2 Ekim 2011

MAÎ YOLCULUK…

A dostlar, 37 yıldır böyle tatlı deniz tatili yapmamıştım. 12 tane harika insanı bir araya getir, tekneye doldur, bir hafta karaya ayak bastırma desen bundan ballısı olamazdı. Aynı şekilde, 12 adet deliyi kelebek kepçesiyle topla deseler, TC’de daha delisini bulamazsınız anacıımm. Biz 12 dev adam, (bunu 7 günlük aşırı doz yemek ve içmekten sonra kullanınca daha bir anlamlı oluyor), 3 kişilik dev kadro mürettebatla Bodrum’dan açıldık. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için yedik. Her koyda ayrı masa kurduk. Deniz’in kampanya sloganıyla “koy koy ye”dik.

Bendeniz yolculuğun resmi sekreteri idim, welhasıl gülmekten yazmaya vakit bulamadım. Ara sıra Uspenski’nin Fedor Amca’sında olduğu gibi Burçe kuşum deftere notlar aldı, cümlemizi güldürdü. Hocamızın doğum günü hediyesi olan renk renk bir “My bibliofile” defterine ufak tefek notlar almışım. Bazılarını paylaşayım:

Hocamız aylardır aramadığı bir kızı arayıp “akşam yemeğe gidelim mi?” demiş, kız da ona “bu akşam olmaz, evleniyorum”, demiş. Bayıldım doğrusu. (Oh olmuş bence.)

Hocanın en sevdiği Temel fıkrası: Temel’in babası Temel’e kız istemeye gitmiş. Sormuşlar, “efendi oğlumuzun içkisi, sigarası, kumarı var mı?” diye. “Hepsi var, demiş babası. “Bir kız eksik, onu da istiyoruz.”

1937’de “beni Türk hekimlerine emanet edin” diyen Atatürküm’ün 1938’de “gidin doğru dürüst bir doktor bulun” dediğini de bu yolculukta öğrendim. Sıkışınca kardeşime karşı silah olarak kullanabilirim.

Ebu Leheb’in tilmizleri olarak alkol tüketiminde rekorlar kırdık. (“Muhammed’in dinine göre yasaksa, İsa’nın dinine göre içerim”.) İşretle telef edildik ey halkım! Yüzen bir tepsi ile buz gibi biralarımızı denize indirdik, denizde demlendik. Bir keresinde kızlar olarak kıyıda keyif yaptık, centilmen Murat hocamız (Koraltürk) bize kanoyla buz gibi bardaklar, biralar, şaraplar servis yaptı.

Denizde geçen bir haftanın en komik olayı Yücel Hoca’nın bütün gün içip, öğleden sonra uyuması, bir iki saat sonra uyanıp sabah oldu sanarak tansiyon hapını alıp denize girmesi idi.(Sonra da fenalaşması pek tabii). Bayramın ilk günü “Yeni rakı, eski yazı” bayrağımızı göndere çekip altında bayramlaşma düzenine girerek rakılarımızı içip bayramlaştık. Kerem gece kayalara sepet attı, ertesi gün sepete dolan balıkları yedik. Marifetli elleriyle ve sabırla tuttuğu palamutları de löpürdettik.

Geceleri ise ayrı bir güzeldi. Yıldızların altında bembeyaz yataklarımızı, çarşaflarımızı serip sere serpe uyuduk. Hoca son gece gözlüklerini takıp yattı. (Yıldızları seyetmek için). Lakin tek numaralı gözlüğünün güneş gözlüğü olması hasebiyle bu hoş bir manzara yarattı. Bitişik nizam yataklarımızda bazı geceler Avrupa Yakası videoları izledik, altımıza ettiğimiz oldu. Rüyadan da öte gecelerdi. Hocamız az buçuk huysuzluk yapınca doktorumuz Levent ona güzel mısralar düzdü:
Aksi, yine aksi, yine aksi
Vallah, çağıracağım bulsam bir taksi…
Huysuz ona denir ki kişi
Büyük abdeste durur gelmişken çişi
Biricik doktorumuz sabahın altısında gelen ilham perileriyle bu incileri dizip bize de kahvaltıda okurken, Yücel Hoca masaya usulca yaklaşıp şu cevabı verdi: “Dört çeşit kafiye vardır: yarım kafiye, tam kafiye, tunç kafiye, korkunç kafiye.” Hocaya laf yetiştirecek adam daha anasından doğmadı. (Benim kaynanam gibi). Herkese leziz bir beyit kondurmuş Leventçiğimiz. (Altına da “bu beyitlerdeki olay ve kişilerin hayalle ilgisi yoktur” notu düşmüş.) Ama güvertenin ve sahnelerin güçlü sesi Vağarşak Bey’e dizdiği mısralar en favorilerimden oldu:
Denemez sana asla aheste horla
Kimseyi yatırmadık güvertede zorla.

Leventimiz bir gün Vağarşak Bey’in yanına sermiş yatağını. (Ben Vağarşak Bey’in yanıbaşını A parter olarak vaftiz ettim. Uyumak isteyenler G, H ve I partlerlerini tercih etmeliler. Lakin bu konserde biletleri ilk biten parterler onlar). Gece uykudan uyanınca teknenin haç şeklindeki direğini görüp şaşkınlıkla yanına dönmüş. Eee, yanda da papaz yatıyor! Deniz suyuyla vaftiz olacakmış az kalsın.

Mavi yolculukta eklediğim yağ hücrelerine daha besilililerini Avusturya, Slovakya ve Polonya’da tanker ölçüsüyle içtiğim biralarla ekledim. Bratislawa’da mutluluktan, Auswitz’de üzüntüden içtim. Yedi günde üç ülkenin stoklarını kuruttum. Sonra bir baktım Botero kapıya dayanmış, “çizelim mi abla” diyor. “Gel anacım, çiz” dedimse de şişmanlıktan tablonun çerçevesine sığmadığımı görüp Kolombiya’ya geri döndü.

Viyana’da Nurten ve Barış’ın evine kamp kurduk. İnsanın sanat eleştirmeniyle Viyana’yı, Salzburg’u gezmesi de başka oluyormuş. Bizden bir hafta önce Kahlenberg’de kilisede kimi görmüşler beğenirsiniz? Cüppeli Ahmet Hoca’yı. (Ve pek tabii çarşaflı karılarını.) Kaçırmamışlar bu fırsatı.

Viyana’dan Krakov’a giden trene bilet aldık. Yataklı vagon çıkmaz mı? Bir kompartmanda 6 yatak. Daha şaşırmaya fırsat bulamadan kendimizi 3. katta balık istif yatar bulduk. Atraksiyon olsun diye alt katta yatan Portekizli delikanlıyla sohbete dalıp İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince, işte tam o anda şaşırmaya fırsatımız oldu. Delikanlı bizim üniversitede Erasmus yapmış. Bu tesadüfe rahmetli Erasmus bile şaşırırdı kesin. Vağarşak Bey olsa “yumurtaya can veren yüce rabbim”, der iki tesbih çekerdi.

Yusuf Hoca havaalanında nefis bir anısını anlattı. Almanyada’da uçağa giriş sırasında beklerken adamın biri önden sıraya dalıp bilet kontrol eden kadına (kadının Alman olduğunu unutmuş olsa gerek) “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demiş. Kadın da kalabalığa dönüp “Beyefendi kim olduğunu bilmiyormuş, onu tanıyanınız var mı?” diye soruyor. Tarifsiz buldum bu cevabı. TC şartlarında sık sık kullanılası.

Tatilin son günlerine dek hatırladığım tadından yenmez anların hepsi domestik! (Domez Gomez). Erol’un balkonunda adalara karşı yemek-içmek (yemek yapan yakışıklılarım çok olsun, evladım. Bu adam sadece Törkiye’ye değil, her eve lazım), Deniz kuşumun bahçesinde asmalar altında mavi yolculuk çekiştirmek, Hande’nin yeni malikânesinde Maurizio’nun yaptığı pizzaları calzone formunda yemek (fırın bozulur, ama İtalyan o pizzayı ne yapar eder yapar) ve çılgın kuzenim Esra’nın bahçesinde cümle kuzen toplanıp eğlencenin dibine vurmak! Şahsine yengemin eski bayramlar tadındaki baklavalarından, mekiklerinden, Trakya sarmalarından yemek! Hey yavrum, hayat dediğin bu işte.

İspanyol olmasına ramak kalan çatlak kuzen Ozan –sevgili okur onu eski sayılardan hatırlayacaktır-, maceralı bir yolculuktan sonra (3 saatte Galatasaray-Alkent 2000!) ulaştı mekâna. Hadımköy, İstanbul’un onomastik olarak en tehlikesiz köyü. Vardığında jet lag olacak diye korktuk. Yakışıklı burayı Barcelona sanıyor. Giymiş kırmızı pantolonu, takmış küpeleri (her zaman o biçim şıktır), stüdyo tipi kulaklıklarını da geçirmiş kulağına. “Minibüs şoförü acemi olduğumu görünce beni yanına korumaya aldı”, dedi.

Ozzy yıllar yılı tüm kötülüklerime şahit olmuş meğer, o gece fark ettim. Kızlar benim eski delikanlılardan birini sordular. Ben de başladım anlatmaya: “Juan psikopatın tekiydi”, diye başlayan cümlemi bitiremedim. Ozzy diğer kuzenlere dönüp “Kibarlığınızdan mı sesinizi çıkarmıyorsunuz? Psikopat dediği ta kendisi. Gül gibi çocuk. Bize baktı, elleriyle yemekler yaptı, gezdirdi, tozdurdu.” “Tamam”, dedim, “tamam, haydi o değil ama Jordi manyaktı”. “Poble Sec’li çocuk değil mi o? Gül gibi çocuktu. Psikopat kim acaba?” son şansımı denemek için “ya Javier?” dedim. “Zavallı”, dedi. “İki günlüğüne gelirdi Barcelona’dan, birinde bana kakalardın.” Baktım, savunacak yerim yok (daha ziyade yatacak yerim yok aslına bakarsanız). “Haydi, gençler, ben uyumaya gidiyorum, saat dört olmuş”, dedim. Ozzy baktı: “Kuzen, sen uyuyabiliyor musun sahi ya?”, demez mi? (O vicdan seni uyutuyor mu babında). Ohh, horul horul da uyuyorum wallahi, vicdanım pırıl pırıl (Çünkü hiç kullanılmamış!)

Haydi anacım, bana iyi geceler. Vağarşak Bey’in senfonilerinde horul horul uyudum ben, şimdi mi uyuyamayacağım…