26 Nisan 2015

UZUN, ÇİRKİN VE SIKICI BİR HİKÂYE.

       Dünyanın hiç şüphesiz en güzel adasından geliyorum: Sardinya. Maldivler filan yalan. Sardinya’ya bir giden bir daha asla başka bir yeri, başka bir denizi, başka bir mutfağı sevemez. Sanırım burası ilahi güçlerin cennet alıştırmaları yaptıkları bir yer. Ambroisa ve nektarla besleniyor bu adalılar. Arkadaş, bu kadar güzel bir mutfak olur mu? Bize de yazık. O içi peynir ve patates dolu adanın geleneksel mantısı culurgionis! O tıka basa peynirle şişirilmiş, kızarmış koca bir raviolinin balla yenen hali sebada! Yok böyle bir tatlı. İncecik yufkaların zeytinyağında kurutulmuş çıtır versiyonu pane carasatu! Yaban mersininden yapılan geleneksel likörü mirto! Beni bırakın buraya ve sakın bir daha almaya gelmeyin.
     “Circolo sardo” tatlı bir Sardinya geleneği. İspanyollarda da var. Barda kaç arkadaş toplanmışsa hepsi bir defa içki ısmarlar, “circolo” (daire) kapanır. Arkadaş sayısının çokluğuna göre alkol fazlasından telefat da çok oluyor. Adamlar yaşıyorlar, şekerim. Geçen sefer adanın limana bakan yemyeşil tepesinde mangalda eşek eti yemiştim. Tadına doyamamıştım. Yok, öyle dudaklarınızı büzüştürüp bakmayın. Eşek eti lokum gibi, hafif, tatlı bir et. Yıllar yılı bize gizli gizli eşek eti yediren sucukçular bu etin gerçek değeri üzerinden satsalardı onları köşeyi dönmüşlerdi. Nitekim at ve eşek eti hepsinden pahalı. Bu sefer de atın tadına baktım. Lezizdi. Kokusuz et sevenler için tavsiye edilesi. Bir Ortaçağ filozofu Isidor de Sevilla at etinin yenmemesi gerektiğini, çünkü atın insan için ağlayan tek hayvan olduğunu söyler. Türkler de doğal olarak yoldaşları olduğu için at eti yememişlerdir. Bana her şey mubah anacımmmm.
     Son on yılda altı defa geldim bu rüya adanın en büyük şehri Cagliari’ye. Doktora öğrencilerine esirler ve korsanlar üzerine bir seminer verdim. En son derse geldiğimden bu yana çok şey değişmiş. Hepsinin elinde bir telefon, bık bık bık… Ön sıralar hariç kimse dinlemiyor. Biz son düzgün nesilmişiz. Bu gidişle bizden sonra tufan bile değil. Üniversitede bir hocamız uyardığı bir öğrenci yeniden telefonla oynayınca alıp camdan dışarı atmış telefonu. İşte bana da bu hocadan verin.
      Gianni harika bir insan, enfes bir hoca. Büyükanneleri bile ateist, komünist bir adalı sülale düşünün. İtalya’da faşistlerin komünist kovaladığı yıllarda hem de. O Cizvit okulunda okumuş, papazları bilgisiyle döver ve bittabi bu taraklarda hiç bezi yok. Bir keresinde günah çıkarmaktan gelen papazların aralarında insanların anlattıkları günahlarla nasıl dalga geçtiklerine şahit olmuş. Şöyle din-proof bir dünya hayal ediyorum. Mis gibi. Dinin sadece tatlı sosyalliklerinin kaldığı bir dünya. (Noel ve paskalyada kurulan devasa sofralar gibi).
      Bu Cizvit okulundan gelen bir arkadaşıyla karşılaşmış yıllar sonra ve arkadaşı ona karısıyla hep karanlıkta yattığını, aydınlıkta yatmanın günah olduğu söylemiş. (Tabii ben ona yıllar sonra karşılaşıp da konunun nasıl ya da en azından kaç şişe mirto sonrasında buraya geldiğini sormadım). Gianni’nin olaya bakışı: Dünyanın en güzel şeylerini neden karanlıkta saklıyoruz? Bir keresinde de bir arkadaşının kilise düğününde nikâh şahidi olmuş. Tabii din bölümüne de bir şey yazılması gerekiyormuş. Papaz Gianni’yi tanıdığı için ne yazacağını bilememiş. Sonunda yamağına: “ ‘az praktikan Katolik’ yaz”, demiş. Koptum. Malum “Cattolico non praticante” (Dinin şartlarını yerine getirmeyen, uygulamayan Katolik) var ama azı, çoğu yok bunun.
             Doğduğunda vaftiz babası ona bir kuzu hediye etmiş. Birkaç yıl içinde o kuzudan 30 tane koyunu olmuş. Pastoral romanslardaki çoban hayatına hep özenmişimdir. Cervantes de özenir bu hayata. “ ‘Senin’ ve ‘benim’ kelimesinin olmadığı bir dünya” der bunun için. Yok arkadaş, ben bavulu toplayıp adalı olmaya gidiyorum. İtalya’da bir dönem pek çok asker yolcusunun uyguladığı bir sistemmiş: nabız yükselten ilaçlarla askerden yırtmak. Biz buna İtalyan arkadaşlar arasında “Servizi Mediterranei” (Akdeniz Hizmetleri) diyoruz.
       Sevgili okur hatırlar. Şekerli bir arkadaşım var Sardinya’da: Eva. Dünyanın en komik insanları sıralamasında ilk 10’a rahat girer. İnsanın bir yıllık gülme ihtiyacını tek oturuşta karşılar. O da bir Cizvit okulunda okumuş. Bu okullar inanmayanlar için bir işkence. Rahibe sık sık sorunca şu diyalog yaşanıyormuş. -Anneni mi daha çok seviyorsun, Tanrı’yı mı? -Annemi. -Git 100 kere “Tanrı’yı seviyorum” yaz. Eskileri hatırlayıp güldük. Ona bir keresinde yaşlı ve bilgin erkekleri sevmek üzerine bir şey demiştim. O da onu unutmamış. “Yatak odasıyla, kütüphaneyi karıştırma”. (Gerçi bunu da bana Ana demişti) Sardinya da bizim memleket gibi. Evlenmediysen hemen baskı başlar.
-Çocuğun var mı?
-Yok.
-Evli değil misin?
-Hayır.
-Neden?
-Bu uzun, çirkin ve sıkıcı bir hikâye.
    Çok tuttum. Bana da bundan sonra sorarlarsa aynı cevabı vereceğim. (Yalan kızzzz, benimkisi çok uzun, tatlı ve eğlenceli bir hikâye. İşte tam da bu yüzden hiç evlenmiyorum.) Gianni Eva’nın sevgilisi olmadığını öğrenince fakültedeki sevgili olma potansiyeli taşıyan erkekleri saydı. (İtalya’da bölüm başkanı görev tanımı içinde ne tatlı şeyler var, bakın). Hiçbirini beğenmedi. “Ya Giovanni?” “Mauro’yu nasıl buluyorsun?” “Antonio olmaz mı?” Ben bu arada ağzıma tıkıştırdığım culurgionis’lerle gülmekten boğulma tadına ulaşınca neden güldüğümü anlatmak zorunda kaldım. (Fakültedeki bütün yakışıklı ve single’ların adını öğrenmiş oldum :) ) 93 yaşındaki Shakespeare hocamın anlattığı muzip ve muzır fıkralardan biri aklıma gelmişti, çaresiz anlattım. Adam arkadaşıyla günah çıkartmaya gelir.
 -Peder, çok büyük bir günah işledim. Bir kadınla yattım.
-Kimle, Maria’yla mı?
-Yok.
-Isabel’le mi?
-Hayır, peder.
-Antonia ile mi? -O da değil peder, der ve arkadaşına dönerek. “Yürü oğlum, köydeki bütün o..spuların isimlerini aldım.”
    Eva’nın Çek basketbolcu bir sevgilisi varmış. Adı Adam’mış. Uzun süre şaka sanmış kızlar. Havva’la Adem. “Ceco” (çek) ve “Cieco” (kör) kelimesi neredeyse aynı okunuyor. Arkadaşları aylarca çocuğu Çek değil de kör sanmışlar. Bir gün maça gitmişler ve ilk şoku orada yaşamışlar. “İnanamıyorum, sevgilin topu görüyor gibi oynuyor”. Tabii bu şok birkaç dakika sürmüş ve ayların gizemi çözülünce kahkaha bombası hâsıl olmuş.
    Bir gün Gianni İspanya’da “vino de mesa” (sofra şarabı) istemiş. Adamlar tatlı bir vino de misa (Ayin şarabı) getirmişler. İtalyanca ve İspanyolca karışınca şenlikli oluyor. En çok karışan kelime de “burro”. İtalyanca “tereyağı”, İspanyolca “eşek” demek. Ekmeğinize eşek sürerek ya da tereyağına binerek insanları eğlendiriyorsunuz. Sınıfta ders verirken olursa olunca daha şenlikli oluyor.
      Dönüşte Alitalia tabii ki bavulumu kaybetti. Bavulum 3 gün sonra kedi gibi geldi. Alitalia: Always Late In Take-off Always Late In Arrival. Daha da komiği varmış: Air Line in Tokio and Luggage in Amsterdam. Adamlar uluslararası uçuşta akşam yemeği kılığında küçük tırnak boyunda tam tamına 5 adet bisküvi vermeye devam ediyorlar. Ne derseniz deyin, çok istikrarlılar. Yıllardır bisküvilerin boyu büyümedi. Bu sefer yine dayanamayıp steward’a : “Bu çok, dokunmasın,” demek zorunda kaldım. Alman olsa dayak yerdim, İtalyan olduğu için sağ çıktım.
     Kardeşimin ateist bir arkadaşı söylemiş. “Allah’ın neden 99 adı var, biliyor musun? Çünkü 100 olsa kimse almaz. Mağazalardaki fiyatlar gibi.”
     Haydi bana ciaooo…

18 Nisan 2015

TOPUNUZU KESERİM ÇOCUĞUM! ya da BOK KURARSINIZ

       İşte şu anda tam da böyle hissediyorum. Merve hislerime tercüman olmuş. “Hepinizi” bâbında bir “topunuzu” bu. Fakülte kâbusum oldu. Çalışmanın imkânı magma seviyesinde. Hocalar ve öğrenciler tek başlarına bir Çin ordusunun çıkaracağı gürültüyü tek başlarına çıkarma yetisine sahiptir. Ara sıra kafama hunimi de takıp ofisten koşarak çıkarak “Eğleniyonuz mu anaaammm?” diye sorasım geliyor. İstiap haddi çalışma kıvamının bir yan etkisi de olabilir diyeceğim, ama artık sesleri Richter ile ölçülür tatta olduğundan çaresizlik özlemiyim. Deniz her zamanki gibi fenomen cümlelere imza atıyor: “Özlem, sen gün içinde kadar çok şey yapıyorsun, farkında değilsin. Akşam bunları hatırladığında yoruluyor musun?” Ben akşam eve geldiğimde fakültedeki gürültüyü hatırlayıp yoruluyorum yaw!
      Son bir haftayı da erözyon gibi yaşadım. En unutulmaz sahne ile başlayayım. Dersten çıkıp Deniz’le Vağarşak Bey’e baş sağlığına gideceğiz. Dışarı çıktım. Beşiktaş’ın göbeğindeyiz. Bir baktım İlber Hoca karşıdan telefonla konuşarak geliyor. Yanına gittim. Telefonu bırakmadan kafamı kolunun altına sıkıştırdı, gidiyor. Deniz arkada kaldı, şaşkınlıkla bakıyor. Sadece Deniz olsa yine iyi. Dersten çıkan öğrenciler, Beşiktaş ahalisi. Hoca malum boylu boslu; ben koltuğunun altın çekirge yavrusu gibi gidiyorum sürüklenerek. Hoca bir telefonla konuşuyor, bir kafamı öpüyor. Tarifi mümkün olmayan bir sahne. 40 yıl boyunca dişimden tırnağımdan artırarak bir karizma yaptıysam da o gün hepsini orada gömdüm.
      İlber Hoca ne güzel demiş. Oh, içimizin yağları eridi. Ben de elimden geldiğince düşündüğüm her şeyi söylemek istiyorum, ama bu kadar güzel olmuyor. Daha da sevdiğim bir şey varsa o da hocanın kanal 24’ün uzattığı mikrofona “Ne bok bir kanal bu” demesi. Zamanında birileri çıkıp korkmadan konuşsaydı bu hale gelmezdik.
      Güzeller güzeli İzmir’e gittim konferans için. Ülkede hala kurtarılmış üniversiteler ve tarih bölümleri olduğunu görmek mutlu etti beni. Dokuz Eylül Üniversitesi candır. Hocaları kültürlü, tatlı, eğlenceli. Uzun zamandır gülmediğim kadar güldüm onlarla. Sürpriz dolu hocalara buradan selam edeyim! İlker Hoca sağ olsun beni Salih Özbaran’a götürdü. Salih Hoca yaşayan bir tarih. Cumhuriyetin en güzel çocuklarından. Portekiz arşivlerini Osmanlı tarihçiliğince kullanan yıldız hocamız. Uzun uzun sohbet ettik. Altın gibi dakikalardı. Yıllar öncesinde İzmir’den toplanıp İstanbul’a arşive geldiklerini, onları her seferinde cümbür cemaat gören İlber Hoca’nın da “geldi yine cemaat-i kıptiyân” demesini anlattı. Kenan Evren bir gün arşive gelmiş. Onlar da yabancıların belgeleri fotokopi çekmesine izin verildiğini, ama Türklere böyle bir izin verilmediğini söyleyip dert yanmışlar. Evren’den cevap: “Onların belgeleri bizimkiler kadar değerli değil”. Hoca Salazar döneminde Portekiz’de bile bunun yaşanmadığını söylemek istemiş, ama doğal olarak susmuş. Tam o esnada İlber Hoca arkadan kendini tutamayıp bağırmış. (Ne dediğini ben bugün hayal edebiliyorum :) ) Salih Hoca da “Aman, İlber, dur etme” diyerek onu susturmuş. İlber Hoca’yı bir on yıl sonra Putin’i tepelerken görebiliyorum. Siz de edin, çok eğlenceli.
     Eduardo Galeano’yu kaybettik. Cennet varsa orada buluruz. (İnşallah yoktur, o ayrı konu. Hele hele Kuran’daki cennet hiç benlik değil.) Sayısız kitabını okudum. Bir kısmını dostlar hediye etti. Şule, Ersoy… Ekvador devlet başkanı Rafael Correa’ya fahri doktora verirken konuşmayı ben yapmıştım. İlk cümlem Galeano’dan olmuştu ve Correa ilk alkışı basmıştı. Meral içinde bir yatak da bulunan çalışma odamı anlatıyordu dün. “Yattığın yerde her şey var. Elini atıyorsun cımbız, ayna, her konudan kitap, gül kremi, parfüm, sepet…” (Gerçeği söylemek gerekirse o kitap yığını altında biraz zorlarsanız çeşitli yiyecekler de bulabilirsiniz, ama şansınızı zorlamayın, derim.) Gerçekten de başucum bir delinin hatıra defteri tadında. Ama her şeyden önce en az üç tane Galeano kitabı vardır yastıkla kol mesafesi.
     Annem bakla yapmış. (Galeano’dan baklaya nasıl geçtik. “Neyin kafası?” diye sorarsanız, çayın kafası anacııımm. Tein bende bu kadar duruyor. Başar’ın benim için Cem Yılmaz’dan alıntıladığı durum gibi: “İkimizde aynı oksijeni alıyoruz, ama seninkisi içeride nasıl dolanıyorsa artık!”) Babam söyledi: Trakyalılar “Bir yıl içinde bir kere bakla yemezsen bile mutlaka bakla tarlasından geç”, derlermiş. Düşündüm de Avrupalı hiç bakla yemez. Bamya gibi bilmedikleri bir tattır. Benden çok ailemizin sevgilisi sayılacak bir Javier’imiz vardı. Annem o mutlu olsun diye her şeyin en güzelini alırdı. Bir keresinde ayva tatlısı yaptı. Hiçbir yerde de kaymak beğenemediği için günlerce o tatlıyla bakıştık. Sonunda aranan lezzette kaymak bulundu, tatlılar yendi. Ben tabakları makineye koyarken fark ettim: Bizim pür zekâ tatlıyı yemiş, kaymağını bırakmış. Buraya kadarmış!
    Kim bulmuş söylemem, ama komik bir sutyen bulmuş. Giyince Vezüvgillerden oluyor. Bir arkadaşın teorisine göre otobüse binince şoför durdurup “Ya memeler?” diyor, “onlar için Akbil basmadınız?”. El cevap: “Yok şekerim, onlar kucağıma oturacak”.
    Dünyanın hiçbir şehrinde şu yaşadığınız adrenalini yaşayamazsınız. Hakkını verin rica ederim. Akşam üzeri dolmuşa bindim. Önde ben, arkada Birleşik Arap Halkları yola çıkacağız. Adam merkezle kavga ediyor: “El freni çalışmıyor, ben ne yapayım”. Dolmuşta yaşayacağımız heyecandan tek ben haberdarım doğal olarak, gayri ahali sadece lisani Arabiye hâkim olması vechiyle. “Rahat olun, sorun yok”, demez mi? Anacım, rahatım ben, 41 yıldır sorun yok zaten. Bu şehirde hala hayattaysan mucizelere inanmalısın bebeğim!
    Bu hafta duyduğum en güzel şeylerden biri: “Sıçım bölgesi”. Korkunç oyların çıktığı seçim bölgesine verilen ad. Anladınız siz onu :P Haydi canım, ben Sardinya’ya kaçtım. Yenilebilitesi olan ne varsa yutup moratoryum ilan ettirmeyi düşünüyorum. Ciaooo!!

6 Nisan 2015

…VE DİĞER ya da BEN AKUT OLDUM

Çoook hastalandım. Doktor rapor yazmış. Alerjik rinit, akut bronşit, C, B vitamini eksikliği… İki satırlık boşluğa sığdıramayınca şöyle bitirmiş: “Ve diğer.” Eve kadar gülerek geldim. Geçen haftalarda dekanımız sahte rapor alıp yazılan hastalığı bile bilmeyen yavrucaklaırmızın ellerinde raporla gelip “hocam, ben akut oldum” demesini anlatmıştı da kopmuştuk toplantıda. Ben de Necip Hoca’ya gidip “hocam, ben akut oldum”, demek istedim. Ama kısmet olmadı  O halde kalkıp Bilič’in memleketine gittim. Zagreb Üniversitesi’nde Osmanlı mutfağı anlattım. Ölümcül hasta olduğum için pek de sesim çıkmıyordu. Çocuklara “keşke sağlıklı olsaydım” dedim. Bunun üzerine geçen ay kolunu kıran, beni konuşma başında üniversiteye tanıtan ve o an yanımda olan Vjeran da çocuklara dönüp alçılı koluyla “ben de” dedi. Tahmin edersiniz ki pek şenlikli bir kapanış oldu./////////////////////////////////////// Bir temiz hava alıp geldim Zagreb’de. Erdoğan Slovenya’ya gelene kadar kaldım, o gelince arkama bakmadan memlekete geri döndüm. Dünyanın öteki ucunda bile rahat yok bize. Ölmeye bile korkuyoruz, düşünsene, ya öteki dünya varsa ve oraya da gelirse. Kaçamazsın da anacım. Oh, neyse ki öyle bir dünya yok, rahat olun. Şu elimizdeki bitse de kurtulsak. //////////////////////////////////// Hırvatistan’ı çok seviyorum. Ama bu beş gün boyunca her şeye rağmen sıkıntıdan ölmek üzere olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Ben bu memlekette iki ay nasıl yaşamışım bu sefer şaştım. Gelecek yıl altı ay Zagreb’de yaşama hayalini de biraz dondurdum. Bunun üzerine Vjeran “Belgrad’a git hain madam”, dedi. “Hain” kısmında sorun yok da, “madam” kısmına çok kızdım  Zagreb ve Belgrad arasında hala tatlı bir çekişme var. İkinci Dünya Savaşında bile kesilmeyen iki şehir arasındaki tren hattı son savaşta kesilince 4 saatlik yol hayal olmuş. Ta Budapeşte üzerinde bağlamak zorunda kalmışlar.///////////////////////////////////////// Belgrad ve Zagreb arasında ciddi bir fark: biri ölü, biri hayli diri. Belgrad’da hayat var, Zagreb ise ölmüş de haberi yok. Zagrebliler de kısmen soğuk insanlar. Öyle Dalmaçya sıcaklığından uzaklar. (Ama çok iyiler o başka.) Vjeran bir Hırvat erkeğini hayata bakışını çok güzel özetledi. Bir gün çok güzel bir kız onun telefonunu alıp akşam sohbet etmek için aramış. Biraz konuşmuşlar. Vjeran da o ara sosis yapıyormuş. “Sosisler soğuyacak. Kusura bakma, kapatmam lazım” demiş. Acı gerçek bu! Neyse ki ben bu cinsle henüz karşılaşmadım.///////////////////////////// Ancak benim başıma gelebilecek hikâyeler vardır. İki sene önce Zagreb’de yaşarken bir hafta sonu Maribor’daki arkadaşlarıma gittim. Sabahın köründe şehre indim. Bir banka oturup onların gelmesini beklerden uzun kıvırcık saçlı, gitarlı bir yakışıklı belirdi. Yanıma oturdu ve İstanbul’dan olduğumu öğrenince memleketteki bütün Rock gruplarını saydı. Duman başta olmak üzere tüm gruplarımıza bayılıyormuş. Velhasıl, biraz laflayıp Zagreb’de bira içmek için sözleştik. Hayatımda gördüğüm en renkli kişiliklerdendi Mate. Her gün nehirde yüzen, nehirdeki adacıklara çıkıp orada gün geçiren, her şeyi bilen, okuyan, müzik yapan bir çılgın. Gecenin bir yarısı açık bulduğumuz tek dükkândan pizza almak zorunda kaldığımızda bile fişten minik bir origami yaparak saçma sapan bir saatte bile insanı şaşırtmayı beceren bir arkadaşım oldu. ////////////////////////////// Zagreb’in en sevdiğim yanı her yere yakın olması. Mesela Slovenya’dan arkadaşlarım beni 3 saatliğine görmek için kalkıp geldiler. 20 yıldır Zagreb’e hiç uğramamışlar. Üstelik sadece 100 km ötede. “Hiç özlememişiz” dediler. Beni havaalanına bırakırken yolda geldikleri şehrin tabelasını görünce “Bu şehirdeki en güzel şey” deyip güldüler. Belgrad-Zagreb çekişmesi gibi Slovenya’da da Ljubljana-Maribor çekişmesi var. Onlar da hiç sevişmezler. Mariborlular için tabela meselesi aslen şöyle: Ljubljna’nın en güzel yanı Maribor’a kaç km kaldığını gösteren tabeladır. Ankara’nın dönüşü gibi bir şey yani  /////////////////////////// Zagreb’de Tesla’nın kocaman bir heykeli var. Bugün Hırvatistan topraklarında olan Smiljan doğumlu. Ama babası Sırp. Bildiğiniz üzere müzesi Belgrad’da. Sırplar ve Hırvatlar Tesla’yı paylaşamıyorlar. Marco’nun söylediğine göre gençliğinde Maribor’da tam bir kumarbaz olarak yaşıyormuş. Annesi gelip zor kurtarmış onu kumardan. Mirjana ve Marco ile geçirdiğim her saniye bir şey öğreniyorum. Mesela Slav dillerindeki “nedjelja” (Pazar günü) ne-djelja’dan (çalışmamak) geliyormuş. Anlayacağınız bana hitap etmiyor anacım. Tanrı bile evreni yaratıp bir gün dinlenmiş, ben her gün tanzifat amelesi gibi çalışıyorum. ////////////////////////////////// Genelde sıvı gibiyimdir: Yaşadığım şehrin şeklini alırım. Yüzyıldır orada yaşıyormuş gibi alışırım hemen. Ama Zagreb bende durmuyor, suç benim değil. Favorim Dalmaçya. Lakin genel olarak çok seviyorum Hırvatistan’ı. Balkanların en kültürlü ülkesi. Bunu da Osmanlı tarafından büsbütün fethedilmemelerine borçlular. Ne de olsa Rönesans yaşadılar. Balkan tarihçilerinin genel bir iddiası vardır ve bunda hiç de haksız değildirler: Balkanlar Osmanlı yüzünden Rönesans yaşayamamıştır. Bu görüşe katılıyorum. Mesela Avrupa’nın ilk romanı Planine (Dağlar), Don Quijote’den neredeyse 70 yıl önce yazıldı. Yazarı bir Hırvat: Petar Zoranić. Dili Hırvatça. Hırvatlar her zaman İtalya’ya dönük yaşadılar. Zaten Katolik oldukları için diğer Ortodoks Slavlardan ziyade kültürel olarak da Rönesans İtalya’sını örnek aldılar./////////////////////////////////// Hırvatistan’ın en sevdiğim yanı bolca ateist içermesi. Yugoslavya döneminin etkisi bittabi. Ama Tito’nun dinsel açıdan bu denli etkin olduğuna insan inanamıyor. Sadece arkadaşlarım, anne-babaları değil dede-nineleri de ateist. Hem de büyük bir kısmı. Hayli geniş bir jenerasyon dizisi. Ateist nüfusda İskandinavya ile yarışır haldeler bence. Pırıl pırıl bir ülke anlayacağınız. Diğer bir taraftan dünyanın sayılı iyi insanlarından Hırvatlar. Pasaport polisinin sizinle sohbet ederek karşıladığı sayılı ülkelerden. Herkes her an yardıma hazır. Güler yüzlü ve yardımseverler. Bizim korkunç dizileri seyretmeleri dışında Hırvatların hiçbir kusuru yok. O da Stockholm Sendromundan bence. ////////////////////// Beş günde dört kitap okudum Zagreb’de (Tabii ki ağır sıkıntıdan). Slavenka Drakulić’in iki kitabını daha devirdim. “The Balkan Express”i şiddetle tavsiye ederim. Balkan ruhunu anlayabilmek için leziz bir seçim. Vjeran da bambaşka bir romanını tavsiye etti. “İlahi Açlık”. Sevgilisini kesip, dolaba koyarak zamanla yiyip bitiren bir kadının hikâyesi. Ölümsüz aşk için. Yayınevlerine sesleniyorum. Çevirin la bu kitabı! Vağarşak Bey’in biricik pederi Sarkis Seropyan vefat etti. Agos’un kurucularından bu canımız amcamızın mahşer gibi kalabalık cenazesine gidemeyince eve taziyeye gittik. Yıllar önce onu ilk ve son defa görüşüm geldi aklıma. Hep birlikte güldük. Kınalı Ada’da markete girdik, bira alıyorduk. Tam önümüzde bir teyze ve amca. Amca inanılmaz derecede Vağarşak Hazretlerine benziyor. Ben dayanamayıp sordum: “Siz Vağarşak Bey’in anne ve babası olmayasınız?” Sarkis Amca bakıp gülümseyerek cevap verdi: “Öyle olduğumuzu sanıyoruz.” /////////////////////// Bugün Paskalya. Kurtuluş’a can gelmiş. Renk renk paskalya yumurtaları, rengârenk kurabiyeler, paskalya çörekleri… Yumurta doğumu, hayatı, Tanrı’yı-İsa’yı, hayat zincirini simgeler. Rum Ortodoksların pek tatlı bir “Kira Sarakosti”si vardır. Yedi ayaklı bir kadın. Yedi haftalık oruç boyunca her hafta bir bacağı kopartılır. Çocukların yaptığı bu renkli bebek odalarına asılır. Aynı gelenek İspanyol Katoliklerde de var. Adı Señora Cuaresma. Hırvatlarda olmadığını bu konferansta öğrendim. ///////////////////////////////// Zagreb’de masa geleneğini de anlattım. “Mensa” Latince üzerine tencereden yemek konan kocaman bir dilim ekmek. Tabağın sofrada bulunmadığı zamanlarda yemek mensa’ya koyup yeniyordu. Erken Ortaçağ’dan bahsediyoruz. Bugün bile hala Orta Avrupa’da pek çok ülkede üniversite restoranına “mensa” denir. Kelime İspanyolcaya “mesa” olarak geçmiş. Oradan da Sefaratlar 1492’den sonra İspanya’dan bize getirmişler. O dönemde bizde masa olmadığı için bu kelimeyi kapmışız. Zagreb’de öğrencilerden biri Romencede de “mesa” dendiğini söyledi. Zaten Sardo (Sardinya dili) ve Romence imparatorluğun uçlarında kaldıkları için çok iyi korunmuş iki Latin dili. Latinceye en sadık kalarak değişip gelişenlerden. ////////////////////////// Dünyanın her yerinde yemek tarihiyle ilgili enfes kitaplar basılıyor. Veljiko Barbieri’nin “Vrijeme je za gozbu” (Zaman yemek içindir) kitabını buldum. Adam bir başlıkta hayatın anlamını özetlemiş. 700 sayfalık bir hazine. Yemek demişken Vjeran çok güldürdü beni. Ankara’da Türkiye-Arnavutluk maçını veren bir lokalde şöyle yazıyormuş: “Maçtan sonra Arnavut ciğeri servisimiz vardır”. Kabul edin, çok eğlenceli milletiz. ////////////////////// Selen Gülün, Pernille Mejer’in yazdığı bir şarkı için “O kadar güzel ki, şarkının içine girip uyumak istiyorum” demiş. Benim de öyle içine girip uyumak istediğim bir şarkı var. Bjelo Dugme’den: Lipe cvatu. Bir de klibini izleyin, Bregović’in gençliğini görüp biraz eğlenin derim. Bosna pek benim ruhuma hitap etmez. Bana sorarsanız Bosna tarihinin çıkardığı en leziz şey Alen Islamović’tir ki tam da bu klipte tüm şaşaasıyla kendini gösteriyor. Bir insan bu kadar yakışıklı olmamalı. İnsan doğasına aykırı bir kere. /////////////////////////////// Haydi doviđenja canlar…