10 Kasım 2013

BELKİ ŞURADA FAYDALI BİR ÇEYİZ VARDIR

İşte yeniden ben canlar… 130 karaktere sıkışıp kalmışım, oh be şöyle yana kayın bakim, burası güzel. Ben nihayet eve geldim. Evi de yerinde bulduğuma sevindim. Haftalık bilançoya bir bakalım: Kuzen Ozzy sergileri için Brüksel’den memlekete intikal etti. Malum fraktal resim sergisinden bir anlayan çıkmadığı için genel olarak on kişi geliyor sergisine, dokuzu akrabagillerden. Biz de kuzenler toplanıp gidiyoruz, Trakya All Stars tadında. Eseriyle Reina Sofia Müzesi’ne girdi çocuk yaw… Doğal şartlar altında eserleri anlaşılamıyor. Son sergide yine ziyaretçiler gelirken eserini tamamlamaya çalışıyordu. Tatlı Trakyalılık deriz biz buna. Bir önceki sergiye ihtiyar heyetinden bir arkadaşımı kapıp götürüyordum. Geldik Kadıköy iskelesine. Baktım bizim kuzen. Sergi salonunun duvarlarını boyamak ona kalmış, sergi açışına 1 (yazı ile bir) saat var, saçları rüzgârda sallaya sallaya geliyor. Stress-proof yaşıyor, hepimizi gömecek vallahi. Ayrıca, sanatçının sergi salonunu boyadığı tek ülkeyi de bildiniz di mi? Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük dün gece. Demirhan’ın kardeşim minikken hayatımı kurtaran albümünü andık. “Yangın” nam parçadaki ambulans- siren sesleriyle “polis geliyor” diyerek minicik kardeşimi yıllarca korkutmuştum. Ne diyorsunuz, bir nesil yangın demosuyla büyüdü! (İlahi adalet ontolojik realitesi olan bişi bence. Biber gazı olarak bu yaz o yılların diyetini verdim.) Anneminki de iş, bana çocuk mu teslim edilir. Sonuç: Her akşam Kemancı, her sabah konser. Ozzy sağ olsun hafızamın geriye iteklediği ne varsa saklar. Sonra onları arkadaş ortamlarında anlatır. Yakında hiç arkadaşım kalmayacak. Bence artık bazı şeyleri unutmasının tam zamanı. Diğer kuzen Esra’nın eşinin kafasına 5. kattan kapı düşmüş. (Bu ancak bir Kumrular sülalesi ferdinin başına gelebilecek cinsten bir vakadır. Kapa parantez.) Ozzy de “Bunda bir espri yok, Özlem’in kafasına tavan çöktü” demiş. Ben Salamanca’da ortalığı karıştırırken ilahi yolla cevabımı almıştım, bijuteri dükkânı tam yüzük denerken kafama çökmüştü. Ertesi gün gazetede 3. sayfa haberi olarak hizmetinizdeydim tabii: “27 yaşındaki Türk kızı Ö.K. nişanlısıyla yüzük almaya girdiği dükkânda kafasına tavan çökmesi suretiyle yaralandı. Hastaneye kaldırıldı.” Sorunsallar çeşitli. Medya işin içine girene kadar karmaşık ama başarıyla yürüttüğüm bir aşk hayatım vardı. (Evlenme vaatleriyle kandırdığım gençlerin yüzüklerini hâlâ utanıp arlanmadan takarım.) Durum Kutsal Roma İmparatorluğu gibi: Ne Kutsal, ne Roma, ne imparatorluk… Bijuteri dükkânında nişan yüzüğü ne arar, ayrıca nişanlım filan da değildi. Ayrıca Salamanca’da 27 yaşında Türk kızı ÖK’den kaç tane olabilir? Velhasıl, kafamda tatlı bir hasar oldu ama postu deldirmeden çıktım kazadan. Bu tavanla karışık aşk kazasına yıllardır güleriz. Bir daha o kadar kötü hiç olmadım  Annemler Törkiye turundalar, arkadaşlarını ziyaret ediyorlar. Son iki haftada Türkcell şu iki diyalogu şaşkınlıkla kaydetti: -Baba neredesiniz? -Nuriye Teyzenler’e geldik kızım. -O kim ya? -Hani kızı Gülçin vardı ya, küçükken dövdüydün. Şu nasıl? -Baba, Rize’ye vardınız mı? -Evet, Dursun Amcanlar’dayız. Tolga’yı nasıl dövdüğünü anlatıyorduk tam. Kafasını duvara çarptıydın küçükken. Bir görsen, kocaman olmuş. Ne görcem! Kocaman olmuş derken en az 40 yaşına filan gelmiş demek istemiştir zaten. Döverken küçük-büyük aramazdım. Kızlı-erkekli döverdim. Ama seçme şansım varsa kesinlikle büyüklere saldırırdım. Küçükken de rakibin benden büyüğünü severdim. Bayramlarda Malkara’da babaanneye gidilirdi. Bayram sabahı el öpme kuyruğunda herkes kör topal olurdu. Rize’den Antalya’ya, Konya’dan Tekirdağ’a Törkiye’nin dört bir yanında şamarımın, tırmığımın tadına bakmayan kalmadı. Kuzen Ozzy’yi de babaannemin bahçesinde salıncaktan düşürmüştüm bir arife günü. Ne tarafına düştüyse pek iyi geldi, çocuk pür zekâ, pür yetenek oldu. Bence öz geçmişinde benden ve oluşumundaki katkımdan da bahsetmeli. Yere düştü fraktal resim yapıyor, ben sağlam kafayla bakıp anlamıyorum. (Sağlam kafa burada mecaz anlamda kullanılmıştır) Bana âşık olup Beylerbeyi’nde, Vangel’in bostanındaki ağaçlara adımızı kazıyan bir Balkan çocuk vardı, benden büyük. Tam ağaçta isim yazarken yakalamış ve taşla kafasını yarmıştım, hatırlarsanız. Küçükken de çok romantiktim. Ama artık spor salonu var. İyi ki var. (Kararlıyım, uslu bir kız olacağım.) Her şeyin büyüğü derken Antonio’yu da unutmayalım. Yunanca hocam Niça’nın eşi Antoş küçükken her şeyin büyüğünü seçermiş. İlkokula başlayacak, kırtasiye gitmişler, cetvel alınacak. Bizimkisi tabii ki üniversite tipi T cetveli getirmiş eve. Zaten kendisi cetvelle aynı boyda! O cetvelle dayak yemeden önce kırtasiyeye bir seyahat daha yapılıp bırakılmış cetvel. Büyüyünce çeyiz olarak kocamannnn bir kalkan tavası getirmiş. Öyle böyle değil, kalkan değil kalkan sürüsü pişer içinde. Antoş’un en sevdiği köpek bilin bakalım ne? San Bernard tabii ki! Ancak beni bulacak şeylerden anlatmaya devam edeyim. Chronis’i bilirsiniz. Miyadını doldurmuş Yunan sevgili. Onun halefi olan Emre zamanında Chronis sms atmaya devam ettiği için pek de küçük olmayan bir kriz çıktı. Kardak’tan beter gelişip Emre’nin arkadaşlarını toplayıp Chronis’in evini basmaya kalkmasıyla tavan yaparken, sonuçta Chronis’in çılgın Türk gencinden korkup telefonda özür dilemesiyle kriz yönetiminde başarı sağlandı. Velhasıl Emre Chronis’ten hep gani gani nefret etti. Neyse, biz ayrıldık, yıllar geçti. Bir gün ben Niça’da kahvaltıdayken Emre geldi (ben saklandım tabii), Niça da gülmekten ölerek yanıma geldi onu gönderip. Hikâyeye bakın: Chronis bir mesele için Niça’yla bir avukata para ve pasaport fotokopisi gönderiyor. Niça arkadaşı olan avukata veriyor zarfı. Kadın da Emre’nin iş arkadaşı çıkmasın mı? Tam kapıdan çıkarken “Ayy, Emreciim, şunu bir zahmet fotokopi çek, akşam Niça’ya bırak, zaten komşusunuz”, diyor. Emre zarfı bir açıyor: Chronis’in resmi!! Bu vakanın cereyan etme olasılığı milyonda kaçtır? Zaten böyle bir vaka cereyan ederse ancak ve ancak beni bulur… Ben geçen hafta bunu anlatırken konu Chronis’in evindeki albümde gördüğüm ve ağladığım iki Atatürk resmine geldi. Ev sahibi Rumlar her şeyi bırakıp gitmişler. O da bir gün bana albümü gösterdi ve “bu senin çeyizin” olacak dedi. Evlilikten yırttık, ama çeyiz de gitti. Emre’nin mahallelinin delikanlılarıyla ev basmasından sonra “ben çeyizimi de alıp tatlı tatlı sıvışayım” diyemedim tabii. (Şimdi diyeceksiniz ki, sen kimlerle takılıyorsun? Emre pırıl bir aile çocuğu, meşhur bir tasarımcının kardeşi, abla kadın hakları derneklerinde faal, anne avukat, ailenin resmi dili Fransızca falan… Kardeşimin tabiriyle “Biz kibar çocuk diye aldık, fermuarı açıp içinden tır şoförü çıktı.” -Dört dil konuşan bir Sırp tır şoförü oturmuştu Mohaç’ta restoranda yanımıza, onun adına tüm tır şoförleri için cümleyi tekzip ederim.-) Mehmet konuyla çok ilgilendi, “şu çeyizi bir alalım”, dedi. Benim gibi belgeperest. Biz de can güvenliği garantisi çerçevesinde Chronis’i çağırdık. Tarafsız bölgeye çağırdık, çeyizi aldık. Atatürk’ün hiçbir yerde olmayan bir fotoğrafı! Fotoğraftaki kişilerin peşine düşeceğiz, mekânı, yılı çözeceğiz. Yani: bir fotoğrafı çözmenin hikâyesini yazacağız. Çok heyecanlı. İlk durak Patrikhane. (Yüklemsiz cümle diyor Word Kişisi. Hep şekilcilik, hep şekilcilik anacııım. Gramer bile hayatımıza karışıyor, başbakan nasıl karışmasın!) Mehmet soruyor: “Başka çeyiz var mı?” Dediğim gibi, yüzük filan var ama kız işi, yakışmaz.  Gökte yıldız var, biraz sapa. Ama satıp yiyebiliriz. Šljivovica'ya çeviririz onları... Uyar bana. (Sahi, Emanet Çeyiz nam bir mübadele kitabı vardı. Ailecek iki defa okuduk. Doğan’dan. Okumadıysanız mutlaka okuyun derim.) Dünyayı içtik, sabaha karşı sızmışız. Kuzen Ozzy’ye el yordamıyla bir pijama verdim. Sabah gelmiş “Üzerinde kırmızı kurdele olan, leopar desenli bir pijamayla uyandım. Çok korktum!” diyordu. Bizim evde kalmanın en şenlikli yanı gece el yordamıyla bulunan şeylerden birini giyip sabah uyanmaktır. Geçen gün Meralim “Romen voleybolcu eşofmanı”yla uyanmış. Ondan önce de 80’li yılların Madonnası kılığında buldu kendini yatakta. Bizim evde gece giyilenlerle bir sergi açsam sadece akrabalar değil kimler kimler gelir… Fraktal bize çok hacı. (Kuzen İspanya’da benim eski sevgilinin evinde kamp kurduğumuz zaman ona verdiği pijamanın rengini bile hatırlıyor. Halkalı Hafıza Çöplüğü! Gaflet anında ona verdiğim kurdeleli leoparı unutması için dua etmeye başlıyorum.) Haydi ben kaçtım… Belki şurada faideli bir çeyiz vardır…