31 Ocak 2015

TRAKYA’DA OTİSTİK OLMAK ya da BİR PEKİŞTİREÇ OLARAK RAKI

Aşırı aşırı çalışmaktan mütevellit tatlı tatlı sıyırmaya başladığımı anlamıştım, ama yazmakta olduğum biyografinin bir bölümünün girişini rüyamda görmeyeydim iyiydi. Haydi onu geç, gecenin dördünde uyanıp Repin’in “Kazaklar’ın Sultana Mektubu” tablosunu Kösem Sultan’la ilgisini rüyamda gördüğümü fark edip gece gece bölüm yazmaya kalkmam da hiç sahih görünmüyor, biliyorum. Büsbütün işten mürekkep bir 24 saat içinde yüzüyorum////////////////////////////// Geçen hafta büyük kuzenler toplantısı yaptık. Başka bir deyişle büyük Trak Kongresi. Malumunuz hepimiz Koca Trakyalıyız beyaa… Suudi kralı ölmüş, “yas tutun” dediler. Biz de masayı donattık, tuttuk yasımızı. N’apçan be kızanım, Trakyalı’da yas ancak bu kadar duruyor. Bir kere bünye müsait değil yasa. Milli yasmış! Kaptırdı gidiyor Arap sonbaharına bizimki, olm biz Türküz la! Hatlar büsbütün karıştı. (Zeytinyağlı dolmalar, elde açma börekler falan. Üzülmeyin yaw, yeni kral da 80’likmiş, kısmetse yakında ölür, siz de gelirsiniz hep beraber tutarık milli yası.)//////////////////////////////////// Hayli artistik bir sülale olduğumuz için kaderin başımıza sardırdığı maceralar da çizgi filmlere konu olası. Kuzen Ersan resim öğretmeni olarak işe otistikler için özel bir sınıfta başlamış. Her başarının ardından biz Arkaik 80 nesli zamanında “ödül”, gençler zamanında ise “pekiştireç” denen bir sürpriz veriyormuş çocuklara, sakız, çikolata gibi. Çocuklardan biri hiçbir pekiştireçle mutlu olmayıp ısrarlar “ıkı” istiyormuş. Sonunda Ersan çocuğun ne istediğini anlayamayıp aileyi aramış ve “oğlunuz “ıkı-ıkı” diyor, ne istiyor acaba?” diye sormuş ve Trakya’yı Trakya yapan cevabı almış: “Ha, ıkı! Çocuk rakı istiyor. Biz ödül olarak rakı veriyoruz da ona!” Hey yavrum be, gözünü sevdiğimin Trakyası. Kuzen Ekrem ise olaya ossaat başlığı koydu: “Trakya’da Otistik Olmak”. //////////////////////////////////////// Bir insanın Kumrular sülalesi mensubu olup da başına sıradan bir şey gelme, ya da sıradan bir işle iştigal etme olasılığı yoktur. Netekim çocukluğu bizi güldürmekle geçen kuzenimiz Ekrem de bir süre banka kalite kontrolörü olarak çalışmış. Yani her gün başka bir kimlik ve kılıkla bir bankaya müşteri gibi gidip bankanın durumunu denetlemiş. Dört ay dayanabilmiş. Çünkü her sabah “ben kimim, burası neresi la?” diye uyanıyormuş. En son Hayrabolu’ya çiftçi kredisi alma numarasıyla yollamışlar. Bankadan girer girmez müdür “siz kimlerdensiniz be ya?” diye sorunca Ekroş kendisini eleverivermiş be kızanım! Bir gün Sabancı Üniversitesi’nde öğrenci kredisi, ertesi gün Hayrabolu’da çiftçi kredisi… Sonra kimlik bunalımı nereden çıkıyor diyolla. //////////////////////////////////////////// En geç Ozzy geldi kongreye. Malum çocuk yarı İspanyol, zaten Belçika’da yaşıyor. Son geldiğinde Esra Toscana Evleri’nde oturuyordu. Bizim Ozzy yanlış minibüse binmiş, Beylikdüzü’nün içlerine gitmiş. Kıçında kırmızı daracık bir pantolon, kulağında dışarı püsküren bir Japon cazı ile gelirken minibüs şoförünün dehşet dolu bakışlarına maruz kalmış en doğalından. Neyse, bu sefer postu deldirmeden mekâna ulaştı. Ama onun öncesinde salondaki kalabalık sülale kadromuzda şöyle bir telaş yaşandı. -Evladım, Ozan ne iş yapıyor? Pot kırmayalım diye soruyorum. -Ya, işte sergi filan açıyor, amca. -Yok, yok. Fraktal art yapıyor. -Para kazanıyor mu bari? Para verelim mi çocuğa? Aç mıdır, sefil midir? -A, şirket kurdu o, tasarım yapıyor dünyaya. Ama ne tasarlıyor bilmiyorum. -Aa, Ozan mı? Yeni Medya sanatçısı Ozan, baba. -Ben çekimserim, bilemeyeceğim. Ne karar verseniz uyarım. ////////////////////////////// Velhasıl biz Trak Kongresi’nin değerli üyeleri Ozan’ın tam olarak ne iş yaptığına karar veremedik. Yok, önümüze pasaportunu koysalar, mesleği kısmına yazacak aklıselim bir isim tamlaması bile bulamadık koskoca sülale, o derece. Çocuk fraktal çalışıyor. İspanya’da Reina Sofia Müzesi’ne eserleriyle giren ilk Türk. Avrupa’nın dört bir yanında sergi cümbüşü yaşıyor. Son sergisinde bir kuyu yapmış, içine bağırınca frekansa göre renk renk desenlerle tablolar oluşuyor. Çocuk kendini aşmış bir matematikle çalışıyor, değil Türkiye’de dünyada bile anlayan parmakla sayılır. Hele memlekette, sergilerine 10 kişi geliyorsa 1’i fraktaldan anlayan, 9’u ise akrabadan. Çocuğun ahvali budur yani./////////////////////////////////// Bu arada Ozzy İspanyol vatandaşı oluyor. Bir İspanyol geleneği olarak annesinin soyadını da alıp Ozan Kumrular Türkkan oluyor. Düşündük de, pek tatlı. Siz de düşününce size de tatlı gelecek. İspanyol, ama soyadı “Türkkan”. Kolay mı öyle bizcileyin çılgın bir ırkı İspanyollaştırmak, anacım! He, ben de biraz daha düşününce Ozan’ın beni evlatlık edinmesinin hayırlı olduğunu fark ettim. Hatta fark etmek için düşünmeme gerek bile kalmadı. “Nüfusa geç yazdırdık” filan der artık. ////////////////////////////////// Amcamla babamı oturtup, Esra’nın muzlu pastasıyla sarhoş edip (malum bir Trakyalı alkolle sarhoş olmaz) sülalemizin macerasını dinledik. Büyük dedemiz ta Selanik-Serez’den beline doladığı bir küp altınla gelmiş. Malkara’ya yerleşmiş ve kumarda o koskoca küp parayı hiç etmiş. Diğer dedemiz de Sarıkamış’ta donarak ölmüş. Kadere bak sen ya! Ta Balkanlardan gel, Sarıkamış’a ölmeye git. Neyse, acıları başka bahara bırakalım. ///////////////////////////// Dünya şekeri bir dekanımız var. “Fakülte toplantısı olsa da biraz eğlensek” der olduk resmen. Anekdot mahfazası gibi adam. Çocuklar rapor işinde azıtmaya başlamışlar. Birisi gelip “hocam, ben akutum” demiş. (İki kelimelik hastalığın adından sadece tek kelimesini aklında tutabiliyor, düşün bir de ekonomi sınavına girse memleketin halini!) “Sorunları alalım”, dedi. Ben de başladım vıdı vıdı, kapının icad olduğundan haberi olmayan bir dizi hocanın hala kapıları açık bırakıp bas bas bağırarak hayatlarını yaşamaya devam ettiklerini, aldıkları biletin kodundan kalacakları otele kadar özel hayatlarının her türlü detayını ezbere bildiğimi, ama buna mecbur olmadığımı, vs söyledim. “Sorun nedir?”, dedi. “Hocaların özel hayatlarını beğenmediniz?” . Hal böyle olunca verecek bir cevabım olmayup kahkahaya boğulan fakülte kadrosuna psaltris olarak katıldım tabii. Hayranız kendisine nice zamandır. ///////////////////// Yeni eve taşınıp annemin tüm arkadaşlarının semtinde yaşamaya başladığımızdan beri iki tane annemiz oldu. Babamın da konkene as eleman alınmasını geç, durum daha bir ciddi hal aldı. Geçen gün eve geldim, baktım babam pilav yapmış. Şöyle bir diyalog yaşadık. -Babacım, pilavın enfes olmuş. ////////////////////////////// -Afiyet olsun. (Diyalog işte tam da burada biteydi iyiydi). Ben tavaya yapıyorum pilavı, daha güzel oluyor. Bire bir buçuk koyuyorum. Ama önce biraz sıcak sudan geçirip kavuruyorum pirinçleri. Ama fazla tutmayacaksın suda. Sadece tereyağı koyuyorum. O anda pörtleyen gözlerimin alt yazısı: “Baba!!! Ben sana dedim, seni karanlık kuyularına çekerler dedim.” Hemen şişleri, tığları, yünleri babamın erişemeyeceği yüksek bir yere kaldırdım. Haydi, kısmet. ////////////////////////////// Her gün önünden geçtiğimiz bir yüzük dükkânı var. Sadece evlenecek olan zavallılara tektaş, alyans filan satıyor. Manken olarak da bir gelin, önünde de elinde tektaşla eğilmiş bir adam var. Kronoloji hatası tabii. Ayşegül’le geçiyorduk, “Bu enstalasyonda bir hata görüyor musun?” dedim. Baktı, baktı ve en anlamlı cevabı verdi: “Olay komple yanlış”. Bence de! ///////////////////// Buradan bütün kuzenlere selam. Fulya’ya, Özen’e, cümlesine… /////////////// Ay, akut oldum ben galiba.