5 Temmuz 2015

HUZUR İZLANDA ya da UN PEU GRAVE


      İstanbul’a geri dönüşü en zor olan şehir: İzmir. Kesin bilgi. Sanırım artık İzmirli oldum. Her dönüşümde “ulan ben İstanbul’da ne mok yiyorum” diye soruyorum, sonradan da zaten yarım olan aklım devreye giriyor ve bu şehirde yaşamaya devam ediyorum. Bu sefer de ilahiyat fakültesinde bir tez jürisi için gittim ve memlekette ne tatlı ilahiyat fakültelerinin var olduğunu gördüm. Toplamda Sanskritçe, İtalyanca, İngilizce ve Arapça bilen 2 hoca ile girdiğim jüride bolca eğlendim. (Bizim jürilerde insan sıkıntıdan ölür. Cenazesini kaldırmaya kimse korkudan gelemez, o derece.  İlahiyatta renk varmış.) İlahiyat deyince bir zahmet dünya dinlerini anlayın lütfen.
       İlker Hoca da hem anne hem baba tarafından Karadenizli olunca malum Karadeniz insanının ciğerini biliyor. Bunun üzerine tatlı bir Karadenizli davranış şekli üzerine şahit olduğumuz manzaralar zincirini saydık. Bir açık, bir demli çay isteyince garsonun dönüp “hangisi açık, hangisi demli?” dediği, ya da iki ayrı masadan kola sipariş edilince garsonun kolaları kapıp gelince “hangi kola kimindi yaw?” demesi gibi bir tepki gösterdiği tek coğrafya Karadeniz olmalı. Karadenizli bir grup asker anılarını anlatıyormuş. Sonunda en trajik bölüme gelmişler. Teröristler kaçırıp “sizi ya öldüreceğiz, ya da size tecavüz edeceğiz” dedikleri zaman halk heyecanla  sormuş: “Eeee???” Bizimçülerden cevap: “Hepimizi öldürdüler” .
      Necla Teyze Volkan Konak’tan nakletti. Bir arkadaşı bulmaca çözüyormuş. “Temel içeceğimiz”. Cevap da iki kutucukta. Adam üç kutucuğa “çay”ı sığdırmış! (Ben de olsam aynısını yaparım.) Başka bir arkadaşına da sormuşlar “güneş nereden batıyor?” diye. El-Cevap: “Bazen buradan, bazen şuradan, bazen de oradan”. Bir de Asos’lu rehberleri varmış Hande’lerin. “Güneş nereden doğuyor?” diye sormuşlar. “Buradan” demiş. “Peki nerden batıyor?” deyince biraz düşünüp: “Yine buradan” demiş. Arkadaş,  nedir bizim bu coğrafyayla derdimiz ya! Sarkıt dikitleri bırakıp biraz memleket coğrafyası, biraz dünya atlası filan diyorum yani…
       Sabah Kordon’da kahvaltı yaparken Bekir Hoca çizdiği Türk kadın tipi manzaralarıyla bizi yıktı. Ailenin kadınları kendilerine mantar partisi vermeye karar vermişler.  Mantar toplamaya çıkıp, topladıklarını da bir güzel ormanda mangalda pişirmişler.  Gece 10-11 gibi telefonlaşmalar başlamış “ay be fena oldum, sen de oldun mu?” diyerek. Sonunda anneyi de hastaneye kaldırmışlar. Hastanede, canı burnunda bir halde, zor nefes bile alırken kurduğu cümle Türk kadınının özetidir: “Durun, bir iyileşeyim size içli köfte yapacağım.” Hep demişimdir, daha masadan kalkmadan başka bir yemekten heyecanla bahseden tek insan tipidir bizim millet. Daha da iyisi, hocanın doksan küsür yaşındaki büyünannesinin evde bir gençlik fotoğrafının bulunması ve teyzenin o resmi görmesi üzerine verdiği tepki: “Çabuk yırtın onu, hiç güzel çıkmamışım!” Bu ülkedeki renk hiçbir yerde yok. Huzur İzlan’da olabilir ama, neşe ve eğlence burada anacımmm.
       Beşer şaşar, ama Başar şaşmaz. Ne de olsa yirmi yıldır tanıyor beni. Dün kendisine başımdan geçen saçma bir olayı anlatıp “ben şimdi bunu anladım, dersimi aldım, ama aynı hatayı yine yaparım ben, değil mi Başar deyince?” bana olanca sakinliğiyle: “Kısa bir soru sorabilir miyim? Ama çok özelse cevap verme. Sen manyak mısın, Özlem?!”… Bazı şeyler yirmi yıl içinde bile zor anlaşılıyor görüldüğü üzere. Kendisi bugün yıllar önce Boğaziçi’nde erkekler tuvaletinde gördüğü, genel olarak erkekleri anlatan bir tuvalet kapısı yazısını söyledi: “Men get and forget; women give and forgive.”
       Kardeşim Hollanda-Belçika-Çekistan fethinden döndü. Prag havaalanında öğrencilerin koli koli taşındığını görüp “dil öğrenmeye gelmemişlerdir herhalde” dedi. Dogri. Bir insan durup dururken neden akın akın Çekce öğrensin. Zaten öğrenebitesi yok. Hepsi Erasmus öğrencisi, belli. En favori şehir. Neden? Akademik üstünlük değil herhalde. Olay begayet dünyevi. Dünyanın en ucuz birası orada da ondan. Barda  0.5 litresi 3 lira . Konu Erasmus olunca şöyle bir diyalog gelişti aramızda.
-Benim zamanımda Erasmus yoktu.
-Abla, Erasmus’un kendisi senin zamanından zaten. Kaçıncı yüzyıldı o yaw?
     Dövmüyorum, yarına saklıyorum.
       Antonio Banderas’ı getirsen beğenmez Hande. (Brad Pitt, demiyorum, çünkü hiç tipim değil: Yakışıklılıkta referans noktam Antonio ve Stefano (Accorsi)  Nabayımmmm?) Hande ile geçen ve benim yine yılarak jübile yaptığım bir diyalog.
-Ak mı düşmüş adamın saçlarına?
-Adam değil o, bizle yaşıt.
-Olsun, ak düşmüş.
-Olabilir. 2-3 tel, hepi topu.
-Boyu da elindeki kontrbastan daha kısa .
-Kontrbas değil o, viola da gamba.
-Olsun, kısa.
     Amerika’dan gelen bir grup hocaya Akdeniz tarihi anlattım. Tatlı, ballı, lokumlu bir grup. Doktorasını Viyana’da yapan bir müzik doçenti bir kitapta “türkü bar” görmüş,  ona eşlik etmemi rica etti. Kendisine bu fikrini unutturamayınca çaresiz bir akşam düştük türkü bar yollarına. Biri görse, açıklayamazsın. Taksim’in izbe türkü barlarının birine girdik. Ramazan ramazan, in cin. Barda bir sen, bir ben, bir de bebek. Neyse, korkulacak bir şey yokmuş. 5-6 parça dinledik. Cem Karaca’dan “İşçisin sen işçi kal” la kapanış yapıldı, kazaya mahal bırakılmadı. Gazamız mübarek oldu. Konsepti Bob Dylan çalan piyano barlarına benzetti. (Olayı hayli upgrade etti yani). Sonra Shanon kaldığı yerden devam etti hayatına: Un peu grave…
     Tuhaf bir şey oldu. Shanon üç adet Cizvit okulunda okumuş. Bana Cizvitlerin kurucusu Loyola’nın hangi kitapları okuduğu üzerine tartışma olduğunu söyledi. Ben de yılar önce Belçika’dan aldığım 1812 basımı, altın yaldız kaplama çılgın bir Loyola biyografisi çıkardım. Öylesine bir sayfa açtık: Loyola’nın o kitapları okurken yapılmış bir gravürü çıktı karşımıza! Bir an donup kaldık. (Bunun üzerine Cizvit olmadım, korkmayın).
       Coğrafya bazen çok zalim oluyor.
       En sevdiğim Yunan atasözü: “Pote min les pote”: Asla “asla” deme.

       Başlık mı? Nükhet Hoca duymuş. Kendimi buldum anacımmm…