3 Şubat 2012

ÜÇ VAKTE KADAR KATİL OLUYORUM A DOSTLAR… ya da FRIARIELLI Yine, yeni, yeniden ben anacıımmm… İnsanın zeki ve becerikli kuzeni olması gibisi yok. Kuzen Ozzy İspanya’da Reina Sofia Müzesi’ne giren bir iki Türk’ten biri –hatta belki de tek Türk- sanatçıyken benim bloğu mu düzeltemiyecekti ki… Ona beni yeniden sizlere kavuşturduğu ve hayata döndürdüğü için öpüyor, Salamanca günlerimiz anısına buradan bir Cuba libre yolluyorum. Bugün hava muhalefetine muhalif bir şekilde üniversiteye intikal ettim. Akabinde eve avdet etmek için karlar arasında debelenirken “narin bağyannn” diye bir ses duydum. Üzerimdeki yorgancıdan taze çıkmış kıvamdaki palto, ayağımdaki Nazi çizmeleri ve annemin bir arkadaşının anneme yardım olsun diye (beni birilerine kakalama çalışmalarından bahsediyorum bittabi) ördüğü kendinden güllü mor şapkayla üzerime alınabilecek halde değildim, sizin de takdirinizle. (En yakın öğrencim sabah bu kılıkta beni tanımadı diyeyim, daha açık olsun durum.) Hemen kayarak olay mahallinden uzaklaştım. Uzaklaşmasaydım kadına çok pis dalıp “Ne bilicennn ulen, söyleyip söyleyebileceğin adrenalin yüklü ne var hayatımda!” diye Burhansal bir şekilde “hırtlağına” yapışacaktım yoksa. “Babamın yine evden kaçıp bana taşındığını, akşamları çay-boza gibi sıvılar tüketerek evde mevcudiyetini büsbütün unuttuğum televizyondan gelen ses eşliğinde kitap yazmaya çalıştığımı, hayatımdaki en renkli şeyin hamam sefası ve spor salonu olduğunu söyleyeceksen ben de tabanları yağlamazsan üç vakte kadar katil olacağımı bildiriyorum sana” diyecektim. 30 yıl sonra yeniden hamama gittim. Deniz’le Noemi girdik, Claudia çıktık. Üsküdar’da tarihi Çinili Hamam’daydık. Erkek olsam asla hamama düşmek istemem. Türk tipi, yerçekimine maruz kadın formatlarını görünce haleti ruhiyem bozulmasın diye gözlerimi kapattım ve haftada spor salonunu dörde, hatta beşe çıkarmaya, mümkünse spor salonuna iltica etmeye karar verdim. Kese, köpük kendimizi şımarttıktan sonra şımartma eylemine devam edelim diye kuaföre gittik. Saç, bakım, kaş, yüz, göz vs. Kaşlarımı alacak olan kıza “bakın, çok kötü olursa ağlarım, haberiniz olsun” dedim ya, demez olaydım. Dil pabuç, zeka kıvrak… (Yunanlıların deyimiyle dil pabuç, beyin çekirdek -glossa papuçi, mialo koukouçi- değil yani şansıma!) Ne dese beğenirsiniz? “Abla, sen kaşlarının şu haline ağla bence, eğer bir şeye ağlamak istiyorsan!” Bir saniyede yok etti beni wallahi. Bitirdi! Kendimizi şımartmaya gittik, maymun olduk anacııım. Ama kıza saygı duydum, ne yalan söyleyeyim. “Ağlarım” dedim ya, yalan değil…Yıllar önce, yine Belçika’da bir sempozyuma gideceğim. Son gün kaşları yaptırdım. Kuaförden Küçük Emrah gibi çıktım. Başladım ağlamaya. “Küçük Emrah gibi oldum, ben nasıl gideceğim bu kaşlarla Belçika’ya şimdi Merve yaaaa? Kardeşimden cevap: “Üzülme abla, Belçika’da kimse Küçük Emrah’ı tanımıyordur”. Yok anam, uğraşamayacağım bu yakın çevremdeki hazır-cevap insan kadrosuyla. Jübile, jübile! Eski ofis arkadaşım Serkan’ı everiyormuşuz. Çok heyecanladım, çünkü: 1-Serkan’ın evlenmesi İspanyollar’ın deyimiyle “en büyük kulelerin de yıkılması”, bizim kontekste sokarak Türklerin uzay çalışmalarında marka olması demek. 2-Serkan da evleniyorsa, insanın aklı bazen kısa devre yapabiliyor, işte tam o ana denk getirip uçan akıl yeniden yerine gelene dek en zeki mahlûkat bile evlilik kararı alabiliyor demektir. Bu da yalnız ölmeyeceğim anlamına gelir. 3- Serkan delisi düğün yaparsa, bu kır düğünü olur, ben de kırlarda hafızamı kaybeden dek Yıldız Tılbe şuursuzluğunda dans ederim anlamına gelir. Çok heyecanlıyım. Yaz gelsin çabuk. Bu esnada aramızda sabah sabah şöyle tam da uyumsuz tiyatroya layık bir diyalog geçti: -Sen de evlen. -Olmaz, ben seneye yokum. Napoli’deyim. Olay o değil ki, anacım. Serkan’ın evliliğe dair tek planı bana düzenleyeceğimiz sahte nikâhta nikâh memuru kılığına girmekti, annemin yıllar yılı cümle âleme saçtığı –ve mevcut durumda asla geri dönüşümü olmayan- altınları geri alıp kırışmaktı. Son birkaç ayda 15.000 km yapmışım! Ortalama her on günde bir ülkedeymişim. Şu anda en yakın arkadaşım ve tek özlediğim şey yatağım. Eylül başından beri gözlerimi açınca “ulan neredeyim ben?” sorusunu ısrarla soruyorum kendime. Serkan’la dertleşiyorduk. “Ne zamandır her sabah başka bir yerde uyanıyorum ve kendi kendime “neredeyim ben ya?” diye soruyorum, hafız” dedim. Beyazları büyüyen gözleriyle “Nasıl yani?” dedi Serkancığım. “Bir dakika, bir dakika, açıklayabilirim, hafız. Hiç sandığın gibi değil!” demek zorunda kaldım. Napoli’de yatağa nasıl yapıştıysam Encarna’nın yatağa istinaden benimle eğlenmesine maruz kaldım: İtalyanların deyimiyle “Cambio di destinazione d’uso”. Detaya girmiyorum. Var gücümle silip süpürmeye devam ediyorum. Son olarak Napoli’de neler yedim neler üzerinize afiyet. Encarna’nın Vezüv’e bakan yerlere dek camdan ibaret salonunda, erkek arkadaşının tasarladığı cam okuma koltuğunda keyfim keyifti hani. Bu Napoli’ye sanırım 8. gidişim ama Vezüv’ün lavlarından oluşan, en az Vezüv boyundaki diğer dağı ilk defa fark ettim. Encarna beni tam olarak bu ikinci dağda, tüflü toprakta yetişen bir brokoli çeşidiyle tanıştırdı: Friarielli. Onomastikte zirve! Bayıldınız değil mi kelimeye. (Serkan’ın bir çocuğu olursa adını Friarielli koysun bence). Her gün çamaşır yıkayan kadınların cenneti olan Napoli sokaklarında, taptaze peynirler satan bakkal amcalardan çeşit çeşit peynir alıp homini gırtlak yaptık. “Merve, ben neden zayıflayamıyorum sence?” sorusuna kardeşimin usanmadan verdiği cevap: “hayvan gibi yediğin için olabilir mi sence abla?”. Olabilir bence. Durun daha neler neler yedim. İçine vicdansızca yosun koyulan –ama pek lezzetli- bir hamur kızartması, rezene salatası, timballo alla siciliana… Öğrencilerime anlatırken acı çektiğim, dillere ve midelere destan bir Sicilya tatlısı olan “Cassata siciliana” buldum bir pastanede. Yanına bilimum tatlı ve bir de cappu söyledim. En son Sicilya’da Catania’da yediğim ve geceleri rüyalarıma girince daha canlı olsun diye gecenin bir yarsı üşenmeyip youtube’dan ünlü aşçıların cassata videolarını izlediğim (nasıl bir psikopat olduğumu anlayın diye veriyorum bu bilgileri) bu tatlıya karşı arifsiz tarifsiz bir zaafım var. O özlemle nasıl bir giriştimse, kahvemi veren garson bana çok anlamlı bakışlarla peçete uzatıp nereden olduğumu sordu. (Görünmeyen alt yazı: “Hayvan! Ağzını yüzünü sil! Bi daha da bu mahalde görmiiim seni.” Yakamın kürküne yapışan toz şekerleri, meşgul dudaklarım ve olanca İskit görünümümle ona yalan söyleyecek konumda değildim. “Türküm ben.” (Görünmeyen alt yazı: “Ay, çok pardon. Buyrun, buyurun. Afiyet olsun. Bir ihtiyacınız olsa, buradayım.”) İtalya’nın doğu bilimlerinde tek adresi olan L’orientale Üniversitesi’nde yıllık derslerimi verdim. Bu seneki konumuz yemekti. Sunumlar pek keyifli geçti. Dersin ortasında karanlıkta kalınca “ışık olsun" dedim ve tam o esnada birisi ışığı açınca çok fiyakalı oldu. Bir de ders ortasında eğlenceli bir Nokia çalıp susmayınca protesto için dersi bırakıp susana dek göbek attım ve öğrenciler nasıl bir manyakla karşılaştıklarını anladılar. (Napoli beni unutmayacak). Kendi adıma pek bir eğlendim. Seneye beni oraya hâlâ almayı düşünürler mi, inanın çok emin değilim. Beni öğrencilere sunan Arturo’nun Umberto Eco’nun en sevdiği öğrencilerinden biri olduğunu beni kahveye davet ettikten çok sonra öğrendim. Yoksa çenemden kurtulma ihtimali yoktu. İstanbul’a dönüp de Napoli maceramı anlatınca Nurten Hoca (yakın dostum ve eski Almanca hocam) “İşte bu yüzden kimseleri beğenemiyorsun” dedi. Yalan mı? Beğenemiyorum anacığım. Entelektüel seviyeleri –ki T.Ö.rkiye’de bu seviyeden ziyade seviyesizlik bence- hayalimin beşte biri olan adamların hepsi ya yüz yaşında, ya da o seviye gelirken Burhan’ca bir deyişle: mortingenşrayzeee…. Encarna’nın erkek arkadaşı bize enfes yemekler yaptı, ev şarabı getirdi. İstanbul maceralarını anlatırken ben de dağıldım. Özellikle bir sahne anlattı ki bir gün bir film yaparsam bu kareyi kesin kullanmam lazım bence. İstiklal Caddesi’nde gran tuvalet, pos bıyıklı, kravatlı bir adam, elleri arkasına bağlı, dikiliyor. Midye dolma satan adam ona elleriyle yediriyor. Nasıl? Ana bence büyük bir tarihçi. (Carabias) Babası ona hep “evladım, bunların hepsi öldüyse neden bu kadar çok çalışıyorsun?” diyormuş o Kastilyalı tatlılığıyla. İşte ben de şimdi kendime aynı soruyu soruyorum. Geçen Pazar kurabiyelerimi yapıp Erol’a gittim. Dünyalar tatlısı annesi, ben, Erol oturup dertleştik. Bu yaz kitabım biter bitmez “Fikrimizin Rehberi” kitabını okuyacağım sıcak yaz günlerini iple çekiyorum. Atatürkçü olmayı gurur sayarım efendimmm… Bu da bazılarına kapak olsun. Gezdikçe, gördükçe, öğrendikçe, dünyalar keşfettikçe, kitaplar devirdikçe O’na daha çok âşık oluyorum. Ölmeden önce O’na dair bir şeyler bulsam, gün ışığına çıkarsam, güzel bir Atatürk kitabı yazsam. Ölmeden önce yazdığım son kitap olsa. Ah, ah… Etrafa ve etrakı biidraka kızdıkça spor salonunda ağırlıklara veriyorum kendimi. Bir aydır ecnebi ellerde tek yapabildiğim spor kış mide sporları olunca kaslarım sizlere rahmet. Hocam “üzülmeyin”, dedi. Kas hafızası nam bir şey varmış… Kaybolan kaslar spor yapmadığınız sürenin üçte biri kadar bir zamanda geri geliyormuş. Anacıım, şu kas hafızası beyin kasları için de geçerli olsa keşke ve ben her okuyup seyrettiğimi unutmasam keşke. Defalarla tanıştığım insanlarla ilk defa karşılaştığımı sanıp onları hatırlıyormuş gibi yapmak zorunda kalmasam, her iki insanı tanıştırdığımda birinin adını mutlaka ve mutlaka unutmuş olmasam ve “haydi siz tanışın bakalım” diyerek rezil rüsva olmasam ne hoş olur. Film günü yaptık gençlerle, Transilvanya’yı izledik. Ben filmin hastasıyım ve ücüncüye izledim. Walakin buna bir inanan çıkmadı. Filmden hatırladığım en önemli şey adamın (Birol Ünel) hatun kişi için ormanın ortasında elektrik çalarak ağaçlara antika bir avize astığı. (Uzun lafın kısası Woody Allen’sal bir şekilde film sonrasında tek hatırladığım: Olay Transilvanya’da geçiyor. Hızlı okuma kurslarına giden bir Wood Allen karakteri Savaş ve Barış için: “olay Rusya’da geçiyor” der ya…) Bunları biliyor muydunuz? -Napoli’de Roma’dan çok kilise olduğunu. -Panico (Panik) diye bir İtalyan soyası olduğunu. -Vodka yapılırken destilasyondan sonra uçan kısmına “meleklerin payı” dendiğini. -Son üç ayda süper market ve spor salonu başta olmak züere pek çok mekanda ilahi bir şekilde “Gideceğim tek yer havaalanı” nam anlamlı şarkının çaldığını ve kardeşimle nerdeyse yere kapanıp güldüğümüzü. Amr Diab’dan “hiyye hayatiii va ruhi hiyyee” diye bir şakı dinliyorum ve diyorumda niye ben “huvvvvee, huvveee hayati va ruhiii” diyemiyorum diye düşünüyorum. Cevap Nurten Hoca’da.