19 Kasım 2011

WE WISH YOU A PLEASANT FLIGHT, ANACIIIM…

Sanırım son 10 gündür en çok duyduğum cümle bu. 8 günde 6 uçak, 6 otobüs, 3 tren, 2 vapuretto, bol keseden Havaş, Havataş, midibüs ve arabaya binerek 37 yıllık rekorumu parlatmışım. Şu sefil halimi görse Marco Polo’nun kemikleri sızlardı, Evliya kendini eğerinden atardı ve bilimum seyyah jübile yapardı.
     Malumunuz bir kurban bayramını de kazasız belasız atlattık. Maurizio’nun kulakları çınlasın, annemler danaya girmiş. (Sevgili okur hatırlayacaktır, Sardinya menşeli Maurizio Hande’yle evlendikten sonra bize bayram ziyaretine geldiklerinde Maurizio “İsmail Amca, bir bu bayram danaya girdik” diyerek babamda gecici travmaya sebebiyet vermişti. Bunca yıl eve gelen ecnebi damat adaylarının hiçbirinin tek kelime Türkçe konuşamıyor olmasından mütevellit babam hiçbir Övropalı’nın gramatik olarak bile kuramayacağı bu cümleyi duyunca bana “bak kıza, başaran başarıyor” tadında bir bakış atmıştı.) Evet, bu AB’li dilbilimcilerinin henüz üzerinde çalıştıkları bir fiil. Henüz başarıya ulaşamadılar. Cümbür cemaat girilen dananın bize ayrılan kısmı fazla parçalanmaya zahmet edilmeden eve getirilip boylu boyunca mutfak masasına yatırıldı. Liptonsal bir “mutfakta biri mi var?” sorusuna çok layık bir görüntü idi, çünkü neredeyse büsbütün masaya Goya’nın “Çıplak Maya”sı gibi uzanan dana her içeri girişimde aynı şoku yaratıyordu bende. Kardeşim ise sabah mutfağa girince, “günaydın anne, günaydın baba, günaydın abla, günaydın dana” diyerek beni daha bir geriyordu. Bir an kurban bayramı hiç bitmeyecek diye çooook korktum. Diyorum ki, Kurban bayramı yerine iki adet şeker bayramı verseler. Şık olur.
      Neyse ki ortak arkadaşımız Giovanni bu level Türkçe bilmiyor. Şimdilik cümbürcek rahatız. En hızlı ve çok soru sorma konusunda galakside bile birinciliği kimseciklere kaptırmayan, kuyruklu yıldızları solda sıfırlayan kahramanımız bu seviyeye geldiğinde ne mi olacak? Aynen şöyle olacak. “Özlem, danaya nasıl girilir? Kim girer? Neden? Ne zaman girilir danaya?” Al başına belayı. İnsan aynı anda hem avukat, hem polis, bir de İtalyan olunca böyle oluyor demek ki. Dünyanın en şuursuz diyaloglarına imza attım bu sayede. Bir polisiye romanda kullanayım da ziyan olmasın bari. Misal. Saat gecenin bir buçuğu. İşten çağrılıp Maurizio’nun elleriyle yaptığı lezzet küpü pizzalarını kaçıran kahramanımız bizim dolu mideciklerimizle evde sızıp kalmamıza içerlemiştir. Ben Hande’nin bana hazırladığı sıcacık yatakta derin uykuya dalmışken çalan telefon:
-Ne yapıyorsun?
-Doğruyu, yalnızca doğruyu istiyorsan uyuyorum Giov.
-Neden?
-Tam olarak bilmiyorum. İnsan doğası.
-Yanında kim var?
-Hayatımın tek erkeği.
-??
-Pia var. Pia. (Hande’nin çok iyi Macar konsolosu taklidi yapan kedisi.)
-Ne! Pia mı var! Kedi o!
-Evet. O kendisini öyle sanmasa ve buna çok inanmasa da bir kedi o.
-Çıkar onu yatağından.
-?
-Çıkar odadan. Kapıyı da kapat.
(Uyku rehavetliğiyle aptallaşmış beyinle Pia dışarı çıkarılır. Kapı kapatılır. İtaat kültürü uyku halinde yakalayınca başarıya imza atıyor. Sonra düşünülür ve karar verilir ki bu postmodern bir romana yakışır bir diyalog.) Giov bütün davalarını hâkimleri ve savcıları bayıltmak suretiyle alacak. Roma hukuku var oldu varolalı böyle bir şey görmedi. (Ama hazırladığı güzel sofraların hakkını vermeden geçemeyeceğim.)
   Ancak benim başıma gelebilecek şeyler geldi yine. Bir İnebahtı sempozyumu için Venedik ve Trento’daydık. 6o yaşlarında Avusturya kılıklı bir çift de bizimle birlikteydi. Benim sunumumdan sonra yanıma gelip bana bir broşür verdiler. Sunumu çok beğendiklerini söyleyip tebrik ettiler. Ve kendilerini tanıttılar. Markus Habsburg! Arşidük ve eşi arşidüşes. “Evimiz, bekleriz” diye verdikleri broşürün üzerinde Sisi’nin sarayının resmi vardı! Bir de elleriyle maillerini yazdılar üzerine. Tevazu diz boyuydu. Ben de şoktaydım tabii.
          Aziz Nesin’in pek sevdiğim bir kitabında –Şimdiki Çocuklar Harika, olsa gerek (Okumayan TC evladı var mıdır acaba?)  zavallı çocuklara “bildiğiniz her şeyi unutun” derler. Ben de bu bayram tatilinde aynı formdaydım. Bayram boyunca sınava çalışan bir doktor adayı kardeşin yanında neler öğrendim neler?
     Annem emek emek yaptığı yemekleri bize kakalamayınca kızar “hamur kafalı çocuklar”, diye bas bas bağırır, “pis Trakyalılar” diyerek arada fırsattan istifade babama da laf sokardı. Yıllar yılı karbonhidratın şişmanlığın yanı sıra bonus olarak bir de salaklık yaptığına inandık biz. (Yani en azından etle kıyaslandığında). Beyni çalıştıran tek şey glikozmuş anacııım… Karbonhidrat ve nişasta da glikoza dönerek beyni çalıştıran nadir gıdalardanmış.  Benim bunca zaman Karbonhidrat abimden bir zarar görmüşlüğüm yok. (Eritmeye çalıştığım katmanlar dışında) Bıraksan böreğin bahrinde yüzer, baklavadan tepeler aşar, poçadan yatakta yatar, simiti belime geçirip uyurum… Gece gündüz makarna yesem bıkmam. İtalyan doğsaymışım keşke (Bu şansımı yitirsem de, evlilik yoluyla İtalyan olup, gece gündüz ravioli, gniocchi, penne, tortellini, orecchietti, culurgionis yapan bir kocanın tabaklarını yalayıp yutma şansımı hala yitirmiş değilim, dikkatinize!)
     Serkan çok güldürdü beni. Şöyle yazmış duvarına: “‎7.7.2007'de evlenicem diyordum yıllar önce. İddiaya bile girdim ve bugün 11.11.2011, hayatımı programlamak konusundaki başarım takdire şayan gerçekten :)” Ben yıllardır ev nüfusunu “beş yıl sonra” diye kandırıyordum. Baktım son zamanlarda bunu duyunca gitmeden önce külahlarını bırakmaya başladılar, artık zahmete girmemeye başladım. Takvimime bir baktım da, önümüzdeki 6 hafta içinde beş adet yurtdışı seyahati var, ders, sempozyum, konferans formatında. Evde eşyaların yerini unutmaya başladım, evin yolunu unutmuş olmaktan mütevellit. Her sabah kalktığımda nerede olduğumu düşünmek zorunda kalmak gibi bir de mood geliştirmişim farkında olmadan. Hah, diyeceğim o ki, ben bu duruma 365 gün katlanabilecek bir erkek tanımıyorum. (Tanısam da tanımazlıktan gelirim, o başka.)
     Çalışmaktan beynimin ispirto misal uçacağını sandığım anlar oldu bu haftada? İspirto? Spiritu’dan geliyor galiba. Ruh gibi görünmediği için ispirto demiş olsalar gerek... Günhan’ın da dediği gibi “hafif etimolojik sıyırmalar” içindeyim. Geçen gün İspanyolca bir kitap okurken şöyle bir şey –hatta iki şey-  fark ettim. Kitap okurken, Gestalt takılmıyorum, kelimeleri düşünüyorum. Bu yüzden de kitap bittiğinde aklımda konu değil, kelimeler kalıyor. İkinci şey ise daha da tedirgin edici. Bazen okuduğum cümlelerde etimolojik kökenini bilmediğim bir tek kelime çıkmıyor! Sıyırmanın arifesinde değil, göbeğindeyim bence.
    Her zamanki gibi hayli etimolojik anlar yaşadım. Yıllardır görmediğim harika tarihçi dostlarımla Le Mar’da diyeti ve niyeti bozdum. Pek bir güldük. Daha sık buluşmalıyız bence. Günhan’ın leziz yemekler arasında verdiği toponomik bilgilere bayıldım: Kartaca, Napoli gibi “yeni şehir” demekmiş! Nea Polis, bugün en doğrusunu Almanlar söylüyor, Neapol. Havaalanlarında tabela okurken sapıtmadım ya! Gitmediğim kaç şehir kaldı diye sapkınca bir hevesle okurum tabelaları. Sonra her şehrin yolcusunu ayrı kıskanırım. Ereğli de Iraklio’dan (Herakles/Herkül) geliyormuş. Alfabe ise Latince’den önce Fenikece çıkmış, tabii ki ilk iki harf. Delta’ya neden delta dediğimizi de bir seyahatnamede okudum geçen gece. Nehirler denize dökülürken delta şekli çizdiği için.
     Yorgo Amcam gelmiş Selanik’ten. Marmara’nın önünde buluştuk. Güldüm kendi kendime. Kızım kereviz, bir gün İtalyan’la, bir gün Yunan’la aynı mekanda buluşup mekanı Salamanca saat kulesi haline getirdin, dedim. Yorgo Amcam’la buluşmanın en harika yanı Yannis’in de her seferinde gelmesi. Tanıdığım en bilgili, en etimopat (Kelime güzel oldu, ben bunu Academia Real’e sağlam bir fiyata satar bir kaç ülke daha gezerim) erkek Yannis. Ve her harika erkek gibi bir engeli var: Maalesef papaz. Pofuduk koltuklara gömüldüğümüz bir an ona “ne öğretiyorsun bana bugün etimoloji ilminde?” dedim. Yunanca küpe, eskiden giyilen bir dini kıyafetin parçası olduğu için öyle anılıyormuş. Eski Yunanca’daki küpe kelimesi gitmiş ve kıyafetin adı kalmış sadece. (Skoulariki). Ve daha neler neler... Onunla zaman geçirmek altın değerinde. Diyorum ki ben de rahibe olup gece gündüz “rahibe işi” tabir edilen dantelden yapıp, bir taraftan da rahibe tatlıları kitabına katkıda mı bulunsam? Yannis’i daha çok görürüm.

Son iki haftanın:
Kitabı: “Festín en palabras” (Kelimelerle bir ziyafet)
Şarkısı: “Gideceğim terk yer havaalanı”.
Rekoru: Yıllardır televizyon seyretmeyen bendenizin önce istemsiz, sonra hür iradesiyle İtalyan kanalları seyreder hale gelmesi.
Tarifsizlik anı: Ahmet’le havaalanında metroda karşılaşmam. (İlahi adalet).
Seyahati: “Brescia-Venedik” arası tren seyahati. Kahve kokusu ve yemyeşil kırlar, fonda Alpler eşliğinde.

Haydi arrivederci anacııım....