8 Ağustos 2011

YOĞUN YAZ BLOGLARI İÇİN KAYITLARIMIZ BAŞLAMIŞTIR

Anacım kaç Fahrenheit bu sıcaklar? (Fahrenheit diye iğrenç bir salatalık parfümü vardı değil mi? Geçen yüzyılda tüm erkek nüfusu ona bulanırdı. Ay, zaten sıcak, iyice midem bulandı. Allah beterinden saklasın mümkünse). Güneş altında uyumuş kalmışım, kötü günler için dişimden tırnağımdan artırıp sakladığım beyin hücrelerim erimiş gitmiş. Sonra bir uyandım dilimde bir şarkı, hem de Özcan Deniz’den… “Derin duygular besliyorum sana karşı”. Bu yeni halimden hiç hoşlanmadım, baktım zaten kimse de görmemiş, duymamış… Kafamı sakladım havlunun içine gerisin geriye. Uykudayken adama şarkı dinleten sahil kafeye buradan teessüflerim gönderiyorum. Sonra soruyorlar, nereden biliyorsun bütün bu şarkıları? Takıyorum peruğumu (Ofiste var bir tane, Serkan giderken varlığı ofiste kalsın diye bırakmıştı) gidip Özcan Deniz’in tüm albümlerini alıyor, usulca eve gelip ev sakinlerinden uzak bir yerde dinliyor, ezberliyorum. Manyak mıyım kardeşim ben? Nereden bileceğim, beyin az çalışmakla birlikte sünger vazifesini başarıyla yerine getiriyor. Böyle bana haince kurulan pusular sayesinde cümle gereksiz şarkıyı ezberliyorum. Ercüment Hoca da soruyor? Nereden öğrendin kızım bu kadar küfürü? Minibüste,  dolmuşta filan, hocam… Olmaz kızım, öğrenilmez orada onlar… (Akşamları romantizm kursundan çıkınca gizli gizli özel küfür dersi alıyorum). Maurizio’nun geceleri laptopla yatıp, müzik bitince uykusunda haberleri dinleyip ertesi gün bir şey duyunca “ulan ben bunu bir yerden biliyorum, ama nereden?” demesi gibi.
     Olay aslında şiyle olmuşşş… Burhan’ın sabah yüzünde morluklarla kalktığı bölümü hatırlasın hafızamız bir zahmet.  Tanverdi’nin eviden kaldığı için onu kendisini dövdüğünden şüphelenir. Wa-lakin sonradan ortaya çıktığına göre Burhan uyurgezer olmuş, gece sokakta milletin sevgilisine laf atıp bir temiz dayak yiyip eve öyle geliyor. Sonra sabah uyanınca başlasın gizem dolu dakikalar… Ben de öyle olsam, başıma neler gelirdi acaba? Dayak kısmı hariç hayli zevkli olurdu bence. Ayık halimle yapamadığım ne varsa yapardım. Serdar Ortaç konserine gider bir güzel deşarj olur göbek atardım, çocukken gittiğim Moda’daki karate salonunda ortalığı dağıtırdım, bir koşu Mısır’a gider Amr Diab’ı bulurdum, bir gece Hakan’ın (Gencol) çaldığı Irish Bar’a gidip aylar önce planladığımız gibi Mr. Mutluluk Hattı ile onu bir kıç darbesiyle sahneden indirip sahnesini çalardım, sonra da oracıkta cebindeki bütün Mabel sakızlarını çiğner çiğner, şekerleri bittikçe yere atıp yenisini açar –sakızları masanın altına yapıştırır- alkışlar içinde mekândan ayrılırdım, kalabalık bir yerde Yıldız Tilbe (bir yanında aşk, bir yanında meşk) misal içime şeytan girmiş gibi şuursuzca bayılana dek dans ederdim, ilk bulduğum tekneyle Sakız’a gider şişe şişe sakızlı şarapla sahilde sızar, bir daha da dönmezdim… Vay anam, bilinçaltım ne kirli bir çıkıymış. Kapatın, çabuk kapatın… (Oh be, iyi ki uyurgezer değil mişim!)
     Bugün klasik bir haftasonu formatı uygulayıp Cafer’le adaya gittik. (Sonunda ada sıkılıp bize gelmeye başlayacak, o derece yani…) Sakin adalar tercihimiz. (Biz yeterince gürültü yaptığımız için). Burgaz’daydık. İner inmez sahilde Stavro’nun babası Yorgo’yu gördük. Stavro da buradaymış. Onu görmeye gittik. Stavro “Aşkın Beş Hali” romanımın kapağında sirtaki yaptığım arkadaş. Yıllardır görmüyordum. Onu görünce aklıma altı yıl önce Kalpazankaya’da bir kış günü bol tüllü bir elbiseyle yaptığımız çekim geldi. Kalpazankaya’da bir sandalye, Yorgo buziki çalıyor, ben (senaryoya göre uçuşması gereken) tülden bir elbiseyle Stavro’yla sirtaki yapıyorum. Hava buzzzzz gibi. Üçüncü dakikada deli bir yağmur başlıyor. Tarifsiz bir gülme krizine giriyoruz. Stavro’nun kimseciklerin olmadığı kayalara bakıp “bir gören olsa bunları deli ……der”, demesiyle son kalan sinirler boşalıyor. Biz istifimizi bozmadan Yorgo ıslanan buzukisini alıp kaçana dek dans ediyoruz. Edebiyat dünyasının büyük kapak tasarımcısı rahmetli Mithat Çınar (ruhu şad olsun) o fotoğrafların ardına günbatımı koyuyor ve sonuç malum. Sonra resimleri çeken arkadaşım Özlem ve Ferhat’ı da alıp çıtır çıtır yanan bir sobanın yanında hırkaların içine girip, der top oluyor sokulup oturuyoruz saatlerce kahve eşliğinde beş ıslak fare. Şimdi kitap kapağı ve arka planına bakalım:
       İşte bugün de altı yıl sonra o tepeye çıktık. Özcan Deniz faciasından sonra yan masada da Çelik’i görünce bunun kötü bir kader olduğunu anladım. (Herif hâlâ çok yakışıklı wallahi, onun tatlı Kemalist halini pek seviyorum). İnsan evriliyor. Evrilmese ne olurdu? Çelik şu anda annesinin renkli motiflerden ördüğü kazakla yan masada oturuyor olurdu, ben de oracıkta altıma ederdim. O evrilmese, ben devrilirdim…
       Adada çocukken geçtiğim yolları hatırladım. Çocukluk hafızası çok ürkütücü bir şey. Çok üstüme düşerler, pamuklarda saklarlardı beni küçükken. (Büyüyünce sonucun aynı olacağını bilseler hiç beyhude uğraşmazlardı). Annem, teyzem cümle kuzenle denize girerdi. Bana soğuk su dokunmasın diye beni karada bırakırlardı babamla. Zavallı babam beni oyalamak için akla karayı seçerdi. Tepsiyle acıbadem kurabiyesi satan bir amcadan aldığımız kurabiyeyi ağacın tepesinde çıkıp yediğimizi hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğuma dair net olarak hatırladığım tatlı manzalaradan biridir. Bugün o ağaçları görür gibi oldum onca ağaç arasından.
        Çocukluk aşkım o gün bizi eve bırakır bırakmaz mesaj göndermiş fasıla gidelim diye. Ertesi gün de ilk saat arayıp “bugün ne yapıyorsunuz?” dedi. Böyle işte. Biz insanda alışkanlık yaparız, güzelim. (Bknz. Çocukluk aşkıyla kanki olma sendromu) Ben onu ellerimle evlendireceğim. Neden mi? Bunun cevabını geçen akşam Osmanlıca hocamızın anlattığı bir hikâyede buldum. Hocamızın yakın bir ağabeyini (bizim de pek sevdiğimiz bir büyüğümüzü) çalışma ortamında deli eden bir arkadaşı vefat eder. Rahmetlinin kendisini o denli delirtmesine rağmen cenazesine gider. Hocamız dayanamaz, sorar. “Abi, bu adamın aylardır sana yapmadığı kalmadı, neden gittin cenazesine?” El-cevap: “Öldüğünden emin olmak istedim!” İşte ben de Cenk’in evlendiğinden emin olmak istediğim için onun nikâh şahidi olacağım.
      Söz Hakan’dan açılmışken, kendisini buradan takdis edeyim, kutsayayım. Hakan galakside iletişim bilimini tüm hak ve meritleriyle icra eden insanların başında gelir. Sms’lere saniyeler sonra, maillere dakikalar içinde cevap verir. Üşenmez, uzun uzuuuunnnn, komik komik yazar. Her mail’i bir makale, her sözü bir kopma noktasıdır. Kendisinin yaptığı istatistikler sonucu bir dönem günde 13’er maille haberleştiğimiz anlaşılmıştır. Sms’ler ise sayma sayılarıyla sayılamaz. Başına gelen her kayda değer şeyi anında arkadaşlarıyla ve dünyasıyla paylaşır. Şu üç günlük dünyada hayatın tüm tatlarını anında dağıtır, pay eder. Kendisi TC’nin insan evlatlarına (özellikle erkeklere) iletişme biliminde acil ve yoğun kurslar açmalı bence.
     Nedir bu iletişme kabızlığı anacıımm? Kardeşim başta olmak üzere yakın çevremde bir iletişim kabızlığı var. Mesajlara saatler sonra cevap vermeler, ertesi güne kalmalar, paylaşmayı becerememeler, ifade edememeler... Hayatı “şimdi” içinde paylaşamazsak, ne zamana saklarız acaba? Yarın bir önemi kalır mı? Bugün yaşamazsak, kelime paylaşmazsak, ses duymazsak, konuşamazsak hayatın tadı kalır mı? Hakannnn yeavrooom, hemen bir kurs açıyorsun cümle Türk erkeklerine...
     Bir ara mesajlarımızla öyle bir eğlenir hale gelmiştik ki, bunların aslında halka açılıp kitap formatına girmesi gerektiğine karar vermiştik. İlk mesajlardan bir kaç bölüm gireyim nostalji babında:

ÖK-Sebasssttiannnn.... Çabuk bir blue curaçao-tonik yap yeni bardaklarda. Resimlere bakarken eşlikçi babınnndaaaa... :)
HG-... Sebastian, saygıyla eğildikten sonra, geri geri yürüyerek dışarı çıkar, kapıyı da sessizce kapatır. Yeni boyadığı rugan ayakkabılarının gıcırtısı: fade out....
ÖK-Sebastiannn oolum, çabuk gel, bırak curaçaooo'yu, çok eğlenceli resimler varmışşşş, üstüne içeriz...
...
ÖK-Sebastiaaan, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!
HG-...gıcır, gıcır, gıcır... [laminat parke koridorda, hızlı ve gıcırtılı ayak sesleri]
--- kapı açılır ---
- buyrun efendim, seslendiğinizi duydum, hemen geldim!
+ diyorum ki, ooolum ne koydun lan bu çuraçao'nun içine?!!
- sadece... ehmm... yani, her zamankinden efendim...
+ ???

ÖK-Sebastian beni yıkamış, temizlemiş, uyutmuş, üstümü örtmüş... Ben 101.02'ye intro yapamadan klavye-üstü Nosta olmuşum dün gece... Mabel kızını da kaçırmışım. Lakin sabah kahvaltıda kardeşimden Mabel kızının koordinatlarını aldım. (bknz. Kurukahveci M.E. sokağı) Bana sakız konusunda şu yorumu yaptı? "Abla, yaşlandığını hatırlamak için o sakızın peşindeysen zahmet etme ben sana her sabah söylerim" (Alın mu manyağı başımdan)... Sayfanda dönen müzayedeye el atacağım :)))

HG-üstünü örten, seni temizleyen, uyutan, yıkayan, Sebastıyan; hep aynı adam. :-)
Kardeşinin, senin aleyhine, seni gıcık etmek üzere programlanmış bir robot olmadığından emin misin? Yavuklular günü'yle ilgili olarak da buna benzer bir şey söylememiş miydi? Hani "siz derken? yalnızlığın ve sen mi?" şeklinde... espriler çok benzer, ben onun üstünde bir gücün programlamasından şüphe etmekteyim. :-) Müzayede sonuçlanmadan (ve ben çook ucuza gitmeden anacım) lütfen el atınız ki, hayat normale dönsün. Zaten "rayici TL değil de oldu olacak Pezos üzerinden belirleyin," dedim bizim hatunlara!.. :-p

     Övgücüğüm döndü İngiltere’den. Yeni kitabı üzerine çalışmış: Joseph Conrad’da aşk algısı. Son bir yıldır aşk üzerine yaptığımız bütün sorgulamaları bilimsel bir tabana oturtacak, bugünkü teras sohbetinden o çıktı ortaya. Aşkı üç temele oturtan o psikoloğa kurban olayım ben: Intimacy, commitment, passion. Övgü bu sene bizi teorik olarak eğiteceğe benzer, ne güzel. Öyle güzel bir cümle kurdu ki, aşktan anladığını sanan biri olarak ben bile saygı duydum: Evreni yerinden kımıldatmaya kadir tek güç! Son bir yılımızı aşka son durağa gelme isteğimizi irdelemekle geçirmiştik. Sağlam bir liman artık. Noel Baba’dan onu diliyoruz bu Noel mümkünse. O güç beni de yerimden oynatsın evrenle birlikte gari... Yoksa aşk bir Belinda Carlisle şarkısı mı? Love is a big scary animal... (Love is a big hairy animal, bence ama haydi neyse...)

Bu haftanın in’leri…
-Nazan Öncel’den “Dillere düşeceğiz seninle”.
-İnsanları anlamaya çalışmamak.
-Cafer’in “Aaa, bak bir çekirdek aile geliyor” repliği.
-Çantamda heryere taşıdığım kitaplardan tek satır okumamak.
-Yıllardır giymediğim elbiseleri giymek.
-Küstüğüm ama çok özlediğim insanlarla barışmak.
-Cafer’le geliştirdiğimiz bir taktikle yanımızda olmasını istediğimiz diğer iki kişiyle oradalarmış gibi konuşmak. (Bunu özellikle restoranlarda yapıp, garsonları ürkütmek).

     Derin duygular besliyorum sana karşı, sevgi değil içimde aşkın alası, konuşarak anlatamam sana aşkı…. İmdat, kurtarın beniii… İçime Özcan Deniz kaçtı… Ne kadar acı çeksek boş, ne kadar tövbe etsek boş, imdattttt… Jung Abim uyku halinde ezberlenen şarkılar konusunda ne diyor, bir bak bakayım!