20 Nisan 2016

“NAZARA, AZARA, UZARA” ya da “O KADER BURAYA GELECEK!” ya da “GO F*CK YOURSELF”


 
      Sonra kızıyor bana, “beni yazıp el âleme rezil ediyorsun”, diye. N’apayım, elimdeki en iyi malzeme sensin, anne. Geçen gece baktım mutfakta savaş çıkmış, ışın kılıcımı alıp gittim alana. Annem mutfakta bulduğu üç adet Eti Puf’a savaş açmış. Öyle böyle değil. Zavallı Eti Puf’lara çantamda sığınak yapıp onları sınır dışına çıkarmasaydım sonları kötüydü. Siz hiç Eti Puf’la kavga edip evi yıkma kapasitesi olan anne gördünüz mü? İster misiniz anne? Bayandan, temiz. İki gün sonra geri getirirseniz kafanızı kırarım.  Net. Bizdeki de can.

       İspanyol bir sevgilim vardı. Benden başka bütün aile kendisini pek seviyordu. Onu sevdiklerinden mi, beni kendisine kakalamak istediklerinden mi bilmem yaz tatiline bile götürüyorlardı onu bizimle güneye. Kardeşim fotoğrafını masasına koymuştu. Annem ona özel yemekler yapıyordu. Hafta sonu için İstanbul’a geldiğinde ben de zavallıyı alıp kuzenim Ozzy’ye “İspanyol’uma bir gün bakar mısın?” diyerek veriyordum. O da çocuğu kasa kasa şaraplarla besleyip ateşle yaklaşılmayacak halde ertesi gün bana teslim ediyordu. (Hatta onu doğrudan üniversiteye getirdiği o gün parti vardı ortamda, ama sadece yemek verip bir damla içit vermedikleri için tam şaşırmaya kalkmıştı ki kuzenim durumu bu enlemlerde  “Un día beber, un día comer”(Bir gün içmek, bir gün yemek) şeklinde açıklığa kavuşturmuştu.) Neyse, nereden geldim buraya. Şuradan: Acaba hafta sonları “anneme biraz bakar mısın?” diye onu Brüksel’deki evine mi bırakıp kaçsam. Geleneğe devam. Projelendirmeye değer fikir bence. Ama o Javier’le çilesini doldurdu yıllar önce.  (Bu arada Kuzen Ozzy Paris’e taşınmış. Tabii Brüksel de bir yere kadar. Anladığım kadarıyla yavaş yavaş, çaktırmadan sıcak denizlere inmek için Fransa aktarmalı numaralar deniyor. Bünye birden şok geçirmesin diye. Onun İtalya’ya taşınacağı günü dört gözle bekliyorum. Ben de ona taşınacağım.)  

       Fark ettiğiniz üzere bizim evde her an taze bir olay bulunur. Üniversite yıllarında bizde kaldığı bir gece aile eşrafıyla sahura kalkan Şeyda (romanlarımın Matmazel La Peigneuse’ü) o gece yine bedavadan eğlenmiş. O zaman dört yaşında olup ahaliyle sahura kalkan kardeşim, kendisine annemden geçen asabiyetle gece gece “ben kıvırcık makarna isterim” diye tutturmuş. “Vermezseniz şu tabağın içince uyurum” diyerek dolma dolu tabağa kafasını sokarken son anda yapılan doğru müdahalelerle kriz yönetimi devreye girmiş. Ben o saatte kaçıncı olduğunu bilmediğim uykumda bu şenliği kaçırmışım. Ama görüldüğü üzere bizim evde günün her saati eğlence ve adrenalin servisimiz var. O günden beni La Peigneuse’ün tabiriyle adımız “Episodic Family” kaldı.  Bir gün uğra bizi, yok hiç kötü niyetimiz.

     Babamla kardeşimin diyalogları ise her zaman tek geçilesi. Şuna şahit oldum geçen gün.
-Merve, kızım sen de beyaz gömlek giyiyor musun hastanede?

-Yok, baba. Doktor olduğumu anlayıp dövmesinler diye giymiyorum.

    Kardeşim bugün birisiyle konuşuyordu telefonda. Kıza “yakında seni kitap ayracı diye bir kitabın arasına koyacaklar, sonra ara ara dur”, diyordu. Ben de kitap ayracı olmak istiyorum.

     Orada bir evim var, uzakta. Büyülü müdür nedir, ayak basasım yok. Sonunda evdeki kötü ruhları kovmaya karar verdik. Salih Bey’in getirdiği enfes otları, turkuvaz taşları yakıp evi tütsüledik. Evde adeta 100 Yıllık Yalnızlık yaşadık. Salih Bey’in annesi “nazara, azara, uzara” dermiş. Kitap adı gibi. İşte onun partisini yapıp “Nazara, azara, uzara” günü ilan ettik. Seviyorum bu şehri ve içindekileri.  Hayatımın sınırsızca güzel insanları. Tam bu ülkeden kaçasım geldiğinde karşıma çıkıyorlar, beni toprağa bağlıyorlar  :P Buket Uzuner el yapımı devasa bir nazar boncuğu vazosu getirmiş. Fatima eli niteliğinde. Mısırlı kadınlar “nazar değmesin” anlamında çaktırmadan havada “Fatima eli” yaparak “şükran cezilen” (çok teşekkürler) derlermiş. (Mısırlı Hussein’den öğrendiğim sayısız detaydan biri bu, Sultan’ın Mutfağı’nın Amr’ı). Biz de topluca çaktırmadan havada Fatima eli yaptık. Herkes gittiğinde Buket Hanım’ın giderayak, hatta yarı yoldan dönerek verdiği parmak kuklası kaplumbağaya bakarak düşündüm: Kalmalı mı, kalmamalı mı?

      Saad Lamjarred Türkiye’ye konsere geleceğini açıkladı geçen gün. Size bu satırları sevinçten yapıştığım tavandan yazıyorum. Her konserde minikleri kucağına alıp söylüyor şarkılarını. Düşündüm de evde çocukluğumdan kalma patiklerim var, bu konuda çok işime yarayabilirler :P Bir de Abdel Fettah Greeny nam bir Faslı keşfettim. Yok böyle bir ses rengi. (Satır arası: yok böyle bir yakışıklılık). Fark ettiyseniz müzisyenlerin sadece yakışıklıları ile ilgileniyorum. (Bana gelecek doğum günümde aranızda para biriktirip onu alırsanız son 10 yılki bütün günahlarınız silinir :P Kesin bilgi). Sanırım tajin bünyeye iyi geliyor. Sinir bozucu bir yakışıklılıkları var Faslıların. Estetik anlayışımın Fas devrindeyim son bir yıldır. Gelsenize, çok güzel!

       Miligram yepyeni bir klip çıkarmış. Knez Petrol sponsorlu. Öldürecekler bir gün beni. Trieste’den Balkanlara giren üç tır şoförü (Miligram’dan Alen ve Mili ve Dr. M’den Stevan) şık bir İtalyan restoranına tozlarını silkerek girerler. Havyar ve foie gras ile başlayan hikâye Sırpski kebapta biter. Arkadaş, yok mu Allah’ın bir kulu Miligram’ı memlekete getiren? Bknz: (https://www.youtube.com/watch?v=sQxsM5G-Tiw)

      Çocuklar bezdiler benden. Verdiğim ders ne olursa olsun bir atlas aldırıp coğrafya sınavı yapıyorum onlara. Coğrafya kalbe iyi gelir. Anlatmayı deneyeyim. Efenim, benim küçükken de kafam hep iyiydi galiba. (Hayata artık nereden bakıyorsam.) İlkokulda Sinan nam sıra arkadaşıma âşık olmuştum. O da Müjde Ar’a âşıktı ve beni de ona benzettiği için sanırım dolaylı olarak da bana âşıktı. Müjde’ye daha çok benzeyeyim diye ders boyunca saçlarımı açmam için bana yiyecek kabilinden rüşvet veriyordu. Sonra bir gün sınıfa gelmedi. Nereye gittiğini sordum. Anladığım kadarıyla baloya gitmişti. Baloya! Günler, aylar geçti gelmedi. “Yaw arkadaş, ne biçim balo bu? Kimle dans ediyor o kadar” diye düşündüm durdum. Döndüğünde kafasını kırmak için lahmacun küreğin hazırladım. Sinan gelmedi. Yeniden sordum âlimlere, nerede bu Sinan? Çocuk Bolu’ya gitmiş! Türkiye coğrafyası ilkokul-1 düzeyinde sıfır olunca ben de eldeki kelime dağarcığından kotardığım kadarıyla baloya yollamışım onu. (Yedi yaşındayken de kafa sadece eğlenceye çalışıyormuş) El netice: Günde bir sayfa coğrafya kalp acılarına iyi gelir. Ben “balo”yu “Bolu”dan önceden öğrenen bir çocuktum hiç değişmedim. Bolu, yani “poli” (şehir). Hayat kelimelerde gizlidir.

     İzmit’te çalıştay vardı. Malum Türkçe “tay” yer bildirir: Çalıştay, sayıştay, danıştay…  Bizimkisi kopuştay oldu. Karşılıklı kopulan yer bâbında. İşteşli koptuk. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için dans ettik. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük. Gündüzleri tarihçi taklidi yapıp akşamları kendimizi bulduk. Bir de baktık ki İstanbul Arabesque Project konserinde en ön sırada çarpan ve çarpılanlarımıza ayrılmışız. Son hatırladığım karede yerlere kadar eğilip alnıma arkadaştan 100 TL’lik dansöz bahşişi alıyordum. Gerisini siz hayal edin, ben karışmayayım. Şöyle bir şarkı çaldılar: “O kader buraya gelecek”. Fiyakalı değil mi? Ertesi gün de 90’lar çaldılar Radio’da. “Bu şarkıyı bilmeyen bizden değildir” tadındaydık. Yaşıtımız bir arkadaş var, 20’lik kızlarla takılırken yaşı anlaşılmasın diye 2000 öncesi yapım film ve müzikleri hatırlayamıyormuş gibi yapıyor. “Anımsayamadım, sayın Bülent Özveren”: Hatırlamayan bizden değildir. :P Bize rüya tadında dört koca gün yaşatan Serkan kuşuma buradan kucak dolusu sevgiler. Önce arabasını, sonra şehrini, sonra da evini istila ettik. Hiç dönmesek ne güzel olurdu!

    İstanbul Arabesque Project bir arkadaşın düğününde sahne almıştı. Evlenmeyi bir gelenek haline getiren bu arkadaşın düğününe giderken kardeşime “Geliyor musun?” demiştim. O da “Yok, bir sonrakine demişti.” (Ailecek şeklimiz bu).  Damat düğün esnasında elinde şampanyayla koşuştururken kardeşimin neden gelmediğini sorunca “Bir sonrakine gelecekmiş” diyerek hayatımın potunu kırmıştım. Neyse ki mutluluk (belki de keder) sarhoşu olan arkadaş bu detayı Long Term Memory’nin dibine gömdü. Var olsun :P

       Tuna hatırlatmış, ilk duyuşum gibi koptum. “Git kendini çok sevdirmeden”in Yiğit Özgür’ce çevirisi: Go f*ck yourself. Gülmeyip  n’apçan?           

      “Ama ben değişmezsem ben olamam ki!”

        Yallah me selame! (Saad’ın şarkısından kaptım bunu. Bu kadar Arapça şarkıyla yaşamaktan bir sabah uyandığımdan bülbül gibi Arapça uyanmaktan korkuyorum.) Haydi selâmetle, anacımmm… (Şu an Sardinya sunumu yazmam lazım. Ben n’apıyıorum? Passion fruit, nam-ı diğer çarkıfeleğin başına gelebilecek en güzel şey olan Alizé içimine katılıyorum. Kolleeeekktif şekilde içiyoz, güzelleşiyozzzzz. Gelmeyin, köpek var! Demin yoktu, şimdi geldi.) Bana otomatik bire neşe geldi :P