuş. Malum bizim cumhurbaşkanı cumaları AkSaray’ın kapısına “Cumaya gittim, geleceğim” yazıp Dolmabahçe’ye geliyor. Olan bize oluyor tabii. Neyse, dolmuşta fenalık geçirirken şoför “Tabii abla ya, bugün Cuma. Süper Mario geliyor”, dedi. Dolmuşlar da olmasa gülecek yerim yok .///////////////////////////// 2013 yapımı enfes bir Hint filmi var: Lunchbox. Yemek Tarihi dersimde gösterilmeyi de hak etti. Hindistan’daki leziz bir gelenek üzerine kurulmuş. Öğlen bisikletli bir amca gelip kocalarına yemek gönderen kadınların sefertaslarını alıp iş yerlerinde dağıtıyor, akşam da topluyor. Kendisini aldatan kocası yerine yanlışlıkla başka bir adama yemek gönderen bir kadının hikâyesi. Yanlış ortaya çıktığında sefertası içinde birbirlerine mektup göndermeye başlıyorlar. Filmde beni vuran iki sürpriz oldu. İlki, yüzünü hiç görmediğimiz üst katta oturan ve sürekli sesi kahramanımızın mutfağının içinde olan bir “teyze”. Yemekle baştan çıkarma sanatı için sepetiyle üst kattan malzemeler gönderiyor. Teyzeyi film boyunca inip çıkan bir sepet formunda görüyoruz. İkincisi ise bir anneannenin sözü: “Bazen yanlış trene biner doğru istasyona gidersin”. Ne tatlı değil mi? Mesela bana hiç olmaz. Ben doğru trene bindiğimde de yanlış istasyona giderim. ////////////////////// Tanrı kimseyi bizim kardeşin eline düşürmesin. Malumunuz, 8000 kişi içerisinden ilk 150’ye girip kardiyoloji kazandı. Buna evde sevinemeyen tek ben oldum. (Malum kalp olmadığı, ya da arkadaşların dediği gibi “sızdırdığı” için). Hande de plastik cerrahiye girmediği için ona sitem ediyordu. Bu sitem esnasında bir elinde sigarı, diğerinde de kadeh vardı bittabi. “Hande Abla, bence mevcut halinle plastik cerrahiden önce bana ihtiyacın olacak” dedi bizimki. Hande de altında kalmadı: “Öyle Atatürk dövmesi yaptırmakla Ata’nın izinden gidilmez. İçki ve sigarada da izinden gideceksin”, dedi. Başka bir âlemde duyduğum beyaz leblebinin siroz yaptığı esprisi de aklımdan çıktı sanmayın.///////////////////// Tatlı bir kriz halinde saçlarımı kesip kâkül yapmıştım kendime. Okula ilk ayak bastığım an İrini Hoca tarafından görülüp “Özlem, saçlarını mı kestin?” denmesi aslında saçlarımı kesemediğim gerçeğinin yüzüme löp diye çarpılması demekti. Sonunda vakit bulup kuaföre gittik. İçeri girdik. Kardeşim kuaföre dönüp “çocuk saçlarıyla oynamış da” demez mi! Yok anam, kardeşin var mı derdin var. Hatırlarsanız geçen aylardan birinde üniversiteye gelmiş ve ayrılırken de hoca grubuna “çocuk size emanet” demişti.////////////////////// Canımın sıkıntısı geçsin diye çocuk yapmamı öneren çıktı. Bence de geçer o zaman, hayatıma renk gelir. Her gün bir yerde unutur çarşı pazar çocuk ararım, ona mama yapmaya üşendiğim için kendimi beslediğim sıvılarla beslerim onu da (bolca arpa suyu). Benim evde çiçek bile yetişmiyor ayol bakımsızlıktan. Kedi beslesem o bile bir daha evi hatırlamamak üzere evden kaçar. Kardeşimi de Kemancı’da büyütmüştüm, sigaralı, yüksek volüm iyi gelmiş sanırım. ///////////////////// Bir insanın kendi gençliğinin kılığına girip televizyonda reklama çıktığı tek ülke Türkiye bence. Bir baktım, Harun Kolçak! Gençliğinin kılığında, “Gir kanıma”yı söylüyor. Düşünsenenize, yaş 40 olmuş hayatımızda hala bir Harun Kolçak var. Harun, sana sesleniyorum, gençliğimi yedin! Çık artık hayatımdan! “Saçların dağılır aklımın rüzgârında hiçbir rüzgâr esmese bile”. Keşke “enstrümantal olsaymış” dedirten sözlerle tam 22 yıldır hayatımızdasın. Ben bu yılları unutmak için hafızamın yarısı aldırdım, hala kurtulamadım. (Klibi izlerseniz beni anlarsınız. Sınıfta devreleri yaktığım bir an Harun’un bu klipteki dansını yapmak istiyorum. Ders yılı için iyi bir final bence. Yıllarca unutulmaz.) “Hani bekârlık sultanlık derdin, yetti canıma” diye diye evlenip hayatımızdan çıkmadın ya Harun, alacağın olsun. Yoksa biz seninle mi evlendik de yıllar yılı tepemizdesin? O dansla nereye kadar Harun? Bence o dansla senin hayatını çizen motto “bekarlık sultanlık” olmalı zaten. Kapa parantez. ///////////////////////// 40 yaş bir insan evladı için yereli bir ömür bence. Gayet fiyakalı. Fazlası cildi bozuyor. Geçenlerde bunu yazdığımda arkadaşlar telaşa düşmüş. “Alo, Azrooo? Levent sapağındayım gel beni al”, yazmıştım. Orada tatlı bir gönderme vardı, gözden kaçmış. Evden kaçan kedilerden mütevellit burada hatırlayalım Andon’u. En sevdiğim karikatürlerdendir. ///////////////
Geleceğe dair tek hayalim biranın sudan ucuz olduğu bir ülkeye taşınmak. Bu ülke Hırvatistan. Mesela ben Hırvatistan’da kaldığım 2 ay boyunca suyun kaç kuna olduğunu hiç öğrenmemişim, çünkü hiç su almamışım. Şimdi şaka sanacaksınız, ama öyle. Kahvenin yanında verilen su dışında sadece ve sadece bira içmişim. İşte tam da bu yüzden yuvarlanarak geldim. Sınırda kapıları yağladılar ben rahat geçeyi diye. Bavulu yapın, bu yaz yine oradayız. //////////////////////// Bu sayıyı beni sürekli blog yazmaya zorlayan Çağlar arkadaşımıza adıyorum. //////////////////////// Haydi ben sızıntıya kaçtım… Şey, sünger nerede?