13 Şubat 2016

İYİ KÖYÜ ATIYODU, VÜCUDA YETİYODU, KALP İŞİ BİLİYODU, LAY LAY


        Yine mi geldi olm San Valentin! Şubat’ın 29’unda olaydı ne tatlı olurdu, di mi? Ben sevgililer günü hediyesi diye Saad Lamjarred’e derim. Yok, şaka yapmıyorum yaw, gider alır geliriz diye düşünüyorum. Geçenlerde Ebru’da  yaptığımız kız partisinden sonra kapıda ayrılırken bana şöyle dedi. “Unut o Faslıyı? Niye? Mesene’den de sileyim mi? :====)

     Ha, yukarıdaki özlü söz mü? Tabii ki Serdar Ortaç’dan. Her seferinde yeni şarkı sözünü ilk duyduğumda kopmayı başarıyorum. Bu başarı benim değil bittabi. “İşte bu yüzyılın en büyük büyük buluşması” diye başlayan bir cümleye müteakiben gelen cümlenin son kelimesi ne olur sizce? Affferin bildiniz, tabii ki: “duruşması”… “Daha yeni başladı bu aşkın duruşması” Adam 20 yıldır sizi dans ettirip eğlendiriyor mu, siz ona bakın. Götür beni Serdar konserine, sal sahne önüne, Yıldız Tilbe gibi tepine tepine dans ederim, ertesi gün gelir alırsın. İsterse şarkılarını 7 tuşlu piyano ile yapsın, çok da tın.

       Bahattin yazmış Twitter’da : “Kafamdaki evlilik teklifi: Al şu yüzüğü, gel yarın başla”. Bence çok şık. Sanırım duyduğum en güzel evlilik teklifi. Ama siz yine de sokmayın annelerin kafasına böyle şeyler. Sonra televizyonda beğendikleri herkesle sizi evlendirmeye çalışıyorlar. Gerçi şu anda benimkinde umutsuzluktan mütevellit fazla algıda seçicilik kalmadı. (Bir aralar Gökhan Sezen’e takmıştı. Sadece o taksa yine iyi. Biricik Nebi Hoca da azmetmişti. Bir gün kendisini ziyarete gelen yakışıklı delikanlıyı ofise getirmişti. Ben de kafamdaki mandalı -bildiğiniz çamaşır mandalı- çıkarmadan tanışmıştım Gökhan’la. Tahmin edersiniz ki ilk ve son görüşmemiz olarak kaldı.)  Bacak kadar kardeşim geçen gün ölmek üzere olan bir amcanın fotoğrafını gösterip “Buna ne dersin?” dedi. Ne diyeyim bilemedim? Bana kalsa “Allah rahmet eylesin” derim.  Esas bomba cümlenin devamında saklıymış: “Biz bugün varız, yarın yokuz” demez mi! Siz siz olun, erkenden evlenin, sonra evde makaraya sarıyorlar adamı çok fena.

      Kadim dostum Birgül geldi ziyarete. Romanlarımın Unarosa’sı.  Ben Salamanca’da okurken çok sevdiğim çikolataları zar gibi kesip alüminyum folyolarla mektuplar arasında yollardı sürpriz olsun diye. Ben de hemen açıp bir köşede milletin şapşaşkın bakışları önünde kâğıtları şapur şupur yalardım. Bize geldiğinde her zamanki gibi bütün dünyanın bilip benim bilmediğim bir şeyden bahsederlerken bütün salon şaşkınlıkla bana bakınca kardeşim “bunun cinsleri normalde bu kadar yaşamıyor. Bu tesadüfen bugüne kadar hayatta kaldı”, dedi. Çok mu komik!  (Şeyy, bence de komik. Haklı çocuk.)  Yanlışlıkla biriktirdiğiniz karizmanızı anında imha etmek ve rahata ermek istiyorsanız vereyim size kardeşimi. Üç saniyeye bakar.

      Venedik’e gittim kaşla göz arasına. Kanallar Şehri’ne. Nurbanu ve Safiye’nin mektuplarını bulmaya. Enfes şeyler buldum. Bu Venedik’e beşinci gidişim olmuş. İnsanın yazın nefret edip kışın âşık olabileceği tek şehirdir Venedik.  Hele bir de turist değilseniz, tadından yenmez. Eğlenceli bir tarihçi arkadaşın evinde kaldım: Serap Mumcu. Sağ olsun, bana Venedik’in en büyük ve en leziz kilisesine bakan odasında bir yatak verdi: SS Giovanni e Paolo. Sabah gözümü açınca kadrajımda sadece bu şaheser oluyordu. Malum perde yok. Giyinip soyunurken biri görür mü derdi yok. En fazla Tanrı görüyor. (Direkt, aracısız).

     Venedik’in turistler tarafından istila edilmemiş bir meydanında oturuyor: Campo Santi Giovanni e Paolo’da. Meydanda Leonardo’nun hocası Verrochio’nun B. Colleoni heykeli sizi selamlıyor her sabah. Evin altındaki minicik pastanede İtalyanlar gibi ayaküstü, ışık hızıyla kahvaltı ediyorduk. Malum İtalya’da kuzeye çıkıldıkça kahvaltı süresi azalıyor. Kuzey sınırında sanırım 1-2 saniye yeterli olabilir.

    Vardığımda deli gibi yağmur yağıyordu. “Küçük bir işim var, istersen sen de gel” dedi Serap. Elimize pazar arabasını alarak karanlığın altında köprülerden atlayarak yolun bittiği bir yere geldik: kanalın kenarında, evler arasında sıkışmış bir boşluk. Derken herkes elinde şemsiyeyle gelerek o minicik boşluğu doldurdu. Sonra karanlıkta bir gondol belirdi. Ardından yakışıklı bir delikanlı elindeki listeden isimleri sırayla çağırdı. Gecenin karanlığında, yağmurun altında malımızı alıp uçarak eve gittik. Ne mi aldık? Yakındaki bir adadan gelen organik sebzeler. Arcimboldo tablosu gibiydiler. Lübnan’dan sonra hiçbir yerde bu denli lezzetli sebzelere yememiştim. İnternetten seçiyorsunuz, gondolla size geliyor.  

      Tam da karnavalın göbeğine düşmenin en faydalı yanı, sadece karnaval zamanı çıkan tatlıları her gün löpürdetebilmek oldu. Hayatta en sevdiğim tatlı Sicilya’nın cassata’sı idi. Frittelle ile tanışana kadar. Hayli mütevazı bir ismi var oysaki: kızartmalar. Frittelle di zabaione yemeden sakın ölmeyin. Isırınca içinden Marsala şarabından yapılan o enfes krema ağzına hınzırca akıveriyor. Hele bir de incecik mavi Bone China fincanlar içinde ayaküstü servis edilen yaşlı bir pastanedeyseniz.

      Kanuni döneminde İstanbul’a gelen Luigi Bassano’nun da nereden geldiğini öğrenmiş oldum Serap sayesinde. Venedik’e 1 saat uzaklıkta bir rüya kent Bassano del Grappa. Adı üzerinde burada Grappa içmeden dönmek olmaz. İsviçre’de Luzern’deki Kapell Köprüsü’nden sonra hayatta en çok sevdiğim köprü olmaya aday oldu şehrin ahşap köprüsü. (Luzern’deki köprü Gotik harfler ve renkli resimlerle bir hikâye anlatır tepedesinde. Girişte başlar, çıktığınızda ise hikâye biter.) Klasik bir kuzey İtalya şehri. Fonda Alpler, buz gibi bir hava, ama Avrupa’dan farkı sıcacık İtalyan ruhuyla doldurulmuş olması. Köprü girişindeki minik ahşap kaplı Nardino’da bir grappa içmeden karşıya geçmemeniz lazım. Ama ben o günkü al-kuhl hakkımını malt biraya ve Sambuca’lu bir kahveye harcadım. (Bu arada sambuca Arapların 9. yüzyılda Avrupa’ya alkolü getirmeleriyle yapılan ilk alkollü içki. Damıtmayı Araplardan öğrenen İtalyanlar eskiden alkolsüz yaptıkları bu anasonlu içkiyi o zamandan beri alkollü yapmışlar. Alkolün Araplar tarafından bulunmasına ise “oxymoron” diyebiliriz.

        Karnaval’ın en kalabalık günü uslu uslu evde oturuyorduk. Kapı çaldı. Bir açıktık ki şu manzara: 

 

     Gençler bizi almaya gelmiş. Şekilde görünen arkadaşlar gündüz arşivde tarihçi kılığında belge okuyordu. Akşam kendilerini bulmuşlar. Bir bizim memlekette tarih yazanların sıkıcılığına bak, bir de şunların rengine. Bırakın tarihi şenlikli insanlar yazsın, ruhumuza renk gelsin. Eldeki malzemeyle şekil yaptık. Ben de bıçkın bir erkek kılığında şehre saldım kendimi. Başka bir tabirler “Venedik’te Türk korkusu”nun yürüyen haliydim. Işid bu sene Venedik Karnavalı’nı tehdit etmiş. Biz ve bizim gibi bunu bir yerine takmayan ahaliyle toplanıp şehrin en kalabalık meydanınca bol bol prosecco içtik.

      San Marco Meydanı’ndaki  İstanbul’dan 1204’te (Latin İstilası) getirilen dörtlü heykelde Konstantin’in ayağının olmadığını gösterdi Serap. Popüler olarak Konstantin’in hiç İstanbul’dan gelmek istemediği için ayağının orada kaldığı söyleniyormuş. Sanırım benim ayak da Venedik’te kaldı. Palladio ve Sinan birbirlerini tanıyorlar mıydı? Peki, gondollar neden siyah renktedir? Marco Polo’nun Venedik’teki evi nelere şahit? Serap’ın yakında enfes bir kitabı çıkacak, cevaplar onda.

      BBC tarafından Avrupa’nın en güzel 10 sahafından biri seçilen Acqua Alta’ya girdik. Ortada içi kitap dolu koca bir goldol. Kitaplar eski küvetlere yuva yapmış. Yer gök kitap. Kanalın dibinde. Kapısı ardına kadar açık. İsterseniz kanala ayaklarınızı uzatarak kitap okuyabilirsiniz. Bir kitapçı geleneği olarak pisisi de var tabii amcanın. Ruhumu teslim ettim.

      Son gün yine yağmur yağıyordu. Beni evin karşısındaki hastaneye soktu Serap. Uçsuz bucaksız bir bina. Düşüncenize Ortaçağ’dan beri hastane. Duvarları camla kapatmışlar. Sanki kavanozdan bir tarih içinde gibisiniz. Mekân hâlâ hastane! Dünyanın en güzel hastanesi. Hastane içindeki uzun yolculuk bittiğinde son kapıdan çıktığımızda vaporetto iskelesinin önüne düşüverdik. Alice in Wonderland’in son sahnesiydi yani. Serap olmasaydı şehir bu kadar güzel olmazdı. Bu seyahatimde Venedik’in sakinlerine bakınca şunu anladım: Biz kötü yaşamıyoruz, hiç yaşamıyoruz!

     Venedik seyahatimi anlatmaya Blue Jean’dan devam edeceğim. 18 yıl sonra yeniden Blue Jean’deyim. “Pasaport Kontrol” adlı köşemden gezi yazıları yazacağım. Çok gezen mi çok eğlenir, çok okuyan mı sizce? J

      Bu sefer de beni tembellikten aydıran Çağlar sayesinde yazdım.  “Blog yazarsan sana gofret alırım” demişti. Haklıymış. Bir gün üniversiteye  bir koli gofret gönderdi. Tam da derse giriyordum. Koliyi açıp hepsini bir oturuşta yedim derse devam ederek. Ha kendisini hayatımda hiç görmedim, o başka. Bu blog ona gelsin. Var olsun!

    Serdar’ın işbu şarkısından çok özlü bir sözle sizden ayrılıyorum: “Bana müsaade desem darılır mısın?”