1 Nisan 2013

ESKİ SEVGİLİNİZDEN ROMAN YAPILIR

   Ancak benim başıma gelebilecek şeyler vardır, benim başıma gelmeye devam ediyor.

1-          Birkaç saat önce, Şişhane metrosunda: Kargo’nun eski solisti Deniz’i yıllar sonra görmenin verdiği sevinci yaşıyorum. Onlar da stüdyodan dönüyorlar. Birlikte magmadan bir önceki durak olan Şişhane metrosunun en derin yerindeyiz. Kikirdiyoruz hep birlikte. 3 Nisan geliyor. Doğum günüm. Meral “Edebiyat ve müzik dünyasından sana sürpriz doğum günü partisi yaparlar bu yıl” diyor. Ben de “Ayy, nerde anacım. Hayatta bana sürpriz doğum günü yapan tek bir kişi oldu, o da eski sevgilim” diyorum. “Kim?” diyor Meral. Arkadan bir ses “Özzzlem!” Eneee, Serkan! “İşte bu diyorum”. Serkan ölümlüsü, ölümlüler arasında bir ölümsüz. Öyle toplu taşımaya filan da gelmez haspam. Neye şaşıracağıma şaşırdım, sonra da metrodakiler çıkardığımız sevinç nidalarına şaşırdı. Durduk yere şenlendirdik mekânı. Yaşanacak mekanlar yaratmaya devam.

2-          Ebru beni bir arkadaşıyla tanıştırdı. Akaretler Corvus’ta içtik, güldük beraber. (Sanmayın ki Doğan Kitap öyle her yazarını yakışıklılarla tanıştırma gibi ekstra bir hizmet veriyor. Bana özel.) Delikanlımız psikolog. (Hah, durdur Uğurcum. Şimdi anladım neden Ebru beni tanıştırdı çocukla. Çaktırmadan tedavi ettirecek beni bence.) Bu komik yemeği bizim çatlak Deniz’e söyledim. O da “Aaa, tanıyorum ben o çocuğu. Benim bankadan müşterim o!” demez mi! (Olayı test ettik, doğru çıktı. 13 yıl önceki müşterisini tanıyan bir arkadaşım var benim ama! Korkuyorum haliyle.) 17 milyon değil miyiz biz ya? Bunun benim başıma gelmesi yüzde kaç olasılık hesabı içimde yeavroom?

3-          Corvus’tayız. Kahkaha dolu bir yemek geçiyor. Benim falcının bahsettiği koç burcunun psikolog delikanlımız olma ihtimalini ölçüyor Ebru. Ben orada bir iksir içip yok olmak istiyorum. Çünkü şöyle bir an yaşanıyor, hem de olanca ciddiyetiyle: Yakışıklımız yengeç burcu çıkınca Ebru delikanlının yükselenini bulmaya çalışıyor. O da tutmayınca Ebru’dan son çırpınışlar (glu, glu.) “Ay, bakiiim o yıl yaz saati uygulaması ne zaman yapıldı”. (Gayet ciddi ve azimli o anda!) Bendeniz tam bu esnada masanın altında, koordinatları bilinmeyen bir noktada gülmekten ölüme yaklaşıyordum üzerinize afiyet. İnsanın bana katlanması için ya psikolog olması lazım, ya da psikopat bence zaten! Ebru da bunu hesaplamış.


      Kargo’nun eski solisti Deniz’i bilmeyen yoktur herhalde. Deniz Kızı adıyla bilinir. Yıllar yılı Hayal Kahvesi’nde grubuyla, Deniz Kızı adıyla çıktı. Tünel’de yeni grup üyeleriyle kocaman bir masaya yayıldık şenleniyoruz. (Oktay sağ olsun.) Bir gün Cem Ceminay radyoda “şimdi de Deniz Kızları” diye anons etmiş gençleri. (Deniz hariç hepsi erkek bittabi) bunun üzerine eski radyo gafları anıları canlandı. “Alice Cooper dağılmış” en sevdiklerimdendir. Sürekli bir davulcu sorunu yaşandığı için grubun son komplo teorisi: “Grubun altında yatır var!” Özlemişim kız , grup muhabbetlerini, masaya oturursun, biranı içersin. Her biri ayrı cafcaflı kişilikler konuşur. Valla şunu bilir şunu söylerim, Törkiye’min yazarı çizeri sıkıcıdır, ama müzisyenleri tadından yenmez. Gülmeyi ve güldürmeyi en kalitesinden becerirler.
      Akıl sır ermez hızda bir hafta yaşadım. Bir güne on gün sığdırdım, Yunanca dersinde ayakta uyudum, bir elin parmakları kadar bile uyuyamadım bütün hafta. Farsça’ya başladım. Başım döndü güzelliğinden. Talat Hoca’mızın annesi pek güzel dermiş: “Farisî bilmezsen gider ilmin yarısı, bilir isen gider dinin yarısı”.
       Hayatımda tanıdığım en renkli kadınla tanıştım bu hafta: Sula Bozis. Kitaplarından tanıdığım bu dünya tatlısı hatun kişiyle öğle yemeği yedik. Benim derste gösterdiğim “Bir Tutam Baharat” filminde bir sahne vardır. Eve bir düdüklü tencere gelir. Pişirme operasyonu esnasında garip sesler gelmeye başlayınca evin babası agresif ama tatlı Savas elinde havluyla tencereye yapışır. Sonra bir karanlık ve patlama sesi. Bir sonraki sahnede o ana kadar hep Yunanca konuşan Savas yüzünden sarkan ayşekadın fasülyelerle pek tatlı bir Türkçeyle şöyle der:  “S..ktuğumun duduklusu!” İşte bu enfes sahne aslında Sula Bozis’in hayatından bir kesitten canlandırma. Son kitabı “İstanbul Rumlarından Yemek Tarifleri” kitabını imzalattım. Hayatı pagan kültürü üzerinden anlatmasına hayran oldum. En kısa zamanda bizde yemekte toplanacağız. Anlatacağı çok hikâye varmış. Ölürüm ben heyecandan.
      Ay, hepimize hayırlı olsun dostlar, yeni romana başladım.  Tatlı bir aşk polisiyesi. Olay mutfakta geçiyor. Nasıl heyecanlıyım, nasıl heyecanlıyım anlatamam. Yıllardır asla aslı gibi yazmayı başaramayacağımı düşündüğüm bir aşk hikâyesini de ölümsüzleştirmiş olacağım bu sayede. (Eski aşklarınızdan roman yapılır.) Gerçek büyüsünde anlatmakta zorlanmazsam tabii. Ancak ve ancak benim başıma gelen bir hikâye yine. Okur bilir.  Chronis P. bir televizyon programında beni izler ve karşısındaki hayale âşık olur, gece rüyasında benimle evlendiğini görür. Sabahın köründe Yunanca hocamın evine gider, onu da alır okula getirir. Kargalar açken kapının önünde bulurum onları. Sonra yeni yapacağı programa Yunanca, İspanyolca, İtalyanca konuşan sunucu bulma bahanesiyle bana gelirler. Konuşup anlaşırız, ben bu numarayı yerim. Sonra bir hediye yağmuru. Derken, sahte programdan bir daha bahsedilmez.
       Bir gün beni İstanbul’daki evinde muhteşem bir yemeğe davet eder. Akıl almaz bir masa, evin içine girmiş Haliç manzarası, camın kenarında bir ahşap masa. Evi terk edip giden Rumlar eşyalarını da bırakmışlar. Onların çatalları, bıçakları. Aynaroz’da keşişlerin yaptığı şarabın en âlâsını getirmiş. Masanın üzerine bir lap-top yerleştirmiş, tüm Yunan adalarında çektiği düğün belgesellerinden en eğlencelisini koymuş. Nisiros’ta düğün, bütün köyün sokakları masalarla donatılmış, ay ışığı ve sayısız mum. Herkes dans ediyor. Gördüğüm en akıl uçuran ve eğlenceli belgesel. Diğer bir taraftan bana bir albüm veriyor sarı fotoğraflarla dolu. Onu da ev sahipleri bırakıp gitmiş. Birkaç sayfa çeviriyorum ve bir fotoğraf çıkıyor karşıma. Atatürk’ün ev sahipleriyle masada çekilmiş bir resmi. Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Sonra başka bir resmi daha. Atatürk’ün hiçbir yerde olmayan resimleri. “Bu senin çeyizin olacak” diyor. Yunancamdan şüpheleniyorum, ama “prika”nın çeyizden başka anlamı yok. (Olsa ben bilirim J) Ne demek istediğini az sonra anlıyorum J Niyet baştan bozukmuş.
      Geniş zamanla anlatınca bana bile uzak geldi hikâye. Uydurmaya kalksam, romantizm katsayım yetmez. (Romantizm konusunda ayıların ormanda büyüttüğü bir çocuğum ben). Binlerce kilometre yol, dağ evleri, şehirler, Makedonya Otel’in tepesindeki suitin yerlere kadar inen camlarıyla, Selanik önünden gemiler geçerken çocuklar gibi yatağın üzerinde Natasha Atlas dinleyerek zıplayan iki yarım akıllıydık biz. Ciple nehir geçen, köprüler aşan, göllerde duran, dağlarda mahsur kalan akılsızlarıydık. İstanbul’un bütün sırlarını Chronis’ten öğrendim. Osmanlı’nın haraç almak için giremediği, adını da bu yüzden Agrafa (Unregistered) olarak alan vahşi doğadaki yollardan tek teker havada gittik günlerce. Noeller kutladık, pazarlar gezdik, acılar çektik. Beni iki saat görmek için Atina’dan Selanik’e arabayla gelmişliği, kitap kokteylim için ise Atina’dan İstanbul’a birkaç saatliğine uçmuşluğu vardır. Nehir kıyısında, Allah’ın unuttuğu, yolu izi olmayan bir köyde bir restoranı kapatıp Balkan müzisyenleriyle doldurmuş ve olaya tesadüf süsü vermiştir. Yapılacak balığı bile iki gün önceden ısmarlamıştır. Bunu aşabilen bir hediye almadım hayatta. Öyle bir aşktı ki bu, Tanrı bile müdahale etmek zorunda kalıyordu. Bir kere Bulgaristan’a kayağa gidiyordu, ben gidemediğim için çok dertlenmiştim. (Ne yalan söyliim, “inşallah gidemez” demiştim.) Lastikleri patlamıştı yolda, tamirci bulamamış bütün günü mahvolmuş, yapılınca da ancak geri dönecek vakti kalmıştı. (Allah erkekleri gazabımdan korusun.) Beş yıldır bu aşk hikâyesini anlatmak için bekliyordum.
   
       Nea Malgara'nın terk edilmiş kıyısında o restoranda.


Belgeselini yaptığı amcayı yeniden ziyaret. Agrafa'nın vahşi tepeleri, toplam 10 hane.

 Karpenisi Dağları'na yolculuk, dağ evi için alışveriş. Heryerde şımarmakta bir beis yok.


     Tam şu anda ballı bir an geldi gözümün önüne. İstanbul kar altında. Yollar buz. Ben İngiliz Konsolosluğu önünden Chronis’i alacağım, arabada bekliyorum. Göz gözü görmüyor kardan.  Karşıdan kardan adam gibi biri geliyor, yanaklar kıpkırmızı olmuş gülmekten. Yerle yeksan olmuş, metrelerce kaymış ve son olarak da onu pek beğenen bıyıklı bir adam yerden kaldırmak için heyecanla yanına yaklaşmış. O da yılların çevikliğiyle toparlanıp caddeye atmış kendini. Dizleri parçalanmış, elleri kanamış, hala gülüyor. “Ne dedi adam sana da böyle gülüyorsun?” dedim. Ne demiş biliyor musunuz? “Ah caniiim, vah yavriiim”.
      Psikopat gibi eski sevgililerini takip edenleri hiç anlamamışımdır. (Hâlâ arkadaşsan o başka). Bitince arkanı döner gidersin, öteki dünya diye bir yer varsa maazallah orada bile görmek istemezsin, di mi anacım? Arkadaşlar bana hep şaşmıştır, çipimi çeviririm ve o saat biter. Önümdeki maçlara bakarım. Sanırım ne yapıyor diye tek merak ettiğim adam Chronis hayatta. O da ilmi sebeplerden yani. Tuhaf çalışan bir kafası vardır, kimseye benzemez. Ondan dünyayı öğrendim. Hâlâ onun tarifiyle mantar yapıyorum. Salata yapmayı ondan öğrendim. Yunan iç savaşını, dağlarda nokta nokta gezerek ondan dinledim. İstanbul’da surların arkasındaki dünyada neler olduğunu da onun belgesellerinden gördüm. Annemle İskenderiye’de Kavafis müzesinin kapalı olduğu güne denk gelmiştim, uzaktan mucize yaratmış telefonla açtırmıştı. (Anahtarı arkadaşındaymış. Hey yavrum, ahtapotum benim.) Girdiği en ciddi ortamlarda bile deli olduğunu çaktırmadan edemezdi. İlk defa yemeğe geldiği bir evde beni pantalonumun kemeriyle çanta gibi taşımışlığı vardır Hande’yle. Nilüfer Hoca’nın (Narlı) ilk defa girdiği evinde mutfağa girip kahveleri yapmaya yeltenmiş, üşenmeyip kuruyemişçiden kahve çektirip gelmiştir. Hayatın tadını en derinden yakalayan, hayata nereden baktığını bencileyin bir delinin bile anlamadığı, tek nüshası olan bir adamdı Chronis. Dedelerimin geldiği Serez’in köyünü bulup, oradan babama kasayla şarap getiren adama ne demeli? Doğal olarak haleflerinin işi zor değil, imkânsız oldu.
      Umberto Eco’yu göreceğiz Çarşamba günü. Bu da bana doğum günü hediyesi olsun. Seneye kırkım çıkacak, otuzun son yılı da bana ve sevdiğim milletlere hayırlı olsun. Oh, tanzz, tanz... Hunimi de alıp gidiiim siz kovmadan.