26 Şubat 2018

AMOREM VINCIT AMOR ya da GENETİK YATKINLIKTAN MÜTEVELLİT EVDE KALMAK


      Öğleden sonra eve geldim, babam şaşkınlıkla açtı kapıyı: “Aa be ya! Ben seni içeride uyuyorsun sanıyorum?”  “Evet baba,” dedim, “ben de öyle kendimi içeride uyuyor zannediyordum.” 48 saattir toplam iki buçuk saatlik uykuyla dolaştığım için ben de hayal, gerçek ve rüyayı karıştırma kıvamındayım. Alter egom içeride sıcacık uyurken ben dünyanın işini halledip eve gelmişim.  Rüyasında kelebek olduğunu gören bir kelebek yani, Borges’çesi. Meğer bende devreler çoktan yanmış. Düşünsene bir de gerçek olsam, hiç çekilmem. (Tıpta bir adım yok. O derece.)
      Ha, başlık mı? Daniel Arasse’ın tablo okumak üzerine muhteşem bir kitabını okudum, tek celsede. Kitapta Omnia Vincit Amor’a müthiş bir alternatif getirmiş Latin atalarından: Amorem Vincit Amor: Aşk aşkı yener. Kitaba ayrı, buna ayrı bayıldım!
       Kardeş diye besledik, içinden gurme çıktı. Neler yapıyor, neler. En son yaptığı yulaflı, hindistancevizli-muzlu pancake’ler, hurmalı labneler, fesleğenli, kaşkavallı kanepeler, pekmezli fıstık ezmeleri yaktı bizi.  Kardeş gibi kardeş. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor. O diyette, biz olduk mu yüzer kilo! Şiştim of a Down. O sporda, biz babamla iki kişi bir tepsi kıymalı böreğin başında. Resmen içimizde birer Mehmet Yaşin yaşıyormuş. Humburlop, gitti mi köylünün rızkı mideye…
       Soyağacı sorgulama hezeyanı geçmeyeydi iyiydi. Bize iyi eğlence kapısı açılmıştı. Burhan Altıntop’un Sikendinav kokenleri gibi bir şey oldu Türkiye’de. Hande’nin derin Muş kökeni ortaya çıkınca telefonlara “HDP mitingindeyim, canım “ diye çıkmaya başlamaları filan. Zılgıtlarla yaşıyor. Onur’un büyük ninesi Ermeni çıkmış, adı Viktorya. Genetik yatkınlıktan ne topik yapar ama! Trabzonlu olduğunu bilmeyen bir gencin bu gerçeğe uyanması üzerine Fenerbahçe’yi tag’leyip “Verin lan kupamızı geri” demesine yıkıldım. Elif’in “Biz sadece Temmuz’da meyve veren bir aileyiz” yorumuna da az gülmedim. (Soyağacı okuma hatalarında favorim). Yozgatlı çıkmadı Türkiye’de. Herkes Balkanlar’dan geliyor. Soğuk hava gibi. Bizimkisi ayrı şenlikli çıktı. Anne tarafında herkes Havva.  Biz artık evrimi kabul etmek zorundayız, siz kaçıp kendinizi kurtarın. Havva’dan geliyoruz biz, kaçarımız yok. Annemin anneannesinin anneannesi 1859 doğumlu olup boşanmış! Hey yavrum hey, Aytuğ’un dediği gibi daha Medeni Kanun yokken ortada… Medeni yolu bulmuş atalarım. Sonra biz neden evde kaldık. Genetik yatkınlıktan mütevellit. Anne tarafı Konya, baba tarafı Selanik/Serez. Sorarlarsa Selanikliyiz diyoruz. Herkes böyle yaparsa yakında İç Anadolu’dan gelen kimse kalmayacak memlekette. Topluca Balkanlıyız, AB’liyiz. Peki Balkan kelimesinin dağ, hatta sıradağ demek olduğunu biliyor muydunuz? Dağlıyız biz. Ha, bir de babamın dedesinin babasının adı Halil. Babam Ali sanıyormuş. Kardeşim çözdü olayı. “Baba, ona herkes Alil diyordur da ondan”. Trakya’ya oş geldiniz.
        Yakışıklılar yakışıklısı Birol Ünel’in de oynadığı Transilvanya filmini izledikten sonra hayallerimin tepelerini süslemeye başlayan pagan festivali Kuker’e gittim sonunda. Aşırı aşırı güzel bir şeydi… Trakların kıştan kalan kötülüklerden arınmak, baharı kutlamak ve kötü ruhları kovmak için düzenlediği bu şenlik Bulgaristan’ın Yambol’unda kutlanıyor. Devasa hayvan maskeleri, rengarenk zır deli kıyafetler, çatlak teatral bir düzenle akıl kaçırası bir güzellik. Diyonizos şenliklerine kadar geri gidiyor tarihi. Olm, toprakların güzelliğine bak, Diyonizos şenliği filan! Merve korkunç maskeleri görünce “Abla, bence sadece kötü ruhları değil iyi ruhları da korkutuyordur bunlar,” dedi. Çocuk haklı. Bence tam da korkutamamış, çünkü Balkanlar’dan gelen soğuk havayı hiç böyle görmediniz. Hangi baharı karşılıyorlar ben anlamadım. Soğuktan burnum düşüyordu. Yakutsk’u ayağınıza getiriyor Mikail. N’aptın sen Mikail? Böyle soğuk mu olur?
       Sadece köyün bekâr erkeklerinin katıldığı şenlikte gençler bellerinde taşıdıkları kemerlerde 20-30 çan taşıyor. Yetişkin bir kuker tek başına 30-40 kiloluk çanlarla zıplayıp saçma sesler çıkarabiliyor. Zaten festivalden memlekete döndüğünüzde beyniniz zonkluyor, ziller hâlâ kafanızın içinde çalıyor. Favorim kadın kılığındaki erkekler oldu. Bu festival zaten bizim memlekette olmazmış. Köyün erkeklerini saçlarında çiçek, dudaklarında kırmızı rujla görünce anlıyorsunuz. Türk erkeğini bozar. O role girecek abi bulamazsınız. Paganlık güzel şey arkadaş. Bir de bize bak: Kurban bayramı, Ramazan bayramı.
       Yambol’dan sonra Trakların başkenti Kabile’ye götürdü bizi güzel gençler. Adını Kibele’den alıyormuş. Trak dediğin halkın başkenti adını nerden alacağıdı? Antropoloji diye bir bilim olmasa atalarımın Trak olduğuna yemin edebilirim. Kabile Müzesi’nde binlerce yıllık bigudiler gördüm. Boy boy. Üç yaşındayken kafama taktığım bigudileri sokağa çıkarken bile kafamdan çıkartamazlardı. Annemle babam olmak da zor işmiş ha! Düşünsene, bigudili çocuk İffet ve İsmail’in ellerinden tutmuş yürüyor, yüzünde saçma bir mutluluk hali, kafasında bigudiler. O yaşımdan beri değişmeyen tek şey inadım galiba. 80’lerden kalma büyük bir kompozitörün de dediği gibi: nerde Trak, orda bırak J 
      Biricik Metin Uca için yazdığım oyun artık sahnelerde. İlk gösterim için birlikte İzmir’e gittik. Çok Püsürlü Komedi. “Bunu mu demek istedim?” Metin zaten fazla zekâdan gidecek giderse. Yetenek küpü. Kültür, yetek, espri anlayışı fazlası ile bu ülkeye fazla adam. En çok ben gülmüş olabilirim. Ön sırada kahkahadan boğulan ayı bendim. Yok canım, kendi yazdığıma gülmedim. Metinde olmayan, ama Metin’de olan şeylere koptum. Padişahların “very gut” beslendikleri için gut’tan gitmelerini duyunca dağıldık. Papa X. Leo’nun dalkavuğuna cüppesini sosa bandırarak yedirdiğini anlatırken o an aklına gelen şey de öyle: Ama düşünsenize dalkavukların bugünkü halini. “Ye benim ceketi” deyince kareli ceketi lak diye yutuyor.
        İzmir’de, ilk oyunumda beni yalnız bırakmayan canım arkadaşlarıma selam olsun. Nuri Hoca’dan bu arada enfes bir etimolojik sürpriz kaptım. “Sayesinde” Arapça’dan geliyormuş. “Saye” gölge anlamında olunca, bir işi diğerinin gölgesinde yapıyoruz. Gayet anlaşılabülü. Düşünsene 50 derece sıcakta bir işi ancak diğerinin gölgesinde yaparsın zaten. Mantuklu. Trakların Balkanlardan gelen soğuk havayı kovması gibi bişiii yani.
       Tarkan kuşum 20 yıl İstanbul’a konser vermeye geldi. Pek tatlı gece oldu. Gelmeden önce Aytuğ’un kızarttığı enfes küçük balıklardan yüz kilo yiyip Bulgar ve Macar biralarını galonla içtiğim için gereğince zıplayıp hakkını veremedim konserin. ( Bknz. Burhan Altıntop’un balkon savaşı. Balıkların en küçüğü, en kokulusu. Bana küçük balıklarla gelin.)  Çağlan, Metalium Mazhar da Witchtrap’i yalnız bırakmadı. Geceden hatırladığım en güzel karede Tarkan’ın hard case’ini alan Aytuğ, ben ve Tarkan Pera sokaklarında arabaya ulaşmaya çalışıyorduk. Gülmeli, yalpalamalı bir şeydi. Son karede de yıllar sonra 48 saat içinde 3 defa girdiğim Otogar’da Tarkan’la vedalaşıyorduk. Tam 90’ların Otogar uğurlamaları. Olm, ne güzel geceydi ha! Pardon, son sahnede Tarkan cebinden çıkardığı Paskalya yumurtasını bana uzatıp, “Vika gönderdi. Kime emanet edeceğini sonra söyleriz”, diyordu. Normal bir tek arkadaşım yok, di mi? Siz de haklısınız. Bu yüzden hayat bana güzel. Ha, bu sahne çaresizce bana bir Erdil Yaşaroğlu karikatürü hatırlattı.
-007, sana gizli bir görev veriyoruz.
-Nedir?
-Söyleyemeyiz, çok gizli.

      Sultan’ın Mutfağı romanımın Burgarca çevirisi bitmiş. Müthiş çevirmen Sevcan Kence’ye şapka çıkarıyoruz. Kadıncağız yeni bir hayata başlayacak resmen. “Bugün hayatımın çevirmen sınavını verdim sayılır” demiş. Esra’nın dediği gibi “Şimdi Bulgarlar düşünsün” J

    Bu aralar bünyemdeki mutluluk fazlasını ihraç edip zengin olmayı düşünüyorum.  Varsa bir mutluluk siparişiniz, alırım. 

4 Şubat 2018

JAPONYA’DA POPO OLMAK


          Ooo, bir de ne göreyim! Sözün bittiği yere gelmişim. Aytuğ dediydi, “Başka biri olarak döneceksin Japonya’dan”… Onbeş yaşımdan beri dünyayı geziyorum, böyle tatlı ülke görmedim. Resmen başka biri olarak döndüm. (Necmi olmuşum meğer). İyi de, niye döndük ki biz Japonya’dan?  97 km yol yürümüş, altı şehir görmüşüz. (Görmüşüz diyorum, öyle hızlı gezdik ki, saymaya vaktimiz olmadı.) Hızlı trenle acil değil ama çabuk çabuk gördük J Bir indik ülkeye, yer gök kar. Dört yıldır yağmıyormuş, o da bizi buldu. Siz Pasifik’ten gelen soğuk rüzgârın tadını bilir misiniz? Biz de bilmezdik ve inanın merak ettiğimiz ilk on şey arasında değildi. Bir an kulaklar, burun soğuktan yere düşüp bedeni terk etti sandık. Neden Sakura’da gidildiğini o an anladık. Romantikmiş, her yer kiraz çiçeğiymiş, geç. Yazın da nemden nefes alınmıyormuş zaten. Japonlar da Aytuğ’un başka bir abi için dediği gibi “teknik romantik”.
          Aeroflot’la Moskova üzerinden gidip havaalanındaki en enfes lounge’un bir yıllık erzağını bitirerek yola devam ettik. Rusya’nın dış borcuyuz biz. Yemek yemeği bilenle takılacaksın arkadaş. Şöyle foie gras, erikli kaz bacağı, prosecco derken bir baktık Osmanlı-Rus savaşının intikamını alıp ülkeyi moratoryum ilan etme eşiğine getirmişiz. Merengue’lerini de peçetelere sarıp çantalarımıza doldurarak gerçek bir Türk annesi kıvamında uçağa bindik. Neden Aeroflot, değil mi? Çünkü sadece kendi ülkesi üzerinden uçarak kimseciklere vergi vermeden Japonya’ya ulaşan tek havayolu olduğu için. Dünya’nın yarısı Rus toprağı zaten. Yoksa o kıtlıkta bile yenmeyecek leş gibi yemeklerine tav olduğumuz için değil. Kadın hostesler sadece erkeklere, stewardlar da sadece kadınlara iyi davranıyor uçakta. Şaşkınlıkla şahit olduk dört koca uçuşta. Bir kadın olarak Rus bir hostesten dayak yemeden indiyseniz uçaktan, daha fazlasını beklemeyin. Ben de Aytuğ’u beğenen hosteslerin teker teker getirdikleri biraları löpürdetirken anladım ki, Aeroflot’a yakışıklı adamla bineceksin. Ha, son nefesini vermek için uçağı seçmiş olan stewardları da unutmayalım. Yürüyen mezar taşları, Tanrı’ın bekleme odaları. Lan, git emekli ol. “Tea or coffee” derken (tabii o korkunç Rus aksanıyla bunu anlayabilmeniz çok zeki olmanızı gerektiriyor), yüz ifadesine bir alt okuma yaparsanız amcanın “Bana bak kadın, soruyorum ama laf olsun diye, biz geleneksel olarak çay içiyoruz, sen de çay iç!” dediğini duyabilirsiniz.
        Küçücük adada 130 milyon nasıl yaşıyor anacım? O koca koca gemiler nasıl oluyor da deniz üstünde duruyor? Ona cevap bulabilen teyzeler gelip buna da bulsunlar. Vığıl vığıl insan kaynayan ülkede Buddha’nın tek bir kulu gelip de size çarpmıyor. Üstelik derin bir sessizlik var. Sanırsın milli yas, ya da saygı duruşu. Metroda kimsecikler konuşmuyor. Ağlamayan çocuk yapmışlar. Olm, çocuk dediğin ağlar, şöyle bir ağzına çarpma iştahı uyandırır, iki cimcirmek istersin değil mi? Yok, vallahi, yok. Resim gibi bakıyor çocuklar. İki kelime edince de tatlı tatlı gülmeye, seninle arkadaş olmaya başlıyorlar. Bir iki tanesini çalıp cebime doldurmamak için zor tuttum kendimi. Böyle de tatlı olunmaz ki, arkadaş.
         Geldik büyülü dünya metroya. Japonca hocam Mariko Sensei yıllar önce ilk derse geldiğinde “Korkmayın, Japonca yazıldığı gibi okunur” demişti. Sınıf kopmuştu tabii senkron olarak. (Kimse de “Kadın haklı beyler, dağılalım” demedi. Deseydi yıllarımı kanji ezberlemekle çürütmezdim.) Metro istasyonlarındaki haritalarda bunu acı şekilde görüyorsunuz. Sorun yazıldığı gibi okumasında değil zaten, okunamamasında. Japonlar demir ağlarla örmüş anayurdu dört baştan. Gideceğiniz yerin resmi var, adı yok yani. Şansınız yaver giderse bir Latin harfli harita ile bu örümcek ağında gideceğiniz istasyonun adını bulabiliyorsunuz.
        O dünya tatlısı Japonlar metro istasyonundan içeri girince kimyasal tepkimeye girmiş gibi birer canavara dönüşüyorlar. Sen iş çıkışı metroya binen insanın resmini yapabilir misin, Abidin? Sıkar, Abidin.  Sonra fırçanı karaciğerinden zor çıkarırlar, Abidin. Ağzına kadar tıka basa Japonla dolmuş, beyne oksijen gitme imkânı tanımayan bir metroya binmeye çalıştık. Bindik de. Bizden sonra bir vagon dolusu insan daha sığdı ayrıca. Nasıl oldu, bilmiyoruz, çünkü hayatımızın o anlarını hissedecek beş duyu devre dışıydı o anda. Japon amcaların bir survival yöntemi olarak yandakine dirsek atma sistemi geliştirdiklerini acıyla fark ettim. (Bayağı acıdı ha). Uzakdoğu Savuşturma Sporları. Japonlar dirsekleriyle yanlarında kim varsa oymak suretiyle kendi bireysel mekânlarını yaratıyorlar ayakta. Sağ çıkana aşk olsun. Çocuğunuz olmuyorsa, bir de Japon metrosunu deneyin derim. Bence garantili bir çözüm. O normal şartlarda birbirlerine dokunmayan Japonlar metroda tek vücut yaşıyorlar. Japonca hocam yıllar önce sekiz yaşındaki çocuğunu hiç öpmediğini söylemişti. Bence zaten bu Japonlar mitozla çoğalıyorlar. Hani o Çin metrosu videolarında gördüğümüz trene adam tıkmakla yükümlü görevlilerin gerçek olduğunu görüp şaşakaldık. Tek farkları beyaz eldivenleriyle şık takılıp “arka safları sıklaştıralım beyler” anlamında elegan hareketlerle milleti istif etmeleri. Gözlere şenlik. Bu arada Japonların metroda kitap okudukları da şehir efsanesiymiş. Koskoca ülkede dört kişi gördüm metroda okuyan, zaten ikisi manga okuyordu. Biri de İngilizce çalışan minik bir Japon evladıydı. Sohbet ettik Japonca. Etraf kalabalık olmasa eve getirecektim araklayıp yavruyu. (Evdeki bayağı büyüdü de. Yeni modelle değiştirmek istiyorum.)
        Yalnız Japonya’da popo olmak varmış dünyada. O buz gibi havada metroya girip de oturduğunuzda poponuza sıcak servis yapan kadife koltuklar var ya! Alttan ısıtmalı koltuk metroya mahsus değil. Tüm klozetler özel bir elektrik sistemi ile ısıtılıyor. İlk oturduğunuzda “olm, bi yerden bi sıcak geliyooo laaa” şaşkınlığı yandaki düğmeleri görünce ikiye katlanıyor. Netekim düğmelerle poponuzu enlem ve boylamlarına göre ayrılmış şekilde, farklı tazyikte suyla yıkayabiliyorsunuz. Bir de flaş efekti veren düğme var. (Onun işlevi yoruma açık). Yüzünüzde anlamsız bir mutlulukla çıkıyorsunuz tuvaletten. Bütün bu elektrikli klozetlerin markasının Toto olduğunu görünce bedavadan bir de kahkaha yazıyoruz hanenize. Yıllardır yanlış biliyormuşuz, o yüzden teknolojik olarak bir Japon olamamışız. Totoyu sıcak, kafayı soğuk tutmak gerekiyormuş. Toto önemli.
        Bence atalarımızdan biri şunu söylesin artık: Güneş girmeyen eve Japon girer. Japonya’da evler, bahçeler minicik. Adamlar bit kadar adaya sığmak zorunda sonuçta, idmanlılar. Japonların o yüzden geniş arabalar yaptıklarını iddia ederler ya. Ev zaten küçük, bari arabada gün yüzü görsünler diye. Sadece evler mi? Her şey küçük Japonya’da. Zaten Japonlar da küçük. Bir mağazaya girip bir şey denemeye kalkın, kolu dirseğinize çıkar en yi ihtimalle. Kadınlar 40 kg, erkekler oklava gibi. Kas, omuz bu ülkeyi teğet geçmiş. Lakin herkes biblo gibi güzel.   
        Japonya’da sayısız ayakkabısı ayağından çıkan insan evladı gördük. Önce çocuklara “seneye de giysin” diye Türk anneleri tarafından büyük alındığını sandık. (Hani Davutoğlu’nun İzmir-İstanbul otoyolu gibi bir kravatı vardı da “cumhurbaşkanı olunca da taksın” mantığıyla alındığını sanmıştık, onun gibi yani) Ama pekçok yerde üç boy ayakkabı görünce şaştık: Büyük, orta, küçük. Olduğu kadarıyla artık J
        Japonya’da turist olarak çok yabancılık geçiyorsunuz. Hele hele bu dünyaya turist olarak gelmiş ben olarak. (Pasaportun meslek kısmına “turist” yazdırsam ya, senenin büyük kısmını akademisyen değil turist olarak geçiriyorum resmen) Japonya’da kimse sizi kandırmaya, kazıklamaya çalışmıyor. Turist için ayrı fiyat yok. Ayrıca havaalanında her şeyin fiyatının dış dünyayla aynı olduğunu görüp dünyada bir ilk ve teke şaşkınlıkla bakıyorsunuz.
     Yurtdışına ayak basınca saniyede bir fotoğrafla galaksi rekorları kıran Japonlar ülkelerinde tek bir fotoğraf çektirmiyorlar. Öyle selfie çeken Japon filan görmedik. Japonlar normal koşullarda fotoğraf çekmekten ülkeyi göremez ya, biz de trene binmekten, aktarma yapmaktan göremedik bir şey. Temel ihtiyaçlar dışında ömür trende geçti. Kapıdan girerken ve çıkarken eğilerek vagonu selamlayan kondüktörler, sadece Türkçe duyulan vagonlar (bilin bakalım neden?),  Fujiyama’yı hızla görebileceğiniz pencereler…
      Koskoca ülkede sadece iki Türk gördük. Biri tahmin ettiğiniz üzere kebapçıydı, diğeri de Türkçe duyup koşarak “Ben de İzmir’den gelin geldim” diyen bir kız. “Gelin gelmek” tabirini en son ne zaman duyduğumuzu hatırlayamasak da buna çok güldük. Biz müzmin, ama “artık evlensek mi acaba, Japonya’yı da gördük” kafasındaki üç bekâr gezmekten yine bir yere gelin, damat değil olsa olsa turist gideriz yine. (Porto biletlerimiz hazır bile)
        Saçma sapan şeyler aldık. Adidas’ın kendisinin bile haberi olmayan modeller var sokaklarda :=) Dünyanın en güzel kâğıtlarını yapıyor Japonlar. Arkadaş, bu kadar ince zevk mi olur! Bizdeki 1 milyolcular gibi 100 Yenciler var. İhtiyacınız olmayan her şey orada. Bir çıkıyorsunuz 3-4 torba saçmalık almışsınız. Ama her şey mi çok, çok güzel olur! Film gibi bir ülke Japonya. Korkarım gerçek değil.
           Paraya kıyıp bindiğimiz takside ne gördük? (Yalan, külli yalan… Paraya kıydığımızdan değil çaresizlikten bindik. Eşekler gibi dans edip clubbing yaparken son metroyu kaçırdık, bundan mütevellit…) Japonya’da taksiyle kısa mesafe Türkiye’nin dış borcuna denk geliyor. (Bu espriyi iyi tutturdum, bir süre gideriz böyle.)  Japon taksici abi koltukların tepesini dantelle kaplamış. O an dedim ki, Japon teknolojisi de bir yere kadar. O yer de tam televizyonun üzerine örtülen dantel örtünün diagonali. Hah, orada dur. (Annem çıkabilir!)
       Gördüklerim bana kalsın, yediklerimi anlatayım diyeceğim ama onlar da midemi bozdu. Sushi type bir insan olmadığım için o oturup da öndeki raydan geçen rengârenk porselenler içindeki endamı yerinde enfes suşilere yumulamadım. Tam gözlere şenlikti oysa ki. Nilüfer çiçeği ve bal kabağı tempura’sı ile “okonomiyaki” tabir edilen içinden babanız dâhil her türlü deniz haşeratının çıkabileceği bir çeşit sebze tortilla’sı favorim oldu. Japon biraları beni öldürmedi. Zaten çoğunu içmiştim. Sake’ye de bayılmam. “Shochu” denen, 45 derece alkole kadar çıkabilen ve tatlı patates, pirinç, arpa vs güzellikten yapılan sert içkiyi de kışın kaynar içiyorlar. Her gittiğiniz restoranda önce bir yeşil çay geliyor şirketten. Ama esas garip olan dışarı da kar yağarken sürahilerde hep içinde buzların yüzdüğü sular olması. Her türlü garipliklerini sevdim adamların. Oldu bu iş bence.
       Osaka, Kyoto, Nara, Hiroşima, Mijayima adası… Ne gezdik be, yalnız iyi gezdik. Tokyo’da kamp kurduk. Tokyo’da tokyo giymek geyiği yapmak istemezdim ama gerçekten de odamıza bırakılan tokyolar içinde yaşadık geceleri. Gündüz kırmızı şemsiye, akşam tokyo. Hayaller/gerçekler.
         Bilimadamlarına soruyorum. Bu dünya tatlısı Japon çocuklardan yapmak için ille Japon mu gerekiyor? Başka bir tarifi varsa hemen dört-beş tane Japon çocuğum olsun istiyorum. Renk renk, desen desen…
        Bütün fotoğraflarımda mutluluktan öldüğüm bir tatil olmuş. Lannn, mutluluk ne güzel şeymiş! Fazlası kötü gelmesin, alışık değilim… Fatoş’la salgıladığımız serotonin fazlasını da Rusya’ya satarız artık.

           Ne yapçan, anacım.   Hayat, sen yerinde dururken sana olandır.

18 Ocak 2018

MOBİLYA ALMA, DÜNYAYI GEZ (YA DA EVDE KAL MÜPMÜZMİN BEKÂR, KUPKURU KIZKURUSU OL)


       İlber Hoca hayat felsefemi özetlemiş: “Mektebi bitirir bitirmez evlenip de mobilyacı dükkânı gezeceğinize dünyayı gezin”. Sonra da onaylamış: “Bu doğrudur”. Lakin yanlış anlaşılmasın diye de şöyle devam etmiş: “Evlenebülürsünüz. (Evet, aynen böyle demiş). Evlenin, ona hiçbir itirazım yok. Ama mobilyacı dükkânı niye geziyorsun? Mobilyalar kaçmıyor.” Ama ben çoktan yanlış anlamışım. (80’lerin çocukları bilir. Bir Ayşegül Atik repliğidir: Ayyy ben yanlış anlamışımmmm.) Hoca “kurtlanın, evde kalın” filan dememiş. Mobilya bakmayın demiş. Ayrıca bende mektep olayı henüz bitmediği için, bahanem de hazır. Mektep bitince düşünürüm.(Durmak yok, yola devam)
        Biz mobilyacı gezmeye hiç niyeti olmayan üç kafadar haftaya Japonya’ya giderek müpmüzmin bekârlığımızı sake içerek kutlayacağız. (Yanlışlıkla bir Japon’la evlenip Hokkaidu’nun buz gibi köylerinde bir kebapçı açmazsak tabii). Japonlarda da görücü usülü evlilik olduğunu biliyor muydunuz? Omiai kekkon: Görmeden evlilik. (Zaten benim de hayatta yapıp yapabileceğim tek evlilik şekli bu.) Başar’ın dediği gibi bir an aklımı karıştırıp kafama duvağı yapıştırmak suretiyle evlendirmezlerse kimse beceremeyecekmiş bu işi. Yıllardır en büyük hayalimdi. Yok kızzz, evlenmek değil, Japonya’ya gitmek. Ancak beni bulacak tesadüfler serisi sayesinde gidiyoruz şimdi Japon illerine. Güneşin altında haşlanıp verdiğim bir çuval paraya için için acıdığım Napalm Death konserinde Fransızca kursundan 20 yıldır görmediğim arkadaşımı görüp ona Japonya’ya gitmek istediğimi söylemem ve onun hayallerimi küflenmekten kurtarması bir tesadüf değil bence… (Exit ve Sziget festivalleri hayallerimi de gerçekleştirmesi dileğiyle…)
      Eski Japonca defterlerleri, kitapları ortaya çıktı tabii. Yıllar önce Japonca yazdığım günlüğü okuyamamam bir şehir efsanesi değil ne yazık ki. Bildiğin, unutmuşum okumayı. Arkadaş, o Long Term Memory ne pis bir şey. Ne atarsan at, gözü gibi bakıyor. (Daha diplere bakmaya korkuyorum. Orada neler var kim bilir!) Bir günlük mesai ile her şeyi hatırlamaya başladım. Yalnız, ne komik kelimeler varmış Japoncada yıllar yılı unuttuğum. Düşünüyorum da, bunca yıl hafızada hamal gibi taşımamakla iyi etmişim onları. “Kokuritsu daikaku”nun akademi demek olması sakın sizi üzmesin. Öğrencilik hayatım boyunca İspanya’da yaşadığım her evde en az bir adet Japon’un bulunması İspanya’da ev kiralanırken Japonların demirbaş olarak her eve birer adet koyulma zorunluluğu çerçevesinde evde bulunduklarını sanmama sebep olmuştu. (Hah, gitti bende sintaks.) Ben yıllar yılı balıkhaneden beter kokan mutfaklarda, hiçbir aleti çalıştıramayan Japonlara ev aletlerini çalıştırmayı öğretmeye çalışarak geçirdim. Ömrümü yediler. Diyemiyorsun ki, “Hacı, sen Japonsun, ee bunu zaten siz yaptınız anacım.” Dokunmadan, üfleyerek, uzaktan okuyarak çalışan alet-adevata alıştıkları için bizcileyin ölümlülerin kıtasındaki elektronik aletleri kullanamıyorlar bunlar. Gel bize, burada da Yu-ma-to var canım …
        Müthiş bir kitap yazmaya başlıyoruz. “Neden hep yanlış kişiye âşık oluruz?” Alt başlık da “Kaderine dur de” gibi bir saçmalık olabilir. (Daha saçmasını da bulabiliriz kanımca, ama amaç bu minvalde olacak.) Ben de bu arada yıllardır “bu rezil şeyleri mi okuyorsunuz?” dediğim kitaplardan birini almak zorunda kaldım bugün: Erkek Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten. En son Serdar Ortaç cd’si alırken böyle utanmıştım. (Napiim, seviyoruz ailecek). Reyona usulca yaklaştım, aklıma dâhiyane bi fikir geldi. Yüksek sesle “Japon Kültürü”, dedim. Evde var, ama olsun, bir tane daha alır Aytuğ’a veririm. Çocuk kitap kurdu. Bu arada çaktırmadan diğer kitabı da usulcacık söyler, diğerinin altına koyar kasaya giderim. Bendeki şansa bak, kitap yokmuş. Dımdızlak kalıp en düşük perdeden bir Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten istedim. Duymadı kitapçı velet: “Erkekler nerden?” … Buna verecek çok iyi bir cevabım var, ama kitaba saklıyorum. Neyse kitabı aldım. Şimdi de toplu taşımada gizli gizli okuyorum. Üzerine Kierkegaard’ın “Works of Love” kapağını yapıştırırım, entel durur. (Kitaptaki “You shall love your neighbour” komşu kızından bahsetmiyor canım.) Aslında konu aşksa Kierkegaard’dan “Korku ve Titreme” daha anlamlı olurdu ya…
     “Ben Sokrat’ın karısı, neden delirdim?!” adlı bir oyun da yazıyorum. Sokrat’ın “İyi bir karın varsa mutlu, kötü bir karın varsa filozof olursun” dediğini düşünüp hep Sokratçı olmuşlar. Zavallı Xanthip! Xenephon “Şölen”de Sokrat’a neden en cadaloz kadın olmasına rağmen karısına tahammül ettiğini sorar.  O da tarihin en anlamlı cevabını verir: “Eğer onunla, onun öfkeli huyuyla baş edebilirsem Atina’daki herhangi bir insanla kolaylıkla anlaşabilirim diye düşündüm”. Bir de buradan yak, bence. Aslında aranmayan koca örneği Sokrat. Hem eve para getirmiyor, hem deli gibi içiyor, hem de başka bir delikanlıya âşık. Ama tarih hep Xanthip’e yükleniyor. Xanthip’in kocası olmak zorsa, Sokrat’ın karısı olmak imkânsız bence…  Nerede bir size “kızım, sen hastasın” diyen erkek varsa iflas olmaz ruh hastası çıkar. Bütün ruh hastaları sizin hasta olduğunuzu iddia eder. Sokrat da gül gibi kadını delirtip aforizmalar bırakmış geriye. Çekilebilirsin Sokrat!
      Yıla enfes bir Macaristan sehayati ile başladık. Seyahate ful enerji deposu gençlerle çıkacaksın anacımmm. Günde en az 10-15 km yürüyen sportmenlerle. Sonuç olarak, bir belediye başkanımızın da dediği gibi “Ben de sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim”. Ha, bir de yolculukta tarih bilmeyen ve sevmeyenleri de evde bırakın mümkünse. Macaristan’a ilk defa 1990’da gitmiştim. (Tarihin ta kendisi olma yollarındayım.) Budapeşte sokaklarında açılan ilk Amerikan mağazalarındaki ekmek karnesi uzunluğundaki kuyruklar kalmış aklımda. Demir Perde düşmüş, Macarlar Adidas almak için şehri dolaşan kuyruklar yapmışlar. 28 yıl! 28 yılda hangi hızla kapitalizme geçtiklerini her gidişimde görmüş oldum. Ateş pahası bir kent olmuş. Yıllar yılı komiklik olsun diye ev kadınlarının yaptıkları Dolar gününe daha şık ve sıradışı bir rakip olarak “Forint günü” yapma projemi uygulamaya koymanın tam zamanı gelmiş galiba. Resmen rehin bırakıyorduk bavulu şehirde az kalsın. Orta Avrupalıların hâlâ Belçikalılar gibi biraların en muhteşemini yaptıklarına yeniden şahit olduk. Hırvatların Tomislav birasına lezzette en yakın siyah birayı bulduk: Soproni (Demon). Adı gibi şeytanî, cehennemî bir siyahlıkta… IPA’nın da âlâsını yapmış Macarlar. Keşke bizim atalar da Orta Asya’dan başlayan yolculuklarına Orta Avrupa’da son verselerdi.      
      Süheyl Hocam nefes bir yemekte topladı bizi dün. Necip Mahfuz’dan Dino Risi’ye uzanan harika bir sohbet oldu. Her zaman cumhurbaşkanı adayım Süheyl Hoca olmuştur. Olsa da yeryuvarlağı bir insanın aynı anda ne denli mükemmel meziyeti tek bünyede toplayabileceğini görse. Dünyada havamız olsa. Aklımda kalan sayısız anıdan birini Ali Sirmen anlattı o akşam. Evlenip düdüklü tencere almaya giden yeni evlilerden taze gelin dükkânda o kadar çok konuşup dükkân sahibini bayılma arifesine getirmiş ki adam sonunda “Beyefendi, sizde düdük var zaten, siz sadece tencere alın bence”, demiş. Aynı hanımefendiye dair diğer bir hikâye de işitme sorunu için doktora gittiklerinde doktorun çıkıp “Sizde işitme sorunu değil dinleme sorunu var, efendim”, demesi. Yere düştüm gülmekten. Bende de var o arkadaşlardan. Sıra geldikçe biz de konuşuyoruz.
      Dört yıl Japonca okumuş bir insan evladının bildiği tek Japonca şarkının Yonca Evcimik’in “8.15 Vapuru”nun girişindeki “okai yamaşita kombanwa” olmasına ne buyrulur?
       Haftanın vecizeleri yine Merve’den geliyor: “
1-“Abla, farkında mısın? Yıllar geçtikçe seninle aramızdaki yaş farkı büyüyor”. (Hayatımda duyduğum en şık hakaret).
2-“Abla, seni verip iki tane 22’lik kardeş alacağım”.
      Ama ben yine de en çok Alper’le güldüm bu aralar. Alper 2003 yılından beri en sevdiğim öğrencim ve arkadaşım. Mühendislik dünyasını bırakıp tarih doktorası yapmak için Salamanca’ya gitmesinde benim etkim olduğunu keşfeden babası oğlunu kurtarıp İngilitere’ye yüksek lisansa göndermişti. Ama Alper tarih okumayı ve zehir gibi bir tarih meraklısı olmayı hiç bırakmadı. Macarların milli müzelerinde tanıdığı tablo benden çoktu. 2017’nin cümlesi ondan geliyor: “Hocam babam ne zaman içinde ‘manyak’ olan bir cümle kursa o cümle de mutlaka siz de oluyorsunuz” J
          Serdar da 2017’de yılın en anlamlı sözlerinden şarkı yapmış:

“Az ye be aşkım beynin gelişir
Kendi önünden ye bi, dünyan değişir”

      Ha bu arada, 2017 bitti, değil mi? Kesin bilgi değil mi? Bittiyse çıkacağım da…
      Dönüşte bütün serveti Japonya’ya gömmüş olacağım için ilk adresim bir “şuşokuka” olacak korkarım… (İş ve işçi bulma kurumu)
     Haydi beybi, sayanoraaaa…

      Okai yamaşita kombanwa… Konbamwa… Okai yamaşitaaa konbamwa… okaii