31 Ocak 2014

“KIÇIMIN FOSFORUYLA AYDINLANIN SİZ ARTIK”

Ruhu dağıtmadan topladım. Az kalsın Pessoa’ya dönüşecektim. Keyfim tıkırında. Hafta sonu Alexandroupolis’e kaçtım, ruhumu şarj edip geldim. Uzun bir bron-shit’ten sonra kaldığım yerden ortalığı karıştırmaya devam ettim. 4 kür antibiyotik tedaviye cevap vermeyince (tedavi bende durmaz) hastaneye kaldırılıp seruma bağlandım. İşte tam o esnada bizim Cebrail aramaz mı? “Yukarıdan faydalı bir haber vereceksen acilen ver, boşuna uğraşıyorsak zorlamayalım”, dedim. Bu şebek halimiz hastanede takdir gördü. Hafta başı arada Ahmet Mümtaz’a kaçtım. (Korkmayın, Sinan Çetin filan gelip saçımı kesmedi yine, bu sene de yırttık.) Telefonda bana yemek getirecek olan Ömer’e miktarı belirtirken kalbimden biraz çatırtı gelmedi değil: “Ne kadar mı? Oğlan çocuğu kadar filan yiyor. Yani, sen bolca al. Yiyor yiyor. Ooo, daha al. Bildiğin yiyor.” Bir daha o Ömer’in yüzüne nasıl bakacaksam. Walakin tahmin edersiniz ki yemek gelince kaldığım yerden devam ettim yüzsüzlüğe. Hazır rezil olmuşken bari yiyeyim dedim. Oh, iyi de ettim. Son yemekte masayı süpürmüştüm, unutmamış sağ olsun. Can Baba’dan, çevirilerden bahsettik. Ohh, pek tatlı sohbet oldu. Dünya kadar özlemişim onu. Tatlı tatlı konuşurken derin bir burun sohbetine daldık. (Buraya nasıl geldiğimizi şu an açıklayabilecek olduğumu sanmıyorum). Şu mısra ile keyfe geldim: “Yana yatmaz mı, Senden önce davranıp kadehine batmaz mı?” Can Baba’nın o en tatlı veda şiirine ne demeli? İşte ben de ölüm arifesinde böyle yakışıklı bir şeyler yazmak istiyorum. KİBAR HIRSIZIN TÜRKÜSÜ Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan Taksinize mülkünüze dairenize... Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımın Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi... Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize, büfelerinize Vesairenize... Şiir fenerimle de baktım, son çığlık! Aşk yokmuş sizde beş paralık! Gidiyorum ben boşçakallar Sıçmışım ortalık yerinize Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık! Alexandroupolis’ten hiç dönmeyeydim iyiydi. Malum nereye gitsem felaket götürüyorum. İngiltere’ye gittim, İzlanda’da volkan patladı, bizim 1 günlük London School of Economics sunumu 10 günlük mahsur kalma ile son buldu. 1 ay Selanik’te kaldım, orman yangını çıktı, tam 1 ay sürdü! Sakız’a gittim, dönerken sakız ağaçları yandı, hem de %40’ı kül oldu. Daha neler neler. Yakında vize servislerinde fotoğrafım üzerinde de koca bir çarpı işareti göreceğim kısmetse. Hal buyken, Alexandroupolis’e elim değmişken biraz sel götürdüm. Donumuza kadar ıslandık iki koca gün. 80 bin kişilik şehirde Panos’la annesi Amelia’nın konseri aynı gece olmaz mı? Amelia Teyze’yi kaçırdım çaresiz. Bana kendi yaptığı likörlerden, reçellerden koca bir torba getirmiş kurdeleler içinde. Hediye kaçakçısı gibi döndüm evde. Daha ziyade tavuklarıyla otobüse binen bir Meksikalı gibi. Tablolar, fotoğraflar, şiir kitapları, fotoğraf kitapları… Herkes bütün bir yıl içinde ne ürettiyse getirmiş. Yunanistan’a ayak basmak demek son ana kadar öğrenmek demek. Tam otobüse binerken çılgın bir soğuk başladı. Panos da bana karşıdaki Samothraki adasını gösterip “Rüzgâr Tanrısı Aeolos burada yaşıyor, dağın tepesinde. O yüzden de bu ada çok soğuk” dedi ve kendi şapkasını verdi. Yunanların hayatı mitolojiyle anlatmasına hastayım. Bir de bizim ayılara bak. Neyse, İstanbul’a inince kaldığımız yerden devam ettik hayata. İşte taksiciyle aramızdaki Welcome to Turkey diyalogu: -Beylerbeyi’ne lütfen. -Beylerbeyi derken? Taksici karşı dünyanın taksicisi çıktı. Ben de hızla Aeolos’tan memleketim taksicisinden olaya girip rüyadan uyandım. Shantel’in son albümü enfes olmuş. Dubioza Kolektiv geliyor. Ayrıca Uriah Heep’e gitmedim. Gittiğim yere felaket götürdüğüm düşünülürse adamların konsere çıkamama ihtimali yok değildi. Ama korkarım bu sefer durum benimle ilgili olmayabilir. Asırlık adamlar hepsi. Gelmeden önce ölürlerse benim suçum yok bunda. Kesin bilgi. 20 yıldır görüşmedik Şebo’yla. Aşkın Beş Hali’nde, Kaplanlı Battaniye’nin kaplanlı kahramanı. Bugün bana telefonda “Seninle ilgili hiç aklı başında bir anım yok”, dedi. Haklı kız. “En son kucağımızda 3 yaşında çocukla gecenin bir yarısı Kemancı’dan çıkıp meydana, son otobüse koşuyorduk” diye de ekledi. Kardeşim Kemancı’da büyüdü malum. Gereğinden fazla bir zekâ sahibi olmasının sebepleri arasında ön sıralarda yer alır Kemancı. Gecenin bir yarısına kadar sınavlara çalışılır, sabaha karşı süslenilip Kemancı’ya gidilir, gün doğmadan eve gelinip bir iki saat uyunur. İşte bu anlarda kaplanlı battaniyenin altına girip uyuyakaldığı sanılan Şebo hiç beklenmeyen bir anda kükreyerek kalkarak tüm yürekleri yerinden hoplatır. Bildiğiniz üzere Hollande konuşurken İlber Hoca fenalaşmış. Fenalaşmayıp ne yapsaymış! Utanmaz Fransız bir de arkasından “bu sayede eserleri daha çok bilinecek” demez mi! Al sana Fransız nezaketi! Ah, İlber Hoca ordayken bunu söyleyeydi de dünya diplomasisine can geleydi. “Sus pis cahil” diyeydi de şenleneydik. Ya da “7 dil bilmeyen Fransa’nın başına geçmesin.” Vallahi de derdi, billahi de derdi. Doğduğuna pişman ederdi komiklik yapan Fransızı. Geçen haftalarda Ketche’yle Hoca’yı ziyarete gitmiştik sabah kahvesine. Beni tefe koymuştu. “Bir sürü dil biliyorsun, sonra ne yapıyorsun? Yemek tarifi yazıyorsun!” demişti de “Yok hocam, yemek tarihi o” bile diyememiştim. Bugün telefonda şöyle bir diyalog yaşadık hocayla: -Özlem, biz İspanya’da hangi şehre gitmiştik? -Toledo’ya hocam. -Şehir dışında kalmıştık da, ondan hatırlamadım. -Yok hocam, şehir içinde çok güzel bir otelde kalmıştık. -Evet, ama ben konuşma yapmadım. -Hayır, yaptınız. Şarlken ve Kanuni’den başladınız, İspanya-Osmanlı ilişkileri anlattınız. Şarlken’in “Ben Tanrı’yla İspanyolca konuşurum” dediğiniz söylediniz. -Evet, tamam, anlaşıldı. Sakın altmışından sonra seyahat etme. Senenin diyalogu olmaya aday bence. İlber Hoca da Halil Hoca da Türkiye’nin en sağlam hafıza depoları. Hoca çok gezdiğinden karıştırmaya başlamış sadece, hepsi bu. Ayrıca son çıkan gezi kitabı da kaçırmayın: "İlber Ortaylı Seyahatnamesi". Okuyun, oturduğunuz yerden gezin. Koray Candemir’le Yüksek Adrenalin çekimi yaptık. -Yahu, kaç yıl oldu? -20 yıl! Şaka gibi değil mi? 20 yıl olmuş resmen ve fiilen. Hayatta bir hayal seç deseler ne derim pek çok yakınım bilir: Stefano Accorsi’yle birkaç gün geçirmek. Hah, Koray tam da bu hayalimi gerçekleştirdi. Arkadaş, öyle böyle şans değil onunkisi de: Cahil Periler’de oynadı biliyorsunuz. Sette en yakın arkadaşı Stefano olmuş. Kıskançlıktan ortadan ikiye ayrıldım. Malum, yakışıklı güzeller güzeli Laetitia Casta ile evlendi, çoluk çocuk olayına girdi. Koray’ın son sözü şu oldu: “Bizim de yıllardır hayalimiz Laetitia Casta, Özlem Abla!” “Ain’t nobody”. Güzel şarkı. Kız olursa Athena, erkek olursa Paris… Haydi ben kaçtım, neyle aydınlanacağınızı biliyorsunuz :) Alıcınızın ayarıyla oynamayın. Aşk yokmuş sizde beş paralık!