7 Ağustos 2016

AVUKAT İSTEDİM, AVOKADO GELDİ


 
       Yazdan nefret ediyorum ben galiba. Yaz gelince yapılması gereken şeyleri iki emir cümlesi ile özetlersek: Şimdi sakince otur ve geçmesini bekle. Evet, evet. En azından ben öyle yapıyorum. Bu sıcakta Fas’taki nem ve sıcaklık durumunu hayal bile edemiyorum. Güney Amerika planımızı “Yok yaw, orası şimdi kış” diye bozup planı yumurtanın asfaltta pişirildiği Fas’a, hem de Kayzer Augustus’un ayının göbeğinde çevirdiğim için hayır duaları alacağım. Arkadaşımın Fas’ta bisiklete binme planlarını (binerse o bisiklet vücuda kaynar, kendisi de altı bisiklet üstü insan bir mitolojik hayvana dönüşür çünkü) çaktırmadan, “Ayy, ne güzel okyanusa gireriz” şeklinde saptırıp kendisini daha serin hayaller kurmaya teşvik ediyorum. İşe yaramazsa beni boğarken o sıcakta kaynayıp bir Androgynous’a dönüşürüz maazallah. Bu fantastik saçmalarıma hep sıcak ve nem sebep oluyor. Kaç Fahrenheit olm bu sıcaklar?

        Eco’nun ne kadar komik bir herif olduğunu unutmuşum. Toprağı begayet bol olsun.Sanırım İstanbul’a geldiğinde İtalyan Kültür’de verdiği İtalyanca konferansta ona sorduğum tek soruya cevap veremeyince bana sinir olup gani gani kıl davranmasından mütevellit. “Bologna’ya gidiniz, Massimo Montanari’ye sorunuz” dedi. Oysaki ben Bologna’ya gitmiş ve Montanari’yle görüşmüş, ona bu soruyu sormuştum. Bunu da söyleyince Eco’yla aşkımız oracıkta başlayamadan bitiverdi. Yeniden Bologna yollarına düşmeden bir Eco daha okuyayım diye Somon Balığıyla Yolculuk’u aldım. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. İsveç’ten alıp otelde mini buzdolabına koyduğu, ona yer açmak için dolaptan çıkardığı her şeyin her gün açıkta içilmeden ve yenilmeden görüldüğü halde kural gereği bilgisayara kaydedilip çıkışta kendisinden dünyayı kalkındıracak kadar para istendiğini acayip şeker dille yazmış. “Bir avukat istiyorum dedim, bana bir avokado getirdiler” diyerek de İsveç halkının anlayışına noktayı koymuş. Neden ona Stockholm Sendromu deniyor sanıyorsunuz? (Atina, Marsilya ya da Lecce Sendromu değil?) İsveç çekilir bir yer olsaydı sendromun adı Stochkholm olur muydu hiç? (Şükür mantık dersine girmiyorum).

     Seviiiim koş, memleketin en iyi çevirmeni ne hata yapmış bak! Editörlük ve çevirmenlik konusunda eline zor su dökülen biri çevirmiş Eco’nun bu kitabını. Bir de ne göreyim! Frederick Barbarossa ile Barbaros Hayreddin’i karıştırmış! Aradaki 400 yıl fark yetmiyormuş gibi, millet, din, ülke, konum, görev farklarını da eklersen yanlış anlamak için hayli çaba sarf edilmesi gereken bir kontekst. “Editör Uyuyor mu?” diye bir kitap projemiz var. Ama yazdıktan sonra yanımıza çift tendonlu iki iri kıyım zenci alıp İstanbul sokaklarında korunaklı dolaşmaktan başka çare kalmayacak. Kitap çıkınca bir tek arkadaşımız zaten kalmayacak.

      “Tanıdık yüzler görülünce nasıl tepki verilir” bölümünde Umberto Amcam beni anlatmış. Yıllar önce New York’ta gezerken kendisine gülmekte olan adam yaklaştıkça paniğe kapılır, ya şimdi “Ne haber?” ya da “Bana sözünü ettiğin o şeyi yapabildin mi?” derse ne yaparım diye korkudan kaldırımın karşısına kaçmaya çalışır. Ama çok geçtir. Adam onu yakalayıp gülümser. Yaklaşınca fark eder ki tanıdık sandığı kişi Anthony Quinn’dir! Yılladır aynı sendromdan mustaribim. Sık sık Beşiktaş’ta  “Arkadaşım, ama nereden arkadaşım bilmiyorum” diyerek durup dururken her gördüğümde heyecanla güldüğüm biri var. Gülümseyip geçerken “Olm, okuldan değil, mahalleden değil, yayın dünyasından değil, müzik dünyasından değil… Nereden arkadaşım leyn bu adam benim” diye düşünürken bir fark ettim ki adam aslında Yalan Dünya’da kötü film yönetmenini oynayan Tuna Orhan. Yalan Dünya izlemekten (ve defalarca yeniden izlemekten) oyuncularla nasıl bir içsellik kurduysam oyuncuyu her gördüğümde (sonrasında arkadaşım olmadığını anlamama rağmen) yeniden arkadaşım sanarak selamlıyorum. O da hiç bozmuyor sağ olsun. Bir gün birilerinden çok pis dayak yiyeceğim, haydi hayırlısı… Hah, işte Eco bunun çağımızın yeni kitle iletişim sendromlarından biri olduğunu yazıyor. O benim işte.

      Ahali sıcak iklimlere göç edince biz de evde en yaşanabilecek mekân olan babamın yatağına taşındık kardeşimle. Dün gece tuhaf bir şey oldu (ki yine ancak ve ancak bana olabilen şeyler kabilinden). Rüyamda lenslerimi kutuya yerleştiriyorum, bir bakıyorum içinde başka lensler var, yorgunluktan geberdiğim için hepsini bir kutuya tıkıp yatıyorum. O esnada yanı başımda uyuyan kardeşim de dağ bayır gezip bana bir lens kutusu arıyormuş rüyasında. Konserden gelip zıbardığım için yatmadan önce kardeşimle konuşmadığım gibi lens kutusu meselesi hiç söz konusu bile olmadı. Telepatide devrim yarattık galiba. Zaten yıllardır konuşmadan ne dediğimizi hissedip aynı anda gülüyoruz. Lens kutusu ortamı cilaladı.

     Yarım bıraktığımız kitaplar ve filmler Alzheimer yapıyormuş, anacımmm. Beğenmediği her şeyi yarım bırakan bendenizin sonu hiç hayırlı değil. Eti Balık Kraker reklamındaki balıklardan birini oynayacak kıvama gelirim ben yakın gelecekte. Peki ya yarım bıraktığımız aşklar da Alzheimer yapıyor mu aciiiba? Hiçbir şey doğası gereği yarım kalmaz tabii ama, Alzheimer olmaktan iyidir bence. Sizin için söylüyorum, bende öyle dertler yok.

       Bir süre konuşmamayı düşündüğüm bir arkadaşıma bunu söyleyince bana olanca kibarlığıyla “Sana hep bir telefon kadar yakınım” dedi. Memlekette azalan cinsten kibar insanlar bunlar. (Ben olsam “Allah belanı versin, haydi ciaoooo canımmm” der telefonu da şırrrakk diye kapatırdım, yalan yok.) Kardeşimin buna yorumu: “Ne var bunda? Cenaze Hizmetleri de bir telefon kadar yakın”.

     Kitaplarını sayıp her yerde söyleyen bir insan tipi var. Çok komik buluyorum bu tipleri. Her hafta bunlardan bir tane çıktığına göre hayli kalabalıklar. Çok sayıda kitabım var, ama bir kere bile aklıma onları saymak gelmedi. Bunlar metreyle kitap alanlarla aynı familyadan. Ben şu anda sadece kitaplarımı silmekte bana yardım edecek arkadaşlarla ilgileniyorum. Bir Balina Cif lazım bana. Bana yardım edecek sabırlı arkadaşlara yeşil şarap, Mancha peyniri ve sürpriz yemekler vaat ediyorum. İlgileniyorsanız ıslık çalın.

       Ayyy, aklımı başımdan alan Almanın adı neydi? Heee, Alzheimer’dı…

4 Ağustos 2016

ANAAANE, NANE? (BİR MOJİTO’NU ALIRIM) ya da SON MEMECİ


 

     Yok anacım, ben anlaşılamıyorum. Küçükken de anlaşılamıyordum zaten. Aile fertlerinin hafızasına en köktenci şekilde nüfuz eden bir anı da Beylerbeyi’nde dedemin devasa terasında saksılardaki naneleri koparıp koparıp adamcağızın yanında biterek “Dede, nane?” dememdir. Bin bir emekle ektiği nanelerin hunharca koparılmasından olsa gerek dedem bu jestimden hiç hoşlanmayıp beni kovalarmış. Biri de çıkıp “yaw, bir dakika, bir dakika. Galiba çocuk bize bir şey anlatmaya çalışıyor” dememiş. İşte böyle böyle heba oldu çocukluğum. Belki de “Dede, al nane. Bir mojitonu içerim”, demek istiyordum. Nerden belli? Hiç anlaşılamadım, hiç. Ama kardeşim üç kelime ile kendini ifadeye geçtiğinde savunma sistemini daha hızla geliştirmişti. Çocuk zeki tabii. Müzik röportajları yaptığım zamanlarda onu da götürürdüm. Çoğu zaman bana ayrılan karizmanın o an sonuna gelmek demek olurdu bu. Gömerdi beni oracıkta. Bir keresinde ben röportaj yaparken onu oyalamak için yedirdiğim yemekleri çiğneyip yandaki masada oturanların dibine gidip ağzını açarak göstermişti. (Tibet Ağırtan’dı söz konusu star, hiç unutmam). Magmanın dibinden ona “Merve, ne yapıyorsun?!” dediğimde el-cevap hazırdı: “Aferin desinler diye bekliyorum”. Hah, işte ben getirdiğim naneler için aferin desinler (ya da bir mojitocuk versinler) diye bekleyemeden mangal körüğüyle kovuluyordum.

      Ha, bu arada mojito naneyle değil aynı familyadan “hierbabuena”yla yapılır. Güzel Türkçemizde adı sanırım “kıvırcık nane”. (Botanik vokabülerimiz tavan yapmış).  Daha uzun ve tırtıklı bir bitkidir. Çık sokağa sor, “heee, nane bu leynnn” derler. 100 kişiye sorsan, aldığın 99 popüler cevap bu olur. Amma velakin değildir ve mojitoyla yapılan naneden bir hayır gelmez. Annem Küba’dan dönünce verdiği demeçte “Ayy, gece gündüz rom içiyorlar. Kolayla, hindistancevizi suyuyla, tonikle…” Oradan bakılınca biz farklıyız sanki: “Ayyy, gece gündüz leş gibi anason kokan bir şey içiyorlar”. İyi ki annem yemek tarihi dersine girmiyor.   

          Yeni tatlar konusunda bağnaz ötesi bir aileden geliyorum.  Gezip yediklerimi anlattığımda yüzünü marul gibi buruşturan annem “iykkkkk” diyerek bana daha da cesaret verir. Kurban bayramında evde yaşanmaz mekânlar yaratan kendisi değil sanki. Yaw, arkadaş, sen işkembeden çorba yapıp böbrek yiyen bir insansın, akmayıp kokmayan salyangoza ağzını açıp diyecek lafın olmamalı bence. Kokoreç yersin, ama lokum gibi yumuşacık, mis kokulu eşek etine “iykkkk”. Yıllar önce yemek tarihi dersinde “Çin mutfağını anlatınız” sorusuna “pirinç” diye cevap veren öğrenciyi düşündüm de, annem olsa daha eğlencelisini yazarmış aslında. “Ayy, bu Çinliler gece gündüz pirinç yiyorlar!”. Hayatımın en travmatik sahnesinde unutmak istediğim bir kurban bayramı var: Düdüklü patlamış ve işkembe tavanlara yapışmıştı. Tavanda adeta bir Atlantis haritası oluşturan işkembeler masalara çıkıp temizlenmiş, ama mutfak aylarca leş gibi kokmuştu. Mutfağa giremediğim için anoreksik olmuştum. Dukan, Karatay, Taşdevri… Bırakın bunları. İffet diyeti. Garantili sonuç.

      What’sApp gruplarımız endorfin salgılıyor. İşinden sıkılan bir arkadaşa iş teklifi getirdi bir doktor arkadaş. “Ben Eko yaparken sen de teyzelerin memelerini kaldırırsın. Akşama kadar kolumla meme kaldırmaya çalışmaktan sırtım ağrıyor”. Arkadaşın cevabı “Kavrulmuş anasondan rakı yapmaya başlamışlar şu an Tekirdağ’da, ondan kapıp geleyim o zaman.” Tabii, haliyle olay Trakya’da geçiyor. Ama meme kaldırma işi iyi değil mi? Anacım, doktorların işi de zor. Memeleri paçalarına kadar uğramış teyzelere Eko çekerken ne kol kası biceps, triceps geliştiriyorlardır. Zaman zaman “teyze, şu memeyi şöyle bir tutuver” dedikleri oluyormuş. Bence o memelerin altında Drahmi bile kalmış olabilir. (Heee, muhtemelen teyzeler tarafından en sonra avro’ya geçildiği 2000 yılından beri kullanılmayan bir parçadan bahsediyoruz ne de olsa.) Teyzem oraya sakladığı Drahmileri Ethniki Trapeza’da (Merkez Bankası) bile bozduramaz gari. Uzun lafın kısası “son memeci” aranıyor. (‘Son’ memeci, çünkü bu işi yapan görevlinin sonsuza kadar sadece bir tanesine bile bakmak istemeyeceği garantisi var).

      EKO mu? Ekokardiyografi. Kısaca kalp hakkında bilgi veren kısa bir test. (Kardeşim hayatta sadece MR çekildiğini sanan bendenizle gani gani dalga geçiyor. Bir keresinde gelen mesajdaki MR’ı da “Mister” diye okumam ev tarihinde unutulmayacak. N’abayım, sağlıklıyım maşaaaalllah, hastalıkla işim olmuyor yeavroom.  Terminolojiye hâkim değilim. Kişinin eko görüntüleri kişinin yapısından dolayı iyi olmazsa ona da “ekojenik değil” deniyormuş. Tey tey… Eko çektirmeye ise hiiiiç ihtiyacım yok. Yağları kazıyınca alttan kalp çıktı, olm. Sanırım tıkır tıkır çalışıyor. Eko çektirsem sistemi çöktürür benim kalbim, yeaaaa…. Ekojeniğim ben :P Siz yine de benim yapıp Yunan diline kazandırdığım kelimeyi sevin: kardiyokleptoman. Kullanmayacağı kalbi çalana deniyor. Denmiyor, ama dense sorun yok yani. Ben yaptım kelimeyi, kullanın, canlandırın. Mesela bir çöp kadın yapalım. Adı Ayşe olsun. “Ayşe kardiyokleptoman. Hiç ihtiyacı olmadığı halde kalp çalıyor. Çaldıklarını kötü günler için yastık altında saklıyor. Yüksek yastık seviyor. Ayşe gibi olma”.  Hah, yandı bende devreler.

        Fi tarihinde eski mi eski bir sevgiliyle gece yolda yürüyoruz. Karanlıktan tatlı sarhoş bir amca çıktı. Bana uzaktan “Don’t believe him!” diye bağırdı. Olay San Francisco yokuşlarında filan değil, bildiğin Ataköy’de geçiyor! “Memleketim insanı da iyiden iyiye delirmenin doruğuna geldi” diye gülüşüp geçtik. Sonra bir ortaya çıktı ki adam haklıymış. Epeski sevgili ayaküstü 1000, oturarak 2000 yalan söyleyebilme kapasitesine sahip bir arkadaşımızmış. (Adının doğru olduğundan bile şüpheliyiz. Mesleği gölge yazarlık, devamını siz hayal edin). Böyle absürt ötesi şeyler sadece ve sadece beni bulur. Sonra, ben neden roman yazarken kurguya gerek duymuyorum? Hazır kurulmuş geliyor bana her şey :P

        Seviyorum bu şehri. Bisikletini alıp vapura biniyorsun. Adaya gidiyorsun. Bir bira içelim diyorsun. Oturuyorsun. Midye dolmaları, kalamarlar derken sohbet uzuyor. Gülüp eğleniyorsun, sonra tekrar bisikletine binemeden vapura binip eve dönüyorsun. Hastasıyım bu şehrin. Haa, bu arada MFÖ’nün “Peki, peki anladık”ı “Hastasıyım” Ayhan Sicimoğlu’na yazdığını öğrendim. Bence hak etmiş.

         İlber Hoca’nın en önemli kitabını bilirsiniz: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Oturup içinde bulunduğumuz şu günleri yazıp adını da İmparatorluğun en “Uzun” yüzyılı koymak istiyorum. Yalan Dünya’da Selahattin’in yerlere kadar eğilerek sunduğu replik var ya, “Bitmiyor bugünnnn”, hah, işte bitmiyor bu yüzyıl, bitmiyor anacımm…

         Haydi, biz Bologna’ya kaçtık.  Bir doktora yapar geliriz…

        Sorarlarsa  Almeizer oldum ben… Yok, olm, bildiğin disleksi olmuşum… :P

3 Ağustos 2016

VARSA BİR HAYIR DUANIZI ALIRIM :P


       Bir Tutam Baharat’ı izleyenler hatırlar. ‘64’te İstanbul’dan ailesiyle birlikte çıkıp Atina’ya gitmek zorunda kalan ufaklık Fanis, çocukluk aşkı Saime ile yıllar sonra dedesinin cenazesinde karşılaşır. Saime ona “Neden bunca zaman gelmedin hiç?” diye sorar. “Aslında bir kere gelmeye çalıştım”, der Fanis, “ama tanklar izin vermedi.” Sahne çok komiktir. Fanis, Saime’nin ona hediye ettiği minik oyuncak mutfağı ve tahta bavulunu alarak Atina-İstanbul trenine biner gizlice. Sabah kompartımanda onu askerler uyandırır. Camdan dışarı baktığında ise gözleri tavada yumurta gibi olur: Anne ve babası yanında bir ordu asker ile istasyonda onu beklemektedirler. 21 Nisan 1967 sabahı darbe yapılmış ve cunta rejimi başlamıştır. Hah, şimdi ben de kendimi o çocuk gibi hissediyorum. Fas’a gidemezsem yıkılırım. Yıllardır can sıkıntısından boş zamanlarında evime gelip tahta sineklikler yapan babam brikolaj ve marangozluk sanatında bir tık daha ilerlerse belki bana bir sandal yapabilir. (Yaptığı sineklikten sinek girdiğini düşünürsek,  o sandalla Kardak’tan öteye gidebilme olasılığım hayli zayıf, ama umut en son kaybedilen şeydir.)
        Yeşil şarap bilir misiniz? Bilmezseniz bundan sonra bilme şansınız olasılık hesabı ile hızla azalmakta. Velhasıl bugün de burada Portekiz için ayrılan yeşil şarap (vinho verde) kaynaklarının sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bavul ticaretinde bir marka haline geldim galiba. Son sefer Málaga’dan getirdiğim bir sulu boya takımının her rengindeki sarımsaklı zeytinlerle evde yaşanmaz mekânlar yarattım. Bavulun hücrelerine sızan sarımsak kokusu ile şu an evin en sevilmeyen elemanıyım. Yola Sofya’dan getirdiğim enfes bir dark beer olan Stolicno Bock’la devam ediyorum. Mina Urgan okuyanlar bilir. İyi yemek ve içmek hayatın can damarıdır. Son paranızı verseniz de bir “delicatessen” onu löpürdettiğiniz parkta sizi mutlu eder. Hamburger ısmarlayanlar uzak durdum hayatım boyunca. (Eki eki, senede bir Kızılkayalar’ın yanındaki -malum Gezi’den beri Kızılkayalar’ı protesto formundayız- hamburgercide ıslak hamburger yerken görülüyor olabilirim. Tanımazdan gelirseniz sevinirim.)
      Ülkeye bak, olm. Lunapark. İspanyolcası: Parque de atracciones. Hah, tam ondan işte. Yer gök atraksiyon! Lunapark’taki “luna”da da “deli”ye gönderme var zaten. Kısmen “deli parkı” demek kelime. Törkiye. Gel, buradan yak. Darbe teşebbüsü gecesi beni telaş içinde arayan iki millet: İtalyanlar ve İspanyollar. Bence dilleri olduğu için millet sayılan Sardinyalı dostlarım bunların başında geliyor. Hatta ve hatta 15 yıldır görüşmediğim, kanlı bıçaklı eski Sardinyalı sevgilim beni annem ve babamdan çok arayarak rekor kırıyor günlerdir. Sokakta görsek gırtlaklarız birbirimizi, ama darbelerin gücü adına beni çok merak etmiş.  Tanrı yere inse barıştıramazdı, TC’nin siyasi ortamı barıştırdı bizi. Biletlerimizi almış Korsika’ya gidiyorken ayrılmıştık. Ben ayrıldığımıza değil o zamandan beri Korsika’ya gidemediğime üzgünüm. (Bendeki kalp bu kadar çalışıyorsa suç bende değil.)
       Guareschi’nin enfes bir kitabı vardır. (Don Camillo’dan tanırsınız onu. Komünist bir belediye başkanı ile bir papazın acccaip eğlenceli hikâyelerinden ibarettir). Marito in collegio. “Koca Okulu” diye çevrilebilir. Türkçeye “Acele Koca Aranıyor” diye çevrilmişti. Mirası kaybetmemesi için burjuva bir kızı bahçıvanla evlendirirler. Romantik son tabii. Gül gibi âşık olurlar. Hayatta iki hacıladığım kitaptan biridir bu. Saint Joseph’li bir yakışıklıdan alıp üzerine yatmıştım lise yıllarımda. (Pişman değilim, bir daha olsa bir daha hacılarım.) Limoge’da sıkıcılar sıkıcısı bir kongrenin aralarında okuyup bitirmiş, bitince de hüngür hüngür ağlamıştım. (İnsanın Fransa gibi sıkıcı bir memlekette gülmesi için tek bir sebep olamaz, o konudan ayrı). Bugün de kahkahadan ağladık Meral’imle. Malum evliliğe prensip olarak karşıyız. Ama şu anda siyasi çaresizlikten bir “marriage blanc” yapmaya hayır demeyiz. (Yunan, İspanyol, Portekizli ve İtalyanlar.)  “Çakma evlilik”. Parası neyse verip, ruhumuza dokundurmadan tabii. Parasıyla değil mi? Kuruma karşıyım.  Bende o şans varken ben ikinci gün âşık olurmuşum adama. Meral öyle dio. He he, süper verdiğim parayı da “drahomamı geri ver lan” diyerek geri alırım.(Parayla o günü müteakiben Arjantin’e kaçarım. Ben buyum. :P ) Şaka olm şaka, bu özgürlüğü sokakta bulmadık.
     Yakın çevrem neden hiç aşk acısı çekmediğim konusunda yıllardır şaşkın. Yıllar önce bir arkadaşımla aramızda şöyle bir diyalog geçmişti.
-Çiğdem, sence neden benim hiç unutamadığım bir sevgilim yok?
- Sen zekisinden ondan.
-Yok, bence ben öküzüm de ondan.
    Kimsecikler aslında öküz olduğumu anlamadan bunu hemen bir tecahül-i arif ve hüsnü talile bağlayayım dedim. Tuhaf bir şey oluyor bende. Kafamdaki çipi çeviriyorum ve ertesi gün yeni bir hayat başlıyor, yeni heyecanlar doluyor, yeni kelebekler. “Nasıl yapıyorsun?” diyorlar. Bu soruya verilecek cevabımın aslında bir kitap boyutunda olduğunu anladığım an oturup yazmaya başladım. (Yok olm, “Nasıl Öküz Öldüm?” değil, ama ona uzak bir şey de değil):  “Aşk Acısı Çek(e)memenin Eğlenceli Yolları”. Bir fark ettim ki aşk acısı çekmem gereken dönemde ben fabrika ayarlarıma dönüp eskisinden daha eğlenceli bir hayat sürüyorum. Bu bana doğanın bir oyunu değilse bir sebebi olmalı diye düşünerek saksının şartlarını zorladım. Aslında farkında olmadan otomatikman yaptığım şeylerin aşırı bir endorfin salgısı yoluyla bana şapşik bir mutluluk verdiğini fark ettim. İşte bunun yollarını anlatan bir kitap yazıyorum. Bunu Endülüs’te fark ettik Hande’yle. Velhasıl, hepinizi kurtaracak olan bu kitabı yazıyorum bu aralar… Varsa bir hayır duanızı alırım okuduktan sonra :P
      Enfes bir yemeğe götürdü beni Osmanlıca sınıfından tatlı arkadaşım Nuray Hanım. “Midas’ın Son Yemeği”. SG İmalathane nam enfes yemekler yapan bir mekâna gittik. Frigya Kralı Midas’ın son yemeği olduğu düşünülen bir yemek sunuldu.  Yapılan Karbon 14 testi ile içindekiler çıkarılıp tarif hazırlanmış.  (Bana bunlarla gelin, hamburgerle değil! ) Bir de üzerine dönemin şarabını bulmuş Murat Yankı. Bu ziyafeti bitirdiği düşünülen altın parçacıklı iksir ise yemeğin başında midemizi şenlendirdi. İksirin orijinali bulunamayınca yerine bir Polonya likörü kullanılmış. Tam bu esnada dağılayazdım tabii geçmişe dönüp. Neden mi? Şöyle ki:
     Fi tarihi. Memo’ya Polonya’dan arkadaşları Żubrówka yapmak için bir kit vermişler. Spiritus ve Żubr otu. Żubr o bölgeye ait bir çeşit bizon. Spiritus’ta o ot bekletilip yapılıyor. Spiritus dediğin de ispirto! Bir baktım üzerinde 97 derece yazıyordu. Sahte toplu mezar yaptırmak zorunda kalmadan şişenin üzerine baktığım iyi olmuş. Neyse ki yarısına su ekleme ve sayısız turuncu bu suça ortak etme marifetiyle devasa şişelere kışlığı hazırladım. Bizon otu akıl almaz bir şekilde gerçekten büyüleyici kokuyor. Turunçlarla karışınca Meral’in tabiriyle tam bir “cennet kokusu” gelmeye başladı içkiden. O aralar bir gün derste çocuklara Żubrówka’yı anlatırken “Ah, evde yaptım, size de getiririm” dedim. Tam o akşam Demirhan’larda parti var. Kaptım şişeleri gittim.  Ahali bayıldı, shot üzerine shot içildi benim Żubrówka. Ben de iki shot aldım. Amanin! Evin yolunu zor buldum. Yatağa attım kendimi, kalkamıyorum. Koca bir ordu içti, millet cin gibi, ben sefalet-ün sefalet-ün sefil-ün! Ertesi gün ayağa kalkıp doktora bile gidemedim. Üçüncü gün çocuklar okulda görüp de “Hocam, niye gelmediniz?” diye sorunca, “eki eki, çocuklar, size bir içki getirecektim ya, hah işte ondan içip zehirlendim” demek zorunda kaldım ve karizmadan eser kalmadı tabii. Düşünsene, az kalsın bana ayrılan mesleğin sonuna geliyormuşum. Neyse ki o zamanlar YÖK alkole takmamıştı kafayı. Gözünü sevdiğimin Övropa’sı! Fıçı bira var kantinde, saat 11 teneffüsünde bir tek atıp derse tekrar giriyorsun. Zagreb’de üniversite içinde Rock bar var yaw!  Birileri bizi çok pis kandırıyor, ama haydi hayırlısı.
       Yüzyılın sürpriziyle karşılaştım. Sürpriz diye buna denir. Her şeyi değiştirmeye mail TDK’ya duyurulur. Pek ayrı, pek çok sevdiğim bir arkadaşımla buluşacaktık geçen gün. Ofisine girdik. Oturduk. Ardı ardına en sevdiğim şarkılar çaldı.  Bir baktım ki “Hoşça kal Milano, Hoşça Kal Aşkım” kitabımda geçen bütün şarkılardan bir cd yapmış. Böyle bir incelik mevcut mu hayatta? Onlar da olmasa ülkenin çekilir hali yok. Ben bu yüzden, incelikler yüzünden… Merve’ye de sonsuz selam, bana hediye kolisi yapmış, Jane Birkin getirmiş.
       “5 razones” (Beş sebep). Leziz şarkı!  Hayat sana devam etmek için beşten fazla sebep verirse,  makine kendini zorlar”…  Manu işte! Manu dinleyenleri ayrı seviyorum, doğru. “Hayat sana katlanmak için beşten fazla o… çocuğu veriyorsa, makine gece gündüz kendini zorlar”. Ben demiyorum, Manu diyor…

       Bir sebebi buldum, Kalan dördünü arıyorum :P