3 Eylül 2013

PAZARTESİ HAK YİYEN, CUMA HACK YER…

Daha eve uğramadım desem? İki ay Hırvatistan, Yunanistan, güney, aile evi, kuzen derken evi götürüp götüremediklerine bakamadım bile. Yaban ellerden blog’a yazı yüklemeye çalıştıkça blog direndi. Bana mailler gönderdi. “Bilmem ne tarihinde Zadar’dan biri blog hesabınıza girilmeye çalışmıştır”, gibi. Ulan salak, benim o, bi izin versen neler yazacaktım sayfama! Velhasıl, iki buçuk ay önce sisin için karaladığım satırlarla başlayayım. Benden haber alamıyorsanız her şey gereğinden fazla yolunda demektir. Hırvat ellerine geldim, her gün sosyal içerik halindeyim. Ne çeşit bir bukalemunsam hemen ortamla bir oluveriyor; çay, simit ve beyaz peynir özlemiyorum. Sıvı gibiyim, içinde bulunduğum şehrin şeklini alıyorum galiba. Hırvatistan’ı pek severdim, şimdi müptelasıyım. Hırvatçayı da kısmen kaptım sayılır, arkadaşlarıma Hırvatça mail yazacak düzeye geldim üç haftada. Kursu da birincilikle bitirdim. Kıl olurdum 100 alan öğrenciye, işi gücü yok oturmuş, ineklemiş sanırdım. Bir de kendime halime baktım, 3 haftadır Allah’ın her günü sosyal iç-erik halindeyim, günde 3-4 arkadaşımla buluştuğum oluyor, sosyalleşmekten telef haldeyim daha yeni geldiğim memlekette. Şu halde sınıfın ineği oldum. Fiziksel olarak mümkünmüş. Ancak beni bulacak olaylar beni bulmaya devam ediyor. İlk akşam ara sokaklardan birinde Vjeran’la demlenirken önümüzden ihtiyar bir amca geçti. Hayli uzaklaştıktan sonra Vjerancığım “Matvejević geçti”, dedi. Delirmiş bir şekilde ayağa kalkıp koşup onu yakalamam bir oldu. (Onu yakalamamı 80 yaşında olmasına borçluyum, fazla uzaklaşamamıştı.) Dikkatli okur hatırlar, Matvejević yeni idolüm, Hırvatların Eco’su, bencileyin ise Eco’dan daha başarılı. Öteki Venedik, Ekmeğimiz… YKY’den, bulun, okuyun, aklınız şaşsın insan evladının seviyesine. Haydi ben şaşırdım, normal değil tabii, sen karanlıkta ara sokakta dur, yanından en sevdiğin yazar geçsin. Bir de adam tarafından bakın, daha komik. Akşam akşam tavşan gibi koşan bir kız gelip “Ben sizin hayranınızım” diyor. Üstelik Türk. En kısa zamanda röportaja gideceğim, sözleştik. “Birkaç İyi Adam” diye bir röportaj kitabı mı çıkartsam diye düşünmüyor değilim. Shantel, Massimo Montanari ve daha ne güzel röportajlar var elimde cillop gibi … Beşiktaş’ımın yeni teknik direktörü Hırvat: Bilić. Ben geldim, o gitti. Aynı gün içinde açılan demografik kontenjanı doldurdum. Amcam harika! Gitar çalıyor, okuyor, Rock adamı. Üstelik Vjeran’ın yazın gittikleri deniz kenarı köyündenmiş. Yaz boyunca halkla birlikte yaşıyor, kalabalıklara karışıyormuş. 10 puan diyorum. Teknik direktör dediğin böyle olur, di mi canım? What can I do sometimes?  Rönesans yaşayan tek Balkan ülkesi Hırvatistan. Tarihinde hem Rönesans, hem sosyalizm olması da kültür seviyesini yükseltiyor bittabii. Sabahın köründe bir kadın elinde notalarla geçti önümden. Sokaklar halk dansları gruplarıyla dolu. Viyolonsel, kontrbas adamların folk çalgısı, o derece! Fakir, zengin herkes şık. Paspal insan yok sokakta. Nedir bu tomayla ayrılamamaklığımız. Tomislav nam kahraman Hırvat krala kısaca Toma demeyelerdi iyiydi. Tomislav iyi ya, zifiri karanlık bir Hırvat birası. Adamlar krallarının adını biraya vermiş, bizde 22.00’de bize ayrılan alkol satışının sonu geliyor. Reva değil. Piratska Stranka nam bir hacker partisi var burada. %5 seçim barajına kıl payı takılmışlar. Hacker partisi. Hökömet bence artık sandıkta şikeye cesaret edemez. Redhack’i seçim zamanı hayal edin… Güzel hayal değil mi? Geçenlerde en pırıltılı kahramanımla buluştum. Unamuno okuyanlar bilir. La Niebla (Sis)’teki gibi: Yazarla kahraman karşı karşıya gelir. (Bu arada Unamuno’nun Salamanca rektörü olması da ne tatlıdır. Kapa parantez.) İnsan kahraman yaratır da sonra onu nasıl bulur, değil mi? Ancak benim başıma gelebilecekler familyasından. Sultan’ın Mutfağı’nda bir Ragusalı elçi vardır: Lovro Kukulyević. Başak sarısı saçları, zümrüt yeşili gözleri ile 1574 yılında Dersaadet’e gönderilir. Kadın, erkek, yaşlı geç, tün Konstantiniyye âşık olur ona. Hayat durur. Körlerin gözleri açılır. Sağırlar onun sesiyle dünyayı duymaya başlalar. Akıllarda taşan bir güzelliğe sahiptir. Lovro ontolojik realitesi olan bir kahramanımız. Onu 2008’de Dubrovnik’te Marin Dryic sempozyumunda tanımış ve kahraman yapmıştım. Bir Hırvat lokantasında tıkınıp simsiyah biranın bahrinde boğulduk. Yıllar sonra aynı sendromdan yakınan birini tanıdım: hayatta her şeyi bitirmiş olduğunu sanma, peşinden gidecek hayal bulamama sendromu. Bir çeşit Midlife Crises sendromunun Faith No More’cası… Bana hayatta tek yapmadığım şeyin bana iyi geleceğini söyledi, ruhuma tezat olsun diye: evlenmemi. Bu vesileyle direnişte tanışıp Gezi’de evlenen çifte sonsuz mutluluk diliyorum. Şeref peşlerinden gitsin. Başka bir gün de üç Hırvat tarihçi beni Lovro’nun “babaannem olsa geleceği restoran” dediği, Çifte Kumrular nam enfes bir yere götürdü. Memleketin en çok okuyan insan listesinde kesinlikle ilk 10’dayımdır, buna rağmen çok gezenin daha çok bildiğinden eminim. Üç haftadır bir masal dünyasındayım, öğrendiklerim başımda ağırlık yapıyor. Hırvatların bağımsızlık kahramanı Ban Jelačić’in heykelinin eskiden Macarlardan kurtulma şerefine Macaristan’a, kuzeye baktığını söylediler. Araları düzelince çevirmişler. Kanuni’nin Szigetvar kuşatması sırasında kendini tehlikeye atmadan önce altınlarını vücuduna giyen Zrinski bugün eğlenceli bir deyime özne olmuş: Zirinski’yi yapmak, yani hesabı ödemeden kaçmak. Geceyi kahkahalar arasında kapatırken Montenegroluların küfürlerinden örnekler verdiler, bir an düşüp bayılacağım sandım. Ben de küfür etmeyi biliriz sanıyordum. Tahmin ve takdir edersiniz ki hiçbirini yazabilecek durumda değilim. 90 yaşındaki Ercüment Hocam olsaydı yine bu kadar küfrü nereden öğrendiğime şaşırıp “Kızım, sen kimlerle geziyorsun?” derdi. Vjeran’la, Lovro’ya  Roman kahramanlarıyla dünyanın öteki ucuna buluşan başka deliler vardır inşallah. Netekim bir haftasonu da trene atlayıp Hola’nın kahramanlarından, 15 yıldır görmediğim ballı dostum Mirjana’ya gittim Maribor’a. Maribor festivalinin son günüydü, küçücük şehirde binlerce insan sokaktaydı! Kendisi gibi dünya tatlısı bir çocukla evlenmiş, gülmekten öldürdüler beni. Düşünün, sabahın köründe gelmişim, yeni tanıştık kocayla. İlk cümlesi şu oldu: “Slovence Wikipedia’ya bakarsan Balkanlar Hırvatistan’da başlar, Hırvatça sayfaya bakarsan Sırbistan’da başlar.” Avrupa’nın en büyük mağarasını gezdik. Gezdik diyorsam, trenle gezdik! O kadar büyük ki içinde ray sistemi var! Ortaçağ şatolarını dolaştık şehir şehir, çatlayana kadar yedik içtik, aile ziyaretleri yaptık, yemyeşil bahçeler içinde oturan ev ahalisiyle dilim döndüğünce sohbet ettim Hırvatça. Fraklı kılıçların nasıl tutulduğunu öğrendik şatolarda. Sabah savaş alanında sağ kalanları öldürmek için kullanılan gürzümsü “morning star”la tanıştık. Slovenlerin hastasıyım. Bu iki milyonluk rüya ülkesinde insanlar senede bir gün toplanıp ülkeyi temizliyormuş. Sadece sokaklar değil, dereler, tepeler, ovalar… Nehirlere dalıp neir yataklarını temizleyen bir halk gördünüz mü hiç? (“Ne çıkıyormuş nehirden?” derseniz, motosiklet parçaları!) Nehir de Drava yani, kelli felli nehir! Aralık ayında Maribor’da da direniş varmış. Medeni ülke tabii, başarıya ulaşmış ve belediye başkanı çekilmiş görevden. Biber gazı, karanfil, polis şiddeti, ne ararsan var Maribor eylemlerinde. Videolar izledim, memleket özlemim gitti: barikat, gaz, saldırgan polis. Karanfillerle gittikleri gün polisin gönlünü almış ve şiddet bitmiş. Bizde hücresel olarak namümkün böyle bir başarı. Biz karanfil tarlası döktük, karşılığında ağırlığınca plastik mermi aldık. Yaw, tanrım biz nerede yanlış yaptık diyeceğim, ama düşündüm de yoksa sen mi bi yerde yanlışlık yaptın? Picasso sergisine gittik, yıldızlar altında caz konserlerine gittik, müze müze dolaştık. Tiflološki Muzej’i gördüm sonunda. Prag’la birlikte dünyada sadece iki tane var: Körlük Müzesi. Karanlık bir odaya girip nesnelere dokunuyorsun, duvardaki kokuları ayırt etmeye çalışıyorsun, her pencereyi açtığında gelen farklı sesleri algılamaya çalışıyorsun. Ayrıca görme engelli heykeltıraşların eserleri var. Hüzünlü bir müze. Zagreb’e yolu düşen mutlaka uğrasın. Vjeran bir kaza geçirdikten sonra sadece ana dili olmayan Macarcayı konuşmaya başlayan bir hocadan bahsetti. Duyduğum en abzürd hikâye. “Geç gelen Gençlik” diye bir film vardı, Serkan seyrettirdiydi. Kurgu olmadığını gösterdi. Zagreb’de 1 Mayıs’ta tüm sendikalar toplanıp kuru fasulye yiyormuş. Ne hoş, bizde fasulye yerine biber gazı ve cop yeniyor. Medeniyet parayla değil ya. Bu arada sendika kelimesi ne tatlı, yazarken yeniden hatırladım: sin-dikio, birlikte-hak, birlikte hak aramak bâbında… Hacı bu Slav dillerini pek bir beğendim. Türk mitolojisi gibi tabiatın içinde bir dil. Haziran Lipanj misket limonu çiçeklerinden alıyor adını. Kuruş da “lipa”. Sırpanj, yani Temmuz ise “srp” oraktan geliyor. Hasattan yani. Ožujak (Mart) en sevdiğim: içinde eski dilde yalan söylemek gizli: Mart hep yalan söyler ya… Güvenilmez, kazma kürek yaktırır. Para birimleri kuna ise sansar demek. Eskiden vergiler bu hayvancığın postuyla ödendiği için. Kelimelerin içinde gizli olan hayat olmasa ne yapardım… Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar. Şehr-i Zagreb’de herkes okula bisikletle gidiyor. İnsan enerjisiyle çalışıyor bu şehir. Bisikletin yanı roller skates, roller-blade ve son olarak geçen gün sabahın köründe gördüğüm monosiklet. Çocuk okula gelip tekerini kolunun altına alıp derse girdi anacım. Bana sorarsan budur. Medeniyet dediğin eker sayısının azlığıyla ölçülür. Bizim memlekette öğrenciler araba yarıştırıyor, burada öğrenci âlemi okula ne kadar az tekerle gelebilirim derdinde. Hırvat topraklarına gelirken Redhack’le uğurlandım diyebilirim. Sabahın körü, kargalar lokumu yemeden aile eşrafıyla havaalanına geliyoruz. Giderayak bir bakayım dedim twitter âlemlerine, bir de ne göreyim Redhack coşmuş, erken kalkan ahaliye eğlence çıkarmış. “Hep beraber özel idareye girelim mi?” demiş. Borcuna bakıp çıkanlar, anneannesini faturasını silenler, siteye direnişin şehitlerinin adlarını yazanlar… Sabah sabah eylem yapmış zekâ enflasyonlu delikanlılar. Buraya gelmeden önceki Pazar günü gülmekten ölmenin sınırlarında dolaştık malumunuz. Redhack-Gökçek düellosu son zamanların en izlenesi vakasıydı. Başganın Selin Giritli’ye açıkça saldırıp kin dolu bir tag’i TT yapma çabası akıllara ziyandı. Hele twitter’da attığı “Haydi, Türkiyem, 8. sıradayız, haydi!” derken ve her sırada üşenmeden coşarak ilkokul çocuğu heyecanıyla “haydi Türkiyem, 4. sıraya çıkmışız”a kadar gelmesi, Selin’in Redhack’ten yardım dilemesi ve paralel âlemde Redhack’in açtığı #provokatörmelihgökçek tag’inin 10 dakika içinde 1. sıraya çıkması, “Haydi, 3. sıraya az kaldı”, derken Redhack’ten başgana cevap gelmesi takdire şayandı: “1. sıraya bir bakarsan başgan!” Redhack’in başgana yönelik şu datlu cümleleri yüzünden gülmekten öleyazdım. Twitter fakiri anneme Gökçek’in durumunu anlatmakta zorlandım. “Başkası yazıyordur o kadar tweeti’, 5 dakikada bir tweet atamaz belediye başkanı”, dedi. “Yok anne”, dedim, “bence belediyeye başkası bakıyor. Adamın asli işi twitter!” . Hırvatça’da Yunanca’da olduğu gibi vokatif (seslenme hali) var. Dilin ölmek üzere olan hallerinden biri, çok az kullanılıyor. Bana sorarsan vokatifin kralı Redhack. Başgana “liselim”, “annem” seslenişleri de vokatifin gördüğü zirve. Bir erkekte 2 M olmalı derdi Boğaziçi’nden bir hocam: Mizah ve merhamet. Bu delikanlılarda ikisi de var. Halk TV’deki canlı bağlantıdan sora ortalığın yıkılmasını çözmeye çalıştım. Zeki, merhametli özgürlük savaşçıları. Artık midemizin bulandığı söylemelerle değil, belki eski ama tatlı dillendirilmiş mottolarla geliyorlar. Mükemmel bir Türkçe’yle hem de. Hiçbir siyaset bilimcinin konuşmasından almadığım keyfi aldım dinlerken. Daha çok konuşun güzel adamlar. Ruhum şaştı. Kahramanlar ihtiyaçlara göre çıkar. Kiminin kahramanı kiminin düşmanıdır. Haiduklar burada kahraman, Osmanlı’da “haydut”. Armatoloslar, kleftler… Hepsi de nereden bakıldığına göre değişir. Çoğumuz buradan bakınca kahraman görüyoruz… Bunun üzerine bir makale yazasım var, masanın yolunu bir bulabilsem. Uslu bir çocuk olursam Şirinler’i görebilir miyim sizce?