18 Haziran 2012

PRONTO DOTTORE ya da ONE BIG MAN

    Geçen Pazar üniversiteye giderken (Pazar günü üniversitede ne işim olduğunu açıklayabilecek durumda değilim galiba, yapacak daha iyi bir işim olana dek böyle devam edecek) çok sevdiğim yayıncım Çağatay Bey’i gördüm. “Zayıfladın mı sen?” dedi. “Evet”, dedim “kişilik olarak”. Kahkahayı patlattı. Sonra da şaşırdı, “buracıkta mı çıktı bu cevap” diye. Sonra bir düşündüm de, her zaman fren intikal mesafesi bu kadar kısa olsa kimlere neler neler derdim. Hele hele son günlerde.
      İslam Korkusu biter bitmez yeni bir aşk romanı yazacağım. Mutfakta geçen komik bir aşk romanı. Aşkın kendisi komik olmazsa çekilir yanı pek olmuyor malum. Mesela kitabımın yeni başkahramanlarından Hande’yle dün gece elimizde şarabımızla bizim evin önündeki sahilden ayaklarımızı denize sallandırarak erkek milletini tefe koyup onları madara ederken yarısını yazdım zaten. Yatak odası ile kütüphaneyi birbirine karıştırmamak gerekmiş. Hande öyle diyor. (Amanda da fosil koleksiyoncusu derdi.) Allah hiçbir erkeği bizim dilimize düşürmesin anacığım. O anda yok ediveriyoruz dev gibi adamları. (Daha doğrusu dışarıdan dev gibi görünleri)
      Hande’yle Kültür Koleji’nden tanışırız. İkimiz de kimsecikleri beğenmeyip, iki tane arkadaşla okulu bitirmişizdir. (Uyumsuzluktan değil vallahi billahi,  teessüf ederim.) Ben Özlemciğim’le tüm devamsızlık haklarımı Köprüaltı Kemancı ve Rock konserlerinde harcardım. Hande de okulun en yakışıklı iki erkeğinin en yakın arkadaşı idi. (Bunlardan biri de Kenan Doğulu idi. Birlikte gitar çalarlardı. Ben çalamadığım için çalan yakışıklılarla çıkardım: “Burada çalınmışı var”). Düşündük de neden Boğaziçi’nde samimi olduk, neden geciktik diye, cevabı hemen buluverdik: Okul ikimizden doğan enerjiye hazır değildi.
      Hande sadece romanımın değil hayatımın kahramanı. Bunu kendisine daha önce de söylemiştim. Neden mi? Çünkü kocasının kaşlarını alırken yataktan düşüp kolunu kıran, on gün boyunca hiçbir şey olmamış gibi çeviri yapan, sonunda tanıdık bir ortopediste gidip aslında kolunun kırılmadığını ispatlamaya çalışırken başarıya imza atamayan ve bir sonraki sahnede arkadaşı olan bir veterinerden aldığı alçıyla kolunu alçıya alan, sonra da sıkılıp alçısını Çin makasıyla kesen başka birini tanısam onu yapardım kahraman. Ama şimdilik tanımıyorum. Bir de Sardinya’dan kalkıp gelen kocasının yaşadığı travmayı düşünün ilk zamanlarda. Neyse ki o da aynı marka, aynı model çıktı da gül gibi geçinip gittiler. Maurizio’yu da hatırlar sevgili okuyucu. Geceleri laptopunda Sardinya radyosunu açıp yatan, -ki radyo belli bir saatten sonra haberlere bağlanıyor-,  bunu takip eden günlerde ortamda bir şey duyunca “ulan, ben bunu biliyorum, ama nereden?” diyen Sardo eniştemiz. (Hafızanın altı kirli çıkı gibidir).
      Hande’yle benim Sardinya’da belediye başkanı olan eski sevgilimin videosunu izledik. Hiç değişmemiş. Hala ceketinin içine ceketle aynı renkte yelek giyiyor.  Birden hatırlayıverdim neden kaçtığımı tam da o an. O da sol tendanslıdır. Şimdi Don Camillo’daki komunist belediye başkanı Peppone’nin ta kendisi oldu galiba. Sardinya belediyesine işiniz düşerse, haberim olsun J Hamili kart yakinimdir. (Bu arada hamil, hamal -ki doğrusu hammal-, hamile, hepsi Arapça “taşımak” fiilinden geliyor, özledim ben Arapça’yı, temmuz’da dönüyorum kursuma.) Onunla Sardinya-Korsika yolunda kavga edip ayrılmıştık. (Hem de ikinci defa başladıktan sonra) son on yıldır hayatımdan sildiğim insanları asla affetmemek gibi bir spor içindeyim. Geçen akşam, bu hafta hayatımdan kimleri sildiğimi saydığım Cafer’in şaşkın bakışlarına kuzenim Ozzy'nin verdiği cevap beni özetliyor: “O da bir şey mi be? Kuzenim ülkeye küstü büsbütün. Macaristan’a küstü geçen hafta, daha da gitmezzz”. Wallahi de doğru, öyle de bir küsme kapasitem var hani.
     Hande bana Dağlarca’nın Yazıları Seven Ayı kitabını almış. (Geçen gün YKY’de okuyup ağlamış, makyajı akmıştı hatırlarsanız. Kitapçı ona kolonya ve selpak vermişti.) Başucu kitabı onun. İçine bir baktım, amanin, ağır depresif. Daha ikinci sayfada annesi ölüyor ayının. Ossaat anladım neden bizim halk doğuştan psikopat oluyor. El âlemin çocukları Küçük Prens’le, sevgiyle, umutla büyüyor, biz de bunlarla işte. Haa, Diyet’e ne demeli? Anam daha çocukken bozuluyor bizim psikolojiler. Var mıdır dünyanın başka yerinde bacak kadar ilkokul çocuklarına kolunu kesip atan adamın hikâyesini anlatan? (Yeşil Şövalye de kafasını kesiyor gerçi, ama sanırım İngiliz müfredatı bunu bebelere okutmuyor.) Hah, al başına belayı sonra. Ben de diyorum bunca duygu sömürücüsü nereden bitiyor hayatımda mantar gibi? Ömer Abi, sen ne yaptın abim ya??
      Anlayamadım gitti bu Doğu toplumunu, bu arabesk psikolojiyi gitti. Anam, kim programladıysa beni Avrupa’yı net olarak çekiyor ruhum. Frekansım bu. Hatta doğu karışınca bende de ayarlar çöküyor. Someone should adjust my settingsss yeavrooom… Artık ağlak zırlak erkek sesi duymak istemiyorum etrafımda. En saygı duyduğum erkek tipinin içinde bile zavallı bir kene yaşıyor yahu… Anacım bunların ruhlarını, şereflerini, haysiyetlerini kemiriyor bu kene. Sonra dolaşıyorlar etrafta insanız diye. İnsan ben olayım. (İnsan Arapça “unutan” demek ya, öyle bir gönderme yaptım, dipnotunu da yuları çektim izninizle.) İspanyollar chantaje emocional der, duygu şantajı. Ayy, midem bulandı wallahi. İmdat, alooo, İtalya mı? Pronto?
    Hande’nin oğlu Massimo kakasını yapmayınca korkutmak için doktoru arıyorlarmış. Maurizio “Pronto medico?” (Alo doktor?”) deyince Massi de ıkınıp elinden geleni yapıyormuş korkudan. Türk eğitim sistemi anacım bu, bulaşıcı. İtalyan’a da bulaştı. Bu sabah sevgili Merve’nin (Kırımlılar) gönderdiği bir mesajla ofiste anlaşılmaz kahkahalar koparttım. Küçükken babası sallanan dişini iple çekmek için peşine düşermiş. Bir gün dişi iple kapıya bağlamış. Beklenmedik bir şey olmuş. Kapı çarpmış ve sadece diş çıkmakla kalmamış, kapı da kafasına kapanınca kafada yakışıklı bir şiş olmuş. Benim babam da iple çekerdi dişimi. Sonra kargalara atardık. Merve bunlardan bir kitap yapsın artık, bekliyoruz!
      Hande neden kahramanım? TC ve Akdeniz sınırlarında gördüğüm en kendisi gibi kız olduğu için. Hande çay içmez de, yapmaz da. Tedavülde olmayan bir çaydanlığı vardır evde, ama yerini bile bilmez. Mesela eve boyacı ekibi gelir. Çay isterler. Hande ne der? “Yapamam, kusura bakmayın. Hem siz çalışmaya geldiniz, ben zaten hamileyim, çay yaparsam ne olur? Ben çalışmış olurum. Oysaki çalışacak olan sizsiniz.” Sonra yumuşar ve: “Alın çaydanlık, kendiniz yapın çayınızı madem”, der. Ben de onlarda Lavazza d’Oro varken çay may istemem zaten.
      Piya’yı özledim. En sevdiği evcil hobisi Mete Amca (Hande’nin babası) ile buzdolabı izlemekti. Buzdolabını açıp günbatımı gibi izlerlerdi. Mete Amca da az komik değildir hani. En sevdiğim hikâyesi (ki muhtemelen bininci defa anlatıyorumdur) bir gün Mahmutpaşa’da giderken birisine yol sormasıyla başlar. Adamın koltukları altında iki koca karpuz vardır. Yere bırakır, kollarını havaya kaldırıp şöyle der: “Ne bileeeyiiim ben!” Mete Amca koskoca Atina’da bile kaybolmaz. Onu iki günde herkes tanımış. Hande Plaka’da babasını ararken bir garsona dilinden geldiğince anlatmış, bizim Yunan garson da onu gördüğünü şöyle ifade etmiştir: “Yes, one big man!”
     Gördüğünüz üzere yeni romana hazırım. Beş yıl önce yazmış olmam gereken romana başlıyorum bu yaz. Erkek kahramanım da Hronis. Yine bir günlüğüne de olsa Atina’dan kalkıp geldiği günlerden birinde Aslı’lara yemeğe gitmiştik. Güya Fransız olacak koca Thomas bize şöyle sormuştu? “Vatvucyulayktudrink? Kola, fanta, kefir, ayran?” Ben kefir denen şeyi Thomas’dan öğrendim. Ama akşam yemeğinde bir Fransız’ın soracağı soru mu bu anacım? Hronis’in gözleri yemekte şaşkınlıktan tavada yumurta gibi olmuştu. Maurizio da olaya arkadaki konsolü açıp misafirliğe geldiği yerde bir şarap çıkararak müdahale etmişti. Son karelerden birinde Hande ve Hronis beni çizgi filmlerdeki gibi belimdeki kemerle plaj çantası gibi taşıyorlardı.
      Mehmet Hoca heykel sergisi için Van kahvaltısı getirtmiş okula. Allahım, sana geliyorum. Çatlayana karda yumulduk murtağaya, kavuta. Her zamanki gibi yan yana gelince başladı bir eğlence. Fuayede herkes ciddi ciddi sergi geziyor, bizdeki sohbet sevgilisinin adını yazdırıp dövmesini sildirmek zorunda kalanlara kaydı. Aynı anda Mehmet Hoca’yla aynı espriyi yaptık: Ben listeyi sırtıma yazdırsaydım, tıp bile silemezdi. Kendisi ecnebi damat adaylarına kahve yaptırıp az teste tabii tutmamıştır. (Hronis gecenin yarısında kahve çektirmek için Şişli yollarına düşmüştür.) Türk kahvesi yapabilenler arasında seçiyoruz biz onları. Mehmet Hoca’nın ofisinde eskiden şöyle yazıyormuş:  Lütfen kurtarmayın! (Bundan sonra mottom). Komunizm parayı bulana, feminizm kocayı bulana kadar. Mehmet Hoca buna şöyle bir ekleme yapmış: Ateizm uçak sallanana kadar.
       Emrah beni çok güldürüyor. Sanki kendisi daha akıllıca bir dünyada yaşıyormuş gibi bana  “Özlem, sen hayal âleminde yaşıyorsun, Türkiye’de değil”, diyor. Anacım, hayal âleminde yaşar halimle etrafımdaki şerefsiz korkaklara bu kadar dayanabiliyorum. Ya bir de Törkiye’de yaşasa idim?
      Kaan Ökten yine enfes bir çeviri ile karşımızda. Lambda. Aristoteles Meydanı’nda okuyasım vardı bu kitabı, ama Girit, Sakız, Sisam ve Kos da uyar. Kitabın Yunanca satırlarına bir bakınca hemen yeni bir şey fark ettim kendimce. Ousia (ki var olan şey demek), bugün Yunanca’da sıfatlarımızdan isim yaptığımız bir ek. Çok hoş değil mi? Yani şöyle: seni gidi şirin şey… Bildiniz di mi? Ben gidiyorum haftaya. Oh, iki hafta Aristoteles’in memleketinde cirit atıyor olacağım. Havada çok pis aşk kokusu var anlayacağınız…
      Tüm korkaklara ve şerefsizlere Serdar’dan geliyor. (Aristo’dan sonra da olmadı, ama neyse): “Yüreğimdeki nefretin bile sana yok gidesi.”
      “Aşk juke-box gibi bir şey, Nosta. İçine atacak bozukluğun kalmadığında ses gelmez.”
  -Pronto,  dottore!