3 Ağustos 2012

TERMİNATÖR ABLA ya da ANNECİĞİM!

   
   Evvet... Gökhan Yavuz Demir arkadaşımızın hazırladığı Kızlar ve Anneleri kitabı için yazdığım bir yazıyı paylaşayım dedim. Taze bitti. Sevgili okur, bu okudukların aramızda kalsın ki benim de postumda şöyle fiyakalı bir delik olmasın. (ps. Fiyatta anlaşırız.)
   Her Türk evladı çocukluğunda şu cümleyi en düşük perdeden çok sık duymuştur: “Yap, yap, ama sakın babana sakın söyleme.” İşte ben ve kardeşim tıfıllığımız boyunca bu cümlenin hep şu versiyonunu duyduk “Yap, yap, ama sakın annene söyleme.” Annem evimizin iyi kalpli gestaposuydu. Sadece kendisinden değil, uzaktan adından bile korkardık. (Di’li geçmiş zaman ne gerek varsa!) Saçtığı korkunun etki alanı hayli genişti. Sadece ev ahalisi için değil yakın çevrem için de dolaylı olarak bir korku, bizim evde çektiklerimizden ötürü de arkadaşlarım arasında bir eğlence kaynağıydı.
        TC kadınların ezici çoğunluğu gibi annem de temizlik hastalığı adını verebileceğimiz, ama kendisinin asla kabul etmediği bir hastalıktan muzdaripti. Hayır, aslında o değil, biz muzdariptik. Çünkü annem temizlik ilminin kolektif şekilde yapılan dalında eğitilmişti. Daha doğrusu ev temizliği kolektif olarak nasıl yaptırılır konusunda aldığı üstün başarı madalyalarını ruhuna takmıştı. Bu da hafta sonu gelince -hatta o hafta şansımız yoksa daha hafta sonu bile gelemeden-  annemin bizi sıraya dizip (hepi topu üç kişiydik) elimize toz bezi, Cif, çamaşır suyu, cam parlatıcı, vesair temizlik malzemesi tutuşturup mıntıkalarımızı söylemesi ve bizi evin çeşitli noktalarında kutsal göreve göndermesi anlamına gelirdi. Yıllar yılı eve asla kadın getirilmedi. Çünkü annem bizi patolojik temizlik konusunda eğittiği için kimsecikleri eve sokamaz, kimseciklerin yaptığı temizliği beğenmezdi. Temizlik bitince evin olmayacak deliklerine parmağını sokar (sigorta kutusu, fırının arka kör noktası, buzdolabının girilemeyecek arası gibi) ve feryadı basardı: “Ayyyy, olduğu gibi duruyor burası! Ne biçim temizlediniz evi?”
      Bu evdeki temizlik seansları aramızda nihayete erdirilir ve bir sır gibi saklanır, dışarı gururla çıkılırdı. Ta ki eve gelip giden en yakın arkadaşlarımdan -ve de roman kahramanım (Hoşça kal Milano, Hoşça kal Aşkım ve Hola’nın Amanda’sı) Aslı bize geldiği günlerden birinde bunu keşfedene kadar. Aslı’yla bir kahve içelim demiştik. Arkadaşımın beni ziyarete gelmiş olması temizlik âleminde annem için engel teşkil edecek değildi ya! Hemen elime bezi ve Cam-sil’i tutuşturup beni mutfak dolaplarının tepesindeki camlara misyona yolladı. Bir sonraki karede ben merdivenin üzerine tırmanmış cam siliyordum, annem de Aslı’yla mutfaktaki geniş koltuklara kurulmuş kahvelerini höpürdetiyorlar ve sohbet ediyorlardı. Allahım, modern Külkedisi mi diyoruz biz buna? Tahmin edersiniz ki Aslı bu kareyi hiç unutmadı ve hayatta arkadaşlar arasında bir gıdım karizmam var idiyse de onu o mutfakta gömmek zorunda kaldım. Hala temizlik işlerinden nefret etmemin sebebi bu lekeli mazimdir. Hali hazırda temizlikten anladığım şey tozları az görünen bir yerlere sıvamaktır.
       Annem 65 yaşını tüm fiyakasıyla aştığı şu zamanlarda hala küçük bir çocuk gibidir. Üzerindekileri çıkar, çocuğa ver, sakil durmaz: Şort üzeri tişört ve kombinasyonun son parçası olarak da çapraz takılmış bir çanta. Ruhu da hala çocuk ruhudur. Hiçbir eğlenceyi kaçırmaz. Kızlar arasında şenlikli bir yere gidiliyorsa herkesten önce o hazırdır. Karaoke barda doğum günüm kutlanıyorsa herkesten fazla o şarkı söyler. Dünyanın diğer bir ucunda sempozyuma gideceksem “Ayy, ben de geleyim”, der. (Ve de gelir). Her eğlencede en ön sıradadır.
      Dünyada gezmedik yer, yüzülmedik deniz, girilmedik göl, tırmanılmadık dağ bırakmamıştır. Denize girdiğinde ufukta görülmeyen bir nokta halini alır. Babam bütün yazı deniz kenarında balıkçıların dönmesini bekleyen Portekizliler gibi sahilde telaşla bekleyerek geçirir. Bir de her gittiği yerde onu heyecanlandıran ne bulursa alma merakı vardır ki, bu bizi en çok şenlendiren şeydir. İran’dan tereyağı getirmişliği vardır. ‘99 depreminde Marmaris’te kaldıkları Merkez Bankası kampı depremzelere verilip de tatilleri yarım kalınca eve gelmemek için 1 hafta boyunca iki yarı deli kadın, iki de bahtsız küçük çocuktan ibaret kafileleriyle İç Ege’de gezip eve gelmişlikleri vardır. (Babam da bu esnada evde değil TRT’deki masasında uyumuştur.) Babam bir hafta sonunda eve avdet eden annemin arkasından arabayı saatlerce boşaltamayıp elinde son poşetlerle yukarı çıkıp da feryat edince (o arabadan Afyon sucuğu, İzmir üzümü, Buldan bezi, Uşak battaniyesi ve benzeri sayısız nesne, -hem de çifter çifter- çıkmıştır pek tabii) bacak kadar kardeşim babama durumu şöyle anlatmış ve tarihe geçmiştir: “Sadece Denizli’den horoz almadık baba!”. İşte annem böyler bir şey dir.
        “Bu enerjiyi nereden buluyorsun?” sorusuna günde en iyi ihtimalle iki defa maruz kalırım. Cevabım annemde ve babamda gizli. Tarifi mümkün olmayan bir enerji var bizim ailede. (Fazlasını ihraç etmeyi düşünüyoruz.) Annem 3. üniversite eğitimini 55 yaşında yaptı ve konservatuara girdi. “Yarı zamanlı” olarak geçen bu bölüm nasıl yarı zamanlı idi bilinmez, çünkü cumartesi günleri bile ders vardı. Biz de bu sebepten her cumartesi kargalarla birlikte kahvaltı ederdik. Babamın annemin konservatuarda olduğu saatlerde evde fırtınalar esmediğini görünce şu vecizesini söyleyivermesi hiç unutulmadı: “İffet, bu konservatuarın 7 gün 24 saat olanı yok mu?”
      Pek de güzel yemek yapar hani bizim Fifi. Fazla kilolarımızdan o suçludur. Mutfağa da kimsecikleri sokmaz. Babamın da mutfakta gizli bir yetenek olduğunu yıllar sonra anladım. Oysaki bizim evde babama mutfakta yeteneğini gösterme şansı hiç verilmedi. Bana verildiği zamanlarda da seans şöyle bitti: “Ayyy, her tarafı un yapmışsın! Çabuk temizle şu mutfağı!”. Ben de tezgâha dökülen bir gram unun diyetini mutfağı silmekle ödediğim günden beri jübile halindeyim.
      O cadaloz kabuğun içinde pamuk kalpli bir kadın vardır. Evde bir parti varsa ve komşu kadınlardan birinin çocuğuna bir dilimcik bilr pasta kalmadıysa (oysa o çocuk en az bin çeşit yemiştir bizim evde o esnada) ertesi gün aynı pastadan yapıp bütün halinde çocuğa götürür. (Ben istesem yapmaz, o başka). Elalemin çocuğuna pasta, bize kurufasulye. Sevmiyorum ya, ondan.
       Ha, isim mi? Onu da çok sevdiğim bir dostum olan Mehmet Hoca (Çelik) taktı kendisine. Bir akşam annemle beni yemeğe çağırma gafletinde bulunmuştu. O gün çıkıverdi.  “Terminatör”, bitirici demek aslında. “Terminar”dan (bitirmek) geliyor. İşte size annemin neden bu sıfata tüm hak ve meritleriyle layık olduğuna dair küçük bir anekdot. Bahçeşehir’de yeni bir eve taşınmış, mutfak için bir masa ve kalpli sandalyeler almıştım. Sırılsıklam salak olan mobilyacı sandalyeleri yanlış renk göndermiş. Bir sonrakinde daha da kendilerine yakışır bir salaklıkla her birini farklı renklerde yollamışlar. Üçüncü seferde ne çeşit bir akılsızlık yaptıklarını hatırlamıyorum (Tüm gerzeklik permütasyonlarını iki ayda bitirmişlerdi çünkü) adamlarla kavga ettim. Demedik laf koymadım. Sandalyelerden ses yok. Son an bir pırıltı belirdi kafamda. Kesin çözüme başvurdum ve annemi arayıp durumu söyledim. Allah inandırsın yarım saat içinde doğru renk, desen ve boyuttaki sandalyeler geldi. Gele gide yüz göz olmak zorunda kaldığım adam da tek kelime etmeden ve her zamanki gibi komiklik yapmadan sandalyeleri koyup ağzını bıçak açmamış halde gidiyordu ki, meraktan çatlamış bir halde sordum. “Ne oldu?”. El cevap: “Abla çok ağır konuştu!”
     Velhasıl severiz biz Fifi’yi. Hem de çok!