11 Temmuz 2012

BEN BUNU HAK ETMEDİM


    İki gündür buna gülüyorum. İşte Woody Allen mezar taşına aynen böyle yazılmasını istiyormuş: “I didn’t deserve this”. Bana da uyar wallahi. İşte yine, yeni, yeniden ben. Dağlar denizler aştım, tam benden artık kurtulmuş olduğunuza kanaat getirdiğiniz anda yekpare çıkıverdim karşınıza. Yepyeni bir ben’le karşınızdayım. İki haftadır Yunan ellerinde olmamdan mütevellit tam tamına 4 (yazı ile dört) kilo almışım, yepyeni halim bu yani. Ahtapotlarını, kalamarlarını, içi peynir üstü hamur kaplı pofuduk kabak çiçeği kızartmalarını, çeşit çeşit otlarını yedim yedim semirdim. Biraz kalkındırdım Yunan ekonomisini.
     Efenim CIEPO tabir edilen ve yaş ortalaması bazı yıllarda 260’ı bulabilen tarih kongresinde bu sene nüfus gençti. Ama bir tarih kongresi ne kadar eğlenceli olabilir siz hesap edin. Hele hele Girit’te ise, oturum dinlemek dinen caiz değildir. Bütün sevdiklerim oradaydı. Yusuf Hoca ve Özer Hoca ekibiyle ekonominin kalkınmasına gastronomik olarak yardım ettik. Bol keseden güldük hep birlikte. Slobodancığım gelmiş. Yine kendine bir bar bellemiş, kongreye oradan katıldı. Bir sabah kahvaltı sonrası kendimi Girit sokaklarına vereyim diye bırakmış dolaşıyordum, bir baktım Slobo, bara gidiyor. Sabah saatin 9.30’u. Hayatımın en erken birasını (Salamanca’da sabahın onunda kapanan dünyanın en uzun süre mesai yapan diskosu Garamono’dan çıktığım saatlerde içtiklerim hariç) içtim onunla sabahın kör saatinde. Bir tepsi de domuz eti söyledi kahvaltı niyetine, smoked birayla güne ayıldık. (Bu arada smoked beer muhteşemdi). Her yan yana geldiğimizde olduğu gibi yemek tarifi değiş tokuş ettik. Bir kadından bahsederken beni öldürdü (Bu arada Slobo’nun ana dilinin de Türkçe olmadığını unutmayalım) : “Kadın memelerini istiklal madalyası gibi gururla taşıyor”.
     Son gün toplu yemekte "zivania" denen bir boğma rakı içirdiler. Sanırsın zıvanadan çıkmak oradan geliyor. Hepimiz ölümüne sarhoş olduk. Limonlu bir bahçede içmeye devam ettik bir de utanmadan. Aramızda gecenin sonunu hatırlayan çıkmadı. Kahraman’a sordum, “Siz çıktınız, beni niye almadınız?” El-cevap: “Sen susturulamayacak bir şekilde arka arkaya şarkı söylüyordun da ondan. Kaderine terk ettik biz seni.” Oysa ben son hatırladığım sahnede Yanni’yle ağır Yunanca bir politik tartışmaya girmiştim. O da “bunları başka zaman konuşuruz” diyordu. Oh oldu ona. Sonra şarkı söyledi, gördü gününü. Kıbrıslı nazik bir hoca sağ olsun ayakta duramadığımı, yürümekte de ısrar ettiğimi görünce bana sabırla eşlik etmiş başıma bir şey gelmesin diye. Ona buradan selam, sonsuz teşekkür. Ben şanslıydım, çünkü “zıvanadan çıkamayanlar” olmuş. Ertesi gün havaalanında herkes elinde ilaçlarla bir köşede büzülmüştü. Pişmanım, bir daha olsa, bir daha yaparım!
     Vjeran bana Zagreb’den yıllardır peşinde olduğum bir eser getirdi. Dimitris de bana sürpriz yapıp 1. cildini bir türlü bulamadığımı bildiği bir kitabı arayıp tarayıp bulmuş, yanına da bir şarap katıp yollamış. Hastasıyım incelikli dostlarımın. Vasilis de Sakız’dan dönerken üç kutu tatlı yaptırıp feribota bizi uğurlamaya geldi. Arkadaşlarımın profillerine bakar mısınız? Bende böyle muhteşem dostlar varken kimsecikleri beğenemem tabii. Tepeden tırnağa zarafettir benim ecnebi dostlarım, eşsizdirler.
     Durun durun, kimsecikleri beğenemem deyince, bugün vuku bulanları anlatmazsam çatlarım. Biricik Türkoloğumuz Nebi Hocamız babam sayılır. Eşi Nihal Abla ile en büyük fantezileri beni artık birilerine kakalayıp mürüvvetimi görmek. Benim tanıdığım tek mürüvvet bekârlık, o başka. Sevgili okur hatırlayacaktır. 2000’li yılların ortalarında beni Nihal Abla’nın yeğeni Gökhan Sezen’le baş göz etme hayallerine bulamışlardı da evde annem gecenin saçma saatlerinde TRT’de tekrarlanan Gökhan’ın konserleri için beni uyandırıp gecelerce uykusuzluğa gark etmişti. Girit’de yan gelmiş yatıyorum, telefon çaldı. Nebi Hoca: “Özlem, kızım sana koca bulduk.” Amaniiin! “Buraya kadarmış” mı desem, “Alo, alooo, Nebi Hocam, tünele girdim, telefon çekmiyor” mu desem bilemedim wallahi. “Aday da şu anda yanımda” demez mi? Amaniin, çifte rezalet. Ne dedi acaba bizim adaya? Bizim bir kızımız var, bavulda yaşıyor, hiç eve girmiyor, çok güzel yemek yapar ama asla mutfağa girmez, temizlikten anladığı tozları daha az görünen yerlere sıvamaktır, elbiseleri üç ayda bir evden kaçan babası geldiğinde ütü yüzü görür, müze gibi bir evi var ki içinde bir şey kırıp dökmeden yürümek için en az 3 yıllık bale eğitimi gerekiyor, giymediği elbiseler ve ayakkabılardan evde kendisine yeri yok, masasının çekmeceleri son olarak hatırlamadığı bir tarihte toplanmış, balkonu da İsa’nın vaftiz edildiği suyla yıkanmış mı dedi acaba? “Tam sana göre”, dedi Nebi Hoca. Nilüfer Hoca benim mürüvveti benden fazla arzulayanlardan olduğu için hemen ciddiye aldı durumu. Ben bu esnada sandalyede oturmuş durumun komikliğine gülüyordum çaresiz. 3 kişilik bir abzürd drama içinde gibiydik. Nebi Hoca “çocuk uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, çok yakışıklı, ruhu düzgün, dürüst, adam gibi adam bir ressam” deyince hemen durumu ciddiye aldım. Bunun üzerine şöyle bir diyalog gelişti:
 “Nebi Hocam, siz bu çocuğu seviyor musunuz?”
“Hem de çok”
“O zaman, ne istiyorsunuz zavallıdan!”
     Nilüfer Hoca’nın odasından çıktığımda hala gülüyordum. Olur ya, programlarda çiftlere sorarlar, “nasıl tanıştınız?” niye. Alabildiğine romantik hikâyeler çıkar hani. Adam ressam, kadın yazar. Nasıl tanıştınız? “Görücü usulüyle”. Walla hayatımda bundan daha abzürd bir evlilik hikâyesi duymadım, pek hoşuma gitti hani. (Ama bence ressama sorsalar o “gömücü usülü tanıştık” diyebilir. Hayallerini diri diri mezara gömen Nebi Hoca’ya istinaden yani…) Ay, bayıldım kız ben bu hikâyeye.
     Yunan’a dönelim biz yine. Girit’ten döndüm, bavulu değiştirip eşantiyon olarak yanıma da kardeşimi aldım, ver elini Sakız adası. Oh, iki medeniyet gördük, neşemizi bulduk. Türban-proof, kıro-proof, püfür püfür denizin dibinde bir yer bulduk yerleştik. Adalılardan biri beni Yunan sanınca daha bir neşelendim. (Yunanca hocam Niça’ya ve 8 yıldır sabah derslerinde bana en az ortalama 11 bardak çay koyma sabrını gösteren eşi Antoş’a buradan eukaristw poli diyorum). Adanın otobüslerine binip binip köşe bucak gezdik. Otobüsteki yaş ortalaması ise en az 430, hepsi Hz. Süleyman’ın yaşıtı. Kaptan tüm ihtiyar heyetini tek tek evine -hatta salonuna- bırakıyordu. Biz de Merve’yle “oh be, bu da ölmeden inebildi” ya da “şoför abim, sen teyzeyi doğrudan nekropolde indir” gibi iğrenç espriler yapıyorduk üstünüze afiyet. Sakız ağaçlarını merak edince şoför otobüsü durdurup bizi ağaçların önünce indirdi, anlattı, sakıza dokundurdu. Seviyorum oğlum ben bu Helen halkını, canlarım benim. Keşke başka şartlarda tanışsaydık, keşke Atam’la Venizelos şöyle karşılıklı içip bizim için güzel planlar yapacak kadar yaşasaydılar.
     Arkeoloji müzesinde arkeolog-restoratör arkadaşım Vasilis bizi tek başımıza hayatta bulamayacağımız yerlere götürdü. Dolunayda yedik içtik. Son gün de Hotzas (Bildiğiniz Hoca) nam limon ağaçları arasında bir restorana götürdü. Sakız sosyetesi orada toplanıyormuş, o yüzden kendisi de o sıcakta uzun pantolon giydi. 20 yaşındayken bütün ada onu konuşuyormuş, “şimdi 40 yaşımdayım, kimse takıp dedikodu bile yapmıyor”, dedi. “Geçen sene sokağa işedim, kimse dönüp konuşmadı bile!” Vasilis bizi öldürdü gülmekten. Mide fesadından ve de Vasilis yüzünden ölmeden döndüm ya, artık hiçbir şey olmaz bana. Sakız’daki Nea Moni Manastırı dünyanın bilinen tek karışık manastırıymış. Rahibe ve keşiş kalmadığı için erkek ve kadın kısımlarını birleştirmişler. Çok yaşlı ve çirkin bir kadıncağızın yanı sıra iki de kendilerinden başka kimseye zararı olmayan keşiş varmış.
       İki gece boyunca bana öyle hikâyeler anlattı ki, geri dönerken kafamda yeni romanım hazırdı. En çarpıcı bulduğum manzara, anneannesinin kardeşinin savaşta açlıktan öldüğü, ama öldüğünde yüzünde son parasıyla aldığı pudra ve başında da şapkası olduğuydu. Gerçek müze (benimkinden değil) gibi bir evde yaşıyor, yüksek tavanlı, içi antika dolu. Kısa zamanda annesiyle söyleşmek ve birlikte yemek yapmak için Sakız’a gideceğim yine. O da bu hafta sonu tüm vergilerini ödeyen annesine kıyak çekmek için gümüşlerini parlatmaya gitti, bizi de adanın kuzeyindeki evlerine çağırdı ama ayıp olur diye gitmedik. Aklıma kardeşimin evimiz batınca eski sevgililerden birini “bir gün uğra bize, yok hiç kötü niyetim” şarkısıyla eve çağırıp içeri girer girmez eline Cif, çamaşır suyu, toz bezi tutuşturma projemiz geldi. Meğersem Vasilis’in niyeti de gümüş operasyonuna niteliksiz işçi bulmakmış. (Çok niteliksizim bu konuda, oğlum, bulaşık makinesine parlatıcı atılması gerektiğini bu işi yıllardır yapmadığımı fark eden kardeşimden geçen ay öğrendim. O derece yani!)
        Yine tavernaya gidemedik. Sonra en yakın Yunan arkadaşlarımın profillerini çıkardım tek tek: akademisyen, arkeolog, arkeolog-restoratör, belgesel yapımcısı, TV sunucusu, rahip, piyanist, tarihçi. “Ulan, Merve”, dedim kardeşime güneşlenirken. “Kendime bizle tavernaya gelecek kıro bir Yunan arkadaş edinmemin vakti geldi”. Olaydı şöyle hafif bıçkın bir Yunan dostum da masalara çıkıp göbek ataydım, yere inip sirtaki yapaydım. Nerde anacıımmm… Entel dantel. Kelepir kıro Yunan arkadaş aranıyor, haberiniz olsun.
     Yola çıkmadan önce Hande’yi aradım. Öldürdü beni yine. Aşk konusunda yaş ortalamamın pek yüksek olmasıyla yıllardır dalga geçtiği için konuya hâkim. Ama sanırım bu sefer hayatının esprisini yaptı. “Özlem, ara sıra gazetede vefat ilanlarını takip ediyor musun?”. Sonra da geyiği iyice ballandırdı. “Bak, sana ucuza mevlit çıkarmayı da öğreteyim. Tavuğu haşlarsın, suyunu ziyan etmez pilav yaparsın. Servisi kolay olsun için tavuğu pilava didersin. (Yes, I did) Sonra BİM’den kutu ayran alırsın.” Sanarsın on tane koca gömdü. Nilüfer Hoca da güzel patlattı espriyi mişli geçmiş zaman bir frankofon fosil abi için: “Adam dedi zaten, adım Bıdır, elimden gelen budur.”
     Ölümle başladım, ölümle bitireyim. Girit’te Kazancakis’siz olmaz tabii, dedik, açtık ana-babadan kalma sararmış yapraklı bir Kardeş Kavgası, hatmettik denizin kenarında. İşte aklıma kazınan satır: “Ölüm Tanrı sana dokunduğunda bıraktığı izdir!” Ürperen tüylerimi de alıp gidiyorum.