24 Haziran 2010

ALLAHIM YARATTIN BARİ TAKİP ET

Geçen gün Atlas Tarih toplantısı öncesinde pirimiz Özcan (Yüksek) yarasaların katledilmesini protesto etmek için bir yürüyüş yapılacağını, herkesin yarasa kılığında Tünel’de toplanacağını söylediğinde şaka yapmadığını nereden bilebilirdim. Nitekim bugün de gönderdiği mailde Doğa Derneği’nin Çevre ve Orman Bakanlığı'nın geçtiğimiz aylarda Edremit Körfezi Havran'da gerçekleştirdiği yarasa katliamına dikkat çekmek için 8 metrelik dev bir yarasa kuklasını Beyoğlu'nda uçurarak eylem gerçekleştireceğini söyleyip herkesi davet ettiğinde de durumun ciddiyetini kavrayamamış olacağım ki, sirtaki dersi öncesi kalan vaktimi yarasa kostümü aramak yerine spor salonunda saçma sapan ağırlıklar kaldırarak bütün günün hırsını sporsal faaliyetlerle çıkarmaya karar verdim. Salondan çıktığımda kaldırdığım garip rakamlardan Parkinson hastası gibi her tarafım titriyordu. Hatta dolmuşta elimdeki kola kutusunu titreyen kaslarım yüzünden ağzıma isabet ettirmekte güçlük çektiğim için hayli eğlenceli dakikalar yaşattım Beşiktaş-Taksim yolcularına.


Neyse. Yarın ölecekmiş gibi ahiret için yağan yağmurun altında dans salonuna koşarken Taksim Meydanı’ndaki kalabalığa takıldı gözüm. Kalabalığın arasına girince gözlerime inanamadım. Gözlerim bana ihanet etmiyorsa Özcan yarasa kılığına girmişti! (Bana sorarsanız Özcan daha meşhur olduğu için yarasanın Özcan kılığına girmesi gerekiyordu ama haydi neyse). Ve yine eğer gözlerim bana ihanet etmiyorsa, bu gördüğüm en harika manzaraydı ve kaçırmamak için son şansımı kullanıp şöyle iyice bakmalıydım. Özcan beni de faaliyete katmak için (anlamadım sanmasın, aslında beni oyalamak için) elime bir düdük tutuşturup kalabalığa komutlar verdirdi. “Taksim Meydanı’nda düdük çalmadım demezsin”, diye de ekledi.

Sevgili Özcan bence Türkiye’de esas nesli korunması gereken insanlardan. Bana soracak olursanız Türkiye ve civar ülkelerin tüm yarasaları toplanıp onu gibi adamlar için yürüyüş yapmalılar. (Ay, bu onlar için zor olabilir, uçsunlar o zaman). Çoğalsınlar, kök salsınlar diye. Valla, şu memlekete ondan iki tane daha gelse bişeyciğimiz kalmaz. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. Her dokusu “damıtılmış bilgi” dolu, her şeyi yıllar öncesinde hazmetmiş bir adam Özcan. Dünyayı tepeden tırnağa kaç defa dönüp dolaştığını hesaplarsanız, hücrelerine işleyen bunca tecrübeyi öyle zamanında ve yerinde anlatır ki, bütün bunları nasıl içinde tuttuğuna inanamazsınız. Kitabını da yazdı zaten: Sessizce Dön. Özcan sessizce dönüyor. Öyle iki kelâm edip kendini fasulye gibi nimetten sanan ukala dümbelekleriyle dolu entelektüel âlemde onun değerini geçen yıllar içinde daha da anladım. Klonlamak istiyorum onu. Atlas dergisi çok şanslı. Son zamanlarda getirdiğim abuk sabuk fikirler karşısındaki dingin tutumuna da bayılıyorum ayrıca. Dingince dinleyip (sessizce dönüp) “Özlem, olay Türkiye’de geçiyor”, diyor. Hemen anlıyorum.

Haydi, bütün yarasalar toplansın, gösteri yapsın. Biz gelelim kedilere.

Tam tamına 36 yaşındayım ve hiçbir yerde kedileri sevmem gerektiğine dair bir hüküm görmedim. Yok, böyle bir yaptırım vardı da benim mi haberim yoktu, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey her sabah fakülteye en kelli felli mideleri alt-üst eden leş gibi bir kedi çişi kokusu tarafından karşılanarak girmek zorunda kaldığım. Beni tek karşılayanlar bu galaksi tiksinci koku olsa yine iyi, kendini maymun zanneden, fakültenin kırmızı halısı üzerinde cirit atarak en sağlam sinirleri zıplatan bir grup süper sevimsiz “korunaklı” kedi de sabah şeriflerimi pek hayır etmeyenler kafilesinden. Yahu, her sabah içimden bildiğim en sunturlu küfürleri saydırarak işe başlamak zorunda mıyım?

Bugün bu nahoş kedilerden biri üzerime saldırdı. Anne kediymiş, ne bileyim ben. Hayvanlar aleminin başka versiyonlarıyla muhattap olduğum için “vahşi kedilerin günlükleri”ni okuyacak vaktim olmuyor. Kalp sektesinden gidiyordum. Kedilerin lord-protektörü olan bir hocamız da bütün dünya başıma toplanmış su verip beni rahatlatmaya çalışırken “seni sahne sanatlarına yazdıralım”, dedi. Katil olmak için henüz genç olduğumu düşündüğümden değil de, zaten kalp sektesinden gitmek üzere olduğumdan ve tek kelime cevap verecek mecalim olmadığından ağzımı açamadım. İnşallah bir gün bir kaplan kovalar da nasıl bir his anlar kedifil profumuz. Ben de beni sevdiğini sanırdım.

Çok övünebilecek birşeyim yok, ama çok gezmişliğimle övünmekte bir sakınca görmüyorum. Seyyah-ı Âlemim. Hadsiz hesapsız üniversite gördüm şu kısacık ömrümde, lakin daha önce içinde kedilerin cirit attığı, oraya buraya işedikleri, ayakaltında dolaştıkları, karanlıklara pusu kurdukları ve merdiven arası deliklerde üredikleri bir tek yer görmedim.

Çözüm mü? Çok çeşitli. Aklıma ilk gelen, yarın alpakamı kapıp fakülteye gelmek. Salacağım alpakayı ortama, ağzını açıp laf edecek olan olursa da “kedi örnek teşkil etti”, diyeceğim. Ara sıra yünlerini kırpıp, kazak filan da örerim. Diğer bir çare, elimde bir çuvalla gelip topunu serin sularda yüzme derslerine göndermek. Nıhahaa, kediler için yaz okulu. Ortaçağda yapılan cadı testleri gibi. Garantili çözüm. Ha, en güzelini en sona sakladım. Kolu Minnoş, önü Boncuk ve sırtı Tarçın olan bir ceket yaptırıp ibreti alem için hiç sırtımdan çıkarmasam diyorum. Fiyakalı olur di mi? Heyyyyyoo... Deriniz kemerimi süsleyecek. Sev-mi-yo-rum ke-di-leri.... Sev-me-ye-ce-ğim!

Soruyorum aklı selimi yerinde olanlara?

Kedi sevmek zorunda mıyım? -Ya da başka bir deyişle-

National Geographics Fakültesi mi kardeşim burası?

-Alooo, Beşiktaş Belediyesi mi?