29 Aralık 2016

ÖZLEM, NOEL BABA’YI NASIL BULUYORSUN?



   “Her yerde saç var, yerlerde saçlar! Kimin bu saçlar!”… Hökömetin yeni Mekke saati uygulamasıyla günün aydınlık saatini göremediğimiz günlerin sabahında el yordamıyla evden çıkıp kardeşimin arabasında kısmen bu sesle uyanıyoruz. Her seferinde tam popom koltukla tar-ü taze temas etmişken “Leynnnnn, annemmmm bu!” iç sesi ve korku efektiyle irkilmelere doymadım.  Ayyy resmen, Sahibimin Sesi. Hem de sabahın köründe. Neyse ki korkulacak bir şey yokmuş. Kalben’in yeni şarkısıymış.(CD’nin parası kaç bin defa dinlemeyle çıkar bilmiyorum, ama ben yaşlandım albümde, o derece). Bir on yıl içinde  “Bııııııktım bu saçlardan. Keseceğim o saçları sen uyurken” repliğinin yarım asrını kutlayacağız. Kardeşim saçları kazıtıp annemin en sevdiği çocuğu oldu durduk yere. Sütlü Nuri. Damatları da kellerden seçecek korkarım. Temiz iş.  Ahvalimiz bu iken sabahın kör karanlığında, buz tutan camlar çözülmeden “Her yerde saç vaaaaaar!” nidasının bende yarattığı travmayı hayal edebilirsiniz kanımca. Gidelim Gaffur!

       Allah kimseyi Hande’nin diline düşürmesin. Biraz olgun bir beyzadeyi beğenmeye kalkarsanız o anda sizi yok eder. Enrico Macias’ı beğenirseniz -misal- Mervemon “Mezardan izin alıp gelmiş” der. Hiç girmeyin o işe. Tuna da bir Bulgar atasözü paylaşmış: “Erkeğin üç safhası vardır: “Noel Baba’ya inandığı, Noel Baba’ya inanmadığı, Noel Baba olduğu”. Pek bir yerinde. Bir de Klasik Filoloji hocalarımızda Cengiz Çevik leziz bir Roma atasözü yazmış: “Yaşlıyken uzun süre yaşamak istiyorsan, erken yaşlan”… Atasözünün de diline düşmeyeceksin bence. Hatırlarsınız. Biricik hocam taksiye binip de taksiciye “Ben ölmeden şunu da yapacağım, bunu da yapacağım” diye sayınca şöyle bir durup “Eee, fazla bir şey kalmamış” demişti. Adamın o taksiden sağ çıkmış olması basit bir fizik mucizesi diyelim.

      Dünyada Noel Baba’nın dayak yediği tek ülke olarak listedeki tek kişilik yerimizi kimselere kaptırmıyoruz. Leyn, ne istiyon hediye dağıtan sevimli bir ihtiyardan. Onlar kurban bayramında gelip senin koyunlarına tebelleş oluyor, danana giriyorlar mı? Ot Dergi’ya tatlı bir Noel Baba tarihi yazdım. Düşünsene, üç koca mezhebin toplam iki farklı Noel Babası da Türkiye sınırları içinde doğmuş: Aziz Nicolas Demre’de, Aziz Vasilis de Kayseri’de. (Kayserililerin şehir adlarının Kayzer’den geldiğini öğrenip gidip nüfus müdürünü dövdükleri gün gelse bende şaşıracak mecal kalmadı). Ortodoksların Noel Babası olan Aziz Vasilis’in de diğeri gibi herkese yardım eden, fakirlere para ve eşya biri olması Noel Baba imgesinin doğumunun sebepleri. Kapadokya Rumlarında ise Noel’de bacadan indirilen sepetle hediye verilip karşılığında zengin ailelerden altın, para alınması da Noel Baba’nın neden bacadan girdiğini açıklıyor işte. Diyeceksiniz ki o geyik arabası neden uçuyor o zaman. Diyeceğim ki magic mushroom etkisi. İddia benim değil zaten, en bana mikoloğumuz Jilber Barutçuyan’ın yalancısıyım. Ren geyiklerinin pek sevdiği, lakin insanlar üzerinde hayli güçlü halüsinasyon etkisi olan, hatta zehirli olabilen Amanita muscaria’mış buna sebep. Kuzey Kutup dairesi civarında sıkça görülen,  Laponların tüketerek trans haline geçme alışkanlığı edindikleri bu mantar türü Noel Baba’yı uçuran hayalleri kurdurmakla suçlu yani. Haydi Noel Baba dövücüleri. Yallah Laponya’ya. Bi gidin bakalım orada dövecek mantar kalmış mı?  Haftanın protestosunu ateistler yapmış. “Ateist Noel kutlamaz”. Hayli sarkastik. Bayıldım. Hey ataizzzler… Bu da mı tesadüf?

        Yokluğunuzda hiç kitap okumayıp Anvers’e gittik. Bu sürede de okuduğum tek kitap fiyakalı bir Anvers rehberi oldu. Çünkü bir geleneğimi yıkıp şehri mal beyanı gibi gezdik. Günler öncesinden listesini yaptığım hiçbir şeyi görmeyerek bir ilke imza attık. Şapşik şapşik şehri gezmek, deli deli dolaşmak ne tatlı şeymiş arkadaş.  En sevdiğim ressam olma unvanını asla yitirmeyen Brueghel’in enfes tablolarıyla dolu Güzel Sanatlar Müzesi’ne gidemedik. Çünkü elleri dert görmesin restorasyon nedeniyle kapatmışlar eşşşek kadar müzeyi. AKM kadar sürmez tabii, ezelden ebede.  Rubens’in evinden 100 metre uzakta kalmamıza rağmen müzenin kapandığı saatte yetişmeyi başardık. Onu da göremedik. Salamanca’da sinemaya adını veren ve hiçbir İspanyolun asla telaffuz etmeyi başaramadığı Van Dyck’in tablolarını da göremedik. (Fan Dik yerine İspanyolca Ban Dik derler, kahkahayı yüzlerine püskürmemek için başka yere bakarsın.) Göremediklerimizin listesi uzun. 

      Ne mi yaptık? Schelde Nehri kıyısında kar makinalarında fotoğraf çektik, şatoya doğru oturup kutsal belediyenin koyduğu dev sobaların kenarındaki banklarda amip gibi genişleyip bol baharatlı sıcak şarap içtik. Noel pazarlarında postu deldirmeden gezdik, patates ülkesinin çıtır patateslerinden yedik, ahşap barlarda biraya bira demedik. Kasteel birasının rouge’una gark olduk, velhasıl vişneli biraya doyduk. Gazoz gibi içerken biranın 8 derece olduğunu unutup bardakları ardı ardına devirirsen evi haritada bile bulamazsın. Arpa suyunun bahrinde yüzdük. Biz at sırtında Anadolu fethedeceğiz diye debelenirken adamlar manastıra kapanıp huzur içinde renk renk, desen desen bira üretmişler: Averbode. Üretim tarihi 1134. Flaman resmi, Flaman halısı da bir yere kadar. Ben birasına bakarım, arkadaş.

       Hansel ve Gratel’den düşüp gelmişe benzeyen dükkânlar arasında dolaştık, mango sirkesinden baharat yağlarına kadar her şeyin tadına baktık, semt pazarı soyduk. Tatlı turuncu patates, enginar kalbi,  kök rezene alıp ziyafetler çektik. Mangolar, guayabalar, çarkıfelekler, chirimoyalar bedavadan biraz pahalı. (Bendeki cennet hayali malum: Ekvador’da sahilde döne döne chirimoya yiyerek yaşlanmak. ) Deli Petro’nun heykelini de affetmedik tabii. Gemi inşaatı öğrenmek için kılık değiştirerek bu suların limanlarında çalışan deli bir adam. Hastasıyım. Küçükken Petro’nun  günlerini anlatan bir roman okumuştum: Floris. Milletin gemi yapan çarı var, adaletsiz dünya. Bizde de gemicikler dünyası düştü düşe düşe.

     Tam bir Türk gibi Belçika’da İspanyol restoranına gidip İspanya’dan çıkıp dünyayı saran Galisya’nın ağına takıldık. (Kuzey Kutbunda bile Galisya’dan çok Galisyalı vardır.) Padrón biberlere, bebek kalamarlara ve pulpo gallego’ya (Galisya usulü ahtapot) yumulduk. Elma şarabının şahını yapan Galisyalılar köpürtmek için yeni bir alet geliştirmişler. Masada köpüklü elma şarabını kendin yapıyorsun. Galisya’nın dev hizmeti :P Galiçya köylerinde, kasabalarında dolaşırsanız barda ayaklarınız altında yalak kıvamında bir tahta havza görürsünüz. Barmen sidrayı bir metre yukarıdan köpürtmek suretiyle devasa bardaklara doldururken dökülenlerden sel olmasın diye. Türkiye’deki Laz fıkralarının bir muadili de Galisyalılardır. Detaya girmeyeceğim.

      Semt pazarında domateslerin, soğanların yanında kurulan şampanya standına ne demeli? Adamlar sabahın on birinde kurulan kokteyl masalarında toplanmış şampanya içiyorlardı. Öleceğini öğrenince yapamadığı her şeyi yaparak kilt giyip saçını sarıya boyayan Burhan Altıntop’u sabahın köründe dans ederken nasıl hatırlamazsınız! “Hep kahvaltıda şampanya içmek istemişimdir, sonunda gerçek oldu. Ohh, cızır cızır”. Valla adamlar cızır cızır şampanya içiyordu pazarda. Arkadaş, yanlış topraklarda doğmanın da bir sınır var, di mi?

          Anneme fiyakalı bir araba alıyoruz. Üç harflilerden bakıyor ihtiyar.  Hayatımda sadece iki araba hayali kurdum. Biri Transam, en sevmediğim ülkeyi boydan boya geçmek için üretilmiş Trans America. Vardı bir numune, Bahçeşehir’deki evimin önünde park ederdi hep. Sahibiyle tanışamadım. (O da beni tanısaydı kesin çok severdi. ) Diğerine gelince yeryüzünde sadece ve sadece 1 (yazı ile bir)  yıl boyunca üretilmiş ve satışı durmuş. Arabadan ne kadar anladığımın en güzel kanıtıdır o cabrio. Arabasını park ettiği yeri unutup eve başka yoldan dönüp ertesi gün kapı önünde araba olmayınca polisi arayan bir kadınla karşı karşıyasınız. Velhasıl bu hafta galeri galeri dolaşırken pek eğlendik. “Nasıl bir araba bakmıştınız?” sorusunun tek cevabı var bizim ailede: “Bagajı böyüük ossun”. “Binek araba mı arıyorsunuz?” Yooo, biz aslında bildiğin inek araba arıyoruz. (Fifi-İsmail ikilisi Antalya’dan dönerken bir çuval Afyon patatesi, Uşak’tan volüm hesabı yapmadan battaniye,  çift haneli rakamlarda kangal sucuk, bilumum iç Ege ve İç Anadolu’nun şanlı yiteceklerinden alır, kardeşimin vecizesiyle “Bi Denizli horozu almadık” kıvamında eve dönerler. Yani ailecek Antalya’dan dönüyorsak, yani arkayı ikilemişsek (babamın kucağına aldığı ve üşenmeden 700 km taşıdığı ailemizin 5. üyesi fesleğen ile birlikte) Fifi ile İsmail bizi yolda görecekleri bir çuval Çumra kavununa ya da bir kasa Bursa şeftalisini sığdırmak için oracıktaki en yakın camiye bırakmaktan çekinmezler. Bizde böyle. Yersen.) “Bir arabadan beklediğiniz nedir?” Bugüne bugün bir galeride kulaklarınız maruz kalacağı ilk soru. Beklentimiz? Minimum 110 beygirde 110.000 beygirin aynı anda yiyebileceği yemeği ezilmeden eve getirmesi. Yani, aslında yoktan seçmeli: Bence BMC!

      Bugün de İstanbul’da çıldırtmadık galeri bırakmadık. Sonunda bir tane seçebildik Fifi’ye. (İffet’!in aile boyu adı). Notere gittik alım işlemleri için. Noter Fifi’yi görmek istedi. Bir an başlık parası filan veririz de kurtuluruz diye çok heyecanlandım. Ama niyeti ciddi değilmiş. Yüz görümlüğü için istemiş. Meğer en son İsa’nın vaftiz olduğu suyla yıkanmış olan sürücülerin meleke kontrolü için noterin yüz görümlüğü gerekiyormuş. Huzura çıktık. Görüntüden ikna olur gibi olduysa bir iki soru sorma gafletinde bulundu. Sonunda soruyu bile sormadan cevabı alınca, ben dayanamayıp “Arabaya binince mola vermeden Çin’e kadar gitme yetisine sahip tek dişi mekanizmadır” demek zorunda kaldım. Noter de sadece iki cevapla cümle melekeyi kontrol edip “Anladım zaten” dedi. “Olm, daha hiçbir şey anlamadın” diyerek şansımı zorlamadım. Ama az kalsın emekliliğinin derinliğinde anneme noter şoförü olarak iş buluyorduk.

         Ne güzeldir Noel kutlaması Övropa’da. Tüm sülale bir masada toplanır öğle vakti, saatlerce yer içer, gece yarısının ötesinde yemekten telef olunca biter kutlama. Roma şenlikleri gibi, sadece boğaz gıcıklamak için tüyleri eksiktir. İspanya’da tamamen Araplardan kalan tatlılardır Noel tatlıları. Akıl durdurur tattaki alfajor, polvorón,…  Off, ya o badem ezmeleri, ki şampanyanın en değişilmez eşlikçileridir. İtalya desen keza… Bir panettone, bir pandoro… Hepsi pane(ekmek)’ten çıkar. Dünyanın en büyük yemek tarihçisi Massimo Montanari’nin dediği gibi ekmeğe şeker koyarsan bayram yiyeceği olur. İşte Pandoro (pan d’oro: altın ekmek) onların kralıdır. Mesela benim yakın arkadaşlıktan anladığım şudur: “Alo, Hande, pandoro’m duruyor mu? Geliiim mi?” Noel dediğimiz şey aslında mide fesadından başka bir şey değildir.

        Şu anda bir daha içmezsem ölmeyeceğim bir 16. yüzyıl Belçika birası olan Trappistes Rochefort birası içiyorum. Blog yazılarımdaki alkol oranı yüksek versiyonları okuyup beni alkolik sanan tek hücreli mekanizmalara sesleniyorum: Haftada bir içiyorum, içince de yeni tatlar deniyorum. İçtikçe güzelleşip yazıyorum. Milli içeceğim çay.  Bir sosyal içerik, hep birlikte içerik, topluca içerik durumu değil, tamam mı amipcan?

        Erkeği bilmem, ama kadının kalbine giden yol kesinlikle mideden geçer. Kesin bilgi. Yayalım.

 

     

 

 

 

14 Aralık 2016

KUMRULAR’IN MERVE İLE BİZİM EVİN YALIN HALİ #EVİYEEVİ



         Kumrular’ın Merve. ’89 yılında “Al, sev, kardeş” diye elime verdiler.  Ev içinde kod adı Sütlü Nuriye idi. Ayy, sütlü mü sütlü, ballı mı ballı yanakları vardır özenle sömürülesi. Geçenlerde saçları kazıtmış, yoldan foto yollamış. Babama gösterdim, “Bu çocuğu tanıyor musun?” dedim. Tanımadı vallahi. Oysaki 27 yıllık ev içi üretim olarak yaşıyor bizimle kendisi. Saçları daha gür çıksın diye kazıtmış. Haliyle bundan böyle de adı Sütlü Nuri oldu. Küçükken uyguladığım taktikten etkilenmiş olmalı. Saçları uzasın diye bebeklerimin kafalarını kazırdım. (Bacak kadar çocuğun bu tip bilgileri hangi âlemlerden edindiği ise halen bir gizem tabii). Bana yanlış tüyo veren büyüklerin akıbetini tam olarak hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa o da lunaparktan aldığım taktiklerle daha çok dönsün diye bebeklerimin eteklerini kırpmamdır. Ama ev ahalisi başlarına icat çıkarmama izin vermedi. Çok büyük bir bilim adamı olabilirdim. Fizik konularını tam da anlamamış olabilirim, ama bir şans daha verselerdi anlardım kesin.
      Bu arada geçen yüzyılın ortasında çocuk olan annemin de beğenenlere makasla elbisesinden kestiği parçaları dağıtması ailemizin neden hâlâ eğlenceli bir kurum olduğunun cevabı değil mi? Çünkü dünyaya gelen büyüyor, ama bizim eve gelen çocuk kalıyor, anacımm. Evde herkes çocukluğunu bedelli yapmış meğer. Geçen gün 27 yaşına demir atan kardeşim eve elinde kocaman bir kutuyla geldi. Çalışma masamın üzerinde sömürge imparatorluğunu kurarak TOKİ (Tombul Ortaklar Kooperatif İşletmesi) kadar bir televizyona yer edindi. İlk gün bir Fellini filmi izleme girişiminde bulundu. Nerden bilirdim ikinci gün fabrika ayarlarına döneceğini. Meğer televizyon ön akınmış. Ertesi gün gelen koca kutunun içinden PlayStation çıkmaz mı! Bunu müteakip gün salonda ne göreyim! Merve kendisine eküri bulmuş, babamla kurulan tarikatta Barça-GS maçı oynuyor! Sosyal medya Merve’nin bu yeni kıvamını pek beğendi, bense AntiPlayStation savaşımda saat 1 kadar yalnız kaldım. En çok da Engin’e güldük iki kardeş: “Ben de çok tepkiliydim ilk başlarda, ama kardeşim eve getirdiğinde Rabia işareti yapınca önce bir şaşırdım. Sonra Play Station 4” demek istediğini anladım. Şimdi ben de oynuyorum J”, demiş. Elçin de “Yakında sen de sıraya girersin” dedi. Çoktan girdim bile. Annemin açtığı sıranın arkasındayım. (PlayStation’ı camdan aşağıya atma sırası). Şu anki durumum: Yapayalnız kalacaksın gecenin ortasında.
       Asabiymişim. Dışarıdan anlaşılmıyor tabii. Gastrit gibi. (Yıllar önce şekersiz çay içen bir öğrencime “Gastrit olursun” demiştim de almıştım cevabı: “Olsun hocam, o dışarıdan görünmüyor” demişti. ) Bir gün Salih Bey’le (Güney) makineden bilet alıyorduk. Makine sağ olsun biraz yavaş hareket edince ben de yavaş hareket eden nesnelere karşı biriken sinirle gözler dönmüş, artık makineye nasıl baktıysam Salih Bey o ifadeyi unutmamış. Aradan günler geçti, başka bir gün yemekten kalkıp ayrılırken ben hayli uzaklaştıktan sonra arkamdan el sallayarak “Özlemmm” diye bağırdı, “Makineye kafa atmayı unutma!”. Sizde yemek bitince “Haydi müzeye gidelim” diyen arkadaş var mı? Bende var. Sayesinde unuttuğum eserleri yine yeni yeniden görüyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kapalı kapılar ardında kalan Sidamara lahdinin halka açılmasını da ona borçluyuz. Salih Bey, yaşam sevincim.
      Vağarşak Bey haklı olarak soruyor: “Türkiye’ye girerken vize soruyorlar mı sana?” Bir de 90 günü geçmiş miyim diye pasaportumdaki damgalardan günleri saymaya çalışan havaalanı görevlileri var ki işleri pek bir zor. Arkadaşım sordu “Ne yapıyorsun?” , “Evdeyim” dedim. “Tam olarak ne zaman girdin?”, dedi. Haklı. Elime son blog aldığımdan beri şu şehirlerde amip gibi yayılmışım: Bologna, Floransa, Padova, Parma, Casablanca, Marakeş, Essaouira, Mexico City, Guanajuato, Puebla, Retimnon, Iraklion, Cagliari, İzmir, Lefkoşa, Girne, Gazimağusa, Cezayir, Becaye, Madrid, Salamanca, Ledesma, Manisa… Bir oturabilsem, size neler yazacağım. Osmanlı tarihinde bir yarıtanrı olan hocalardan biri benim için sorulan “Neden evlenmiyor?” sorusuna, “Bir oturabilse evlenecek” demiş. Gani gani güldüm, bayıldım. Bologna’dan başlarım anlatmaya haftaya…
       Velhasıl her şeye rağmen bizim ev gibisi yok. “Eşşşek kadar oldun, hâlâ annenin oturuyorsun” diyenlere günde 1000 avroya bizim evde 24 saat eğlenme imkânı tanıyorum. Bu kampanyadan yararlanın bence.  Kendi evimde kitaplar yaşıyor zaten, oksijenimi yiyip bitirdiler. Bir de evde sıcak yemek olduğu için hâlâ Kumrular Malikânesi’nde yaşadığımı sananlar var ki onlara cevabım da evde bugün annemle babam arasında yaşayan diyalog:
-Ayyy, inanmıyorum İsmail! Özlem ilk defa benim yemeğimi yedi.
-Yoo, ilk defa değil, geçen sene de bir kere yemişti.
      N’apsın İffet? Rakipleri büyük. Meral’in dünyanın ve memleketin dört bir yanından taşıyıp elleriyle yaptığı yemeklere, kuru dolmalara, gnocchi’lere, aşkla taşıdığı galaksinin en güzel tatlıları casata’lara, Murat’ın ahtapot, jumbo karides, karides, kalamar ve en sevdiğim haşerat-ı bahriyeye attırdığı taklalara, yaptığı alla italiana fesleğenli Şam fıstığı ezmelerine, 10 derecelik Belçika biralarında kabaran hamsi pofuduklarına yeniliyor tabii. Yenilmesin ne yapsın! “Safran var mı?” diye sorunca “Ne demek safran var mı? Var tabii,” diyen erkek varmış ülkede. İstanbul’un iaşesi gibi evi: Trabzon’dan yağ, Sofya’dan Kaşkaval, Edremit’ten zeytinyağı, Belçika’dan kuvertür çikolata… Annemin en klasik replikleri: “Ayy, ben yapıyorum yenmiyor, komşu yapınca tatlı geliyor” (Anne, sen yeşil elmalı ahtapot yaptın da biz mi komşununki daha güzel olmuş, dedik? Anlamadım ki!). “Pis pis şeyler yiyorsunuz sokakta, benim mis gibi yemekler yenmiyor” (‘Pis pis’ dediği soya soslu, sarımsaklı jumbo karidesler değildir inşallah. Ama ‘etli bamya’nın bana hiç de mis gibi gelmediği kesin. Velhasıl bamyadan haz etmem. Osmanlı’daki Bamyacılar-lahanacılar rekabeti bizde de mevcut. “Lahanaya kuvvet, bamyaya lezzet” tarihi tezahüratıyla pek yakında Hipodrom’dayız.) Bugün ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yiyorum bu aralar. Yakın tarihinde sadece kırdığı yumurtalarla tanınan (onu da tavanın dışında) kardeşimin de bu âleme katılmasıyla yıllardır dişimden tırnağımdan biriktirdiğim karizmayı da sosyal medyada 40 saniyede yitirdim. Eve bir geldim, hatun kişi peanut butter yapmış! Tam da elimde bavulla evden çıkacağım, kavanoza hafifçe dokunayım derken magmaya inivermişim. Ben son bir kaşığı da ayıp olmasın diye numune bâbında bırakıp tozingen… Ertesi gün Twitter’da cenaze namazım kılınmış: “Burada bir peanut butter olacaktı, n’oldu? #EviYeEvi” Kardeş var, ister misiniz? Bende mecal kalmadı da. Ben ona bulaşmam walla. EKO çekerken teyzelerin memelerini kaldırıp indirirken çok fena triceps, biceps yapmış. Girmem ben o topa.
      Biz Anvers’e midye yemeye, bira içmeye gidiyoruz hafta sonu. Belki oralarda yenecek bir ev vardır…

      Haydi biz kaçtık…