11 Eylül 2014

HÜLOĞĞĞĞĞĞ …

İnanmayacaksınız ama ben eve döndüm. Sırasıyla Petersburg, Bodrum, Kos, Patmos, Lipsi, Simi, Siros, Tinos, Andros, Mikonos, Tiflis ve Gori ve sair Gürcü kasabasından sonra artık evdeyim. Yolu nasıl mı buldum? Tabii ki Google Earth ve Tomtom’la. Eh, biraz da hafızayı zorlayınca evi hatırladım tabii. Mahalleli metruk diye satmaya kalkmamış çok şükür. Evi kiraya verip bavula yerleşme fikrinde sabitim. Komşular iyiden iyiye bavul ticareti yaptığıma kanaat getirdiler. Düşündüm de, hiç de fena fikir değil aslında. Oturup bir gezi yazıları kitabı yazayım diyorum, ama gezmekten yazamıyorum anacııım. İşte böyle zamanlarda kendimi twitter hesabı hacklenmiş bir Melih Gökçek gibi çaresiz hissediyorum. Yediğim içtiğim bana kaldı zaten (yanlarda tatlı yağ katmanları olarak), ben bari gördüklerimi anlatayım. Deniz tarihi kongresi için Petersburg’a gidip beyaz gecelerin son demlerini yaşadık.(Aslında ben hala Leningrad demeyi seviyorum şehre. Petrograd da güzel isim. Petersburg adının verilmesi ise cennetin anahtarlarını elinde taşıyan Aziz Pedro’dan geliyor. Şehre cennetin tüm güzellikleri verilsin diye bu adı almış.) Son demleri derken gece saat 10’a kadar şehrin göbeğindeki parkta bikiniyle güneşlenen Rus hatunlar demek istiyorum. Ruskilerin güneşi görebildikleri bir iki ayda akıl tutulmasına uğramaları doğal. Anacım, ben bu yüzü gülmeyen halkları sevemiyorum. Sevemedim Rusları. Şöyle bir baş balet Mihail verselerdi o zaman bir düşünürdüm. İlber Hoca da kongreye gelince de keyfim yerine geldi. Onun kanatlarında Petersburg’u gezmenin tadını tahmin edersiniz. Hermitage’ın ziyaretçilere bile açılmayan salonunda Kuğu Gölü balesine götürdü Feza Hoca’yla beni. Rüya gibiydi. Ruslar bale yapmak için yaratılmış, bunu biliyorduk zaten. Sadece bale yapsın onlar mümkünse. İlk romanını Rus baletleri hayal ederek yazan bir yazan olarak benceki heyecanı düşünsenize. Hermitage baş döndürücü tabii ki. Her objeye sadece 1 dakika bakınca 2 yılda bitiyormuş. Sergilenenler yanyana geldiklerinde ise 27 km yol yapıyormuş. Beni en çok İskit seksiyonu heyecanlandırdı. Arkadaş MÖ. 5. yüzyıldan devasa bir keçe halı kalabilir mi? Ölülerle birlikte gömülen keçe nesnelerin ilk günkü renklerinde kalmış olması akıl almaz. Walakin Petersburg’da favorim Rus Müzesi oldu. İlber Hoca’yla iki saat dolaşabildik, bazı tabloların önünde 20 dakika durduk, hoca tek tek anlattı. İlya Repin’e âşık oldum. Hele bir IV. Mehmet’e mektup yazan Zaporojya Kazakları tablosu var ki önünden hiç ayrılasım gelmedi. O Kazak’ın o muzip yüz ifadesi beni benden aldı. Dün sabah kuzen aradı, baktım kahkahadan konuşamıyor. İzmir’deymiş, bir gece önce kör kütük sarhoş olmuş. Gecenin sonunda da kendini taksiye atıp “Anemon Otel’e” demiş. Otele gelip asansöre binmiş, bakmış 11. kat yok! O kafayla 11. katın yokluğundan şüphelececeğine, “olsun, 9. kata çıkıp oradan da yürüyerek çıkarım” demiş. Otelin başka bir Anemon Otel olduğunu anlaması uzun sürmemiş. İzmir’de dört adet Anemon Oteli olması da onun bahtsızlığı tabii. “Kuzen, iyi haber: yatağımda uyandım, kötü haber saat 10’da uyandım.” 10’da kalkan otobüsü de kaçırınca yeniden otogara gitmiş tabii. İstanbul otobüsü bulamayınca Bursa’ya talip olmuş. Bileti satan adama “Bursa’dan da yürürüm artık” deyip oraları da karıştırıp gelmiş çılgın kuzen. Ozzy sadece sülalenin değil, memleketin sayılı çılgınlarından. Hatta artık Brüksel’de yaşadığı için çılgınlık şanını Avrupa’da da zorluyor bu aralar. Milano’da, Como Gölü’nün ortasında bir adada sergi açtı. Saray gibi bir ev verdiler kuzene koca adada tek başına. Adadaki taşları toplayıp mangal yapmış diğer iki arkadaşıyla. Tanrım, sen dünyayı biz Türklerden koru  başka bir deyişle, Avrupa’nın biz Türklerle imtihanı. Osmanlı’nın kitapları kitap kurdundan koruma yöntemini çok geç öğrendim Mehmet’ten. Kebikeç kitapları koruyan cin ya da melek olduğuna inanılan varlıkmış. Kitapları kurttan korumak için ilk sayfalarında “ya kebikeç” şeklinde başlayan dua olduğunu da Günhan’dan öğrendim. Acaba evdeki kitapların tozundan ve astımdan koruyacak bir cin var mı? Eski sevgilim Serkancığım ve dünyanın en eğlenceli kardeşlerinden Serdar bizi Agora Meyhanesi’ne götürdüler. Yola çıkmadan önce de “Ben gittim baktım, Hronis yok ortalıklarda” dedi. Hronis de bir önceki sevgilim, Agora Meyhanesi’nin de dört ortağından biri. Bunun beni bulma olasılığı 17 milyonluk şehirde nedir diye artık sormuyorum. Dünya tatlısı bir mekân olmuş. MS 5. yüzyılda kurulan surlar meyhanenin aynı zamanda duvarları, duvarlarda eski müdavim resimleri. En babası da Âşık Veysel ve önündeki koca bira şişesi. Agora Meyhanesi şarkısının şarkıya yansımayan beyitine vurulduk: “Saçının her teline bir galon içilir, gözünün her rengine bir yıldız seçilir.” Halil İnalcık Hoca’mız 97 koca yaşını doldurdu. Ankara’da kocaman bir partiyle kutladı bunu. Atladık Ankara’ya gittik. Emineciğim hocanın doğru yaşını geçen sene hesaplamıştı. 6 Eylül 1917 Haydarpaşa yangınının ertesi günüymüş. Hocamız bu sayede hayattan 1 yaş daha çalmış oldu. Nice yıllara, sağlıkla ulaşsın. Hep yanında olma lüksü bizde kalsın. Dün gece evim tarihinin en şenlikli akşam yemeklerinden birini gördü. İlber Hoca’nın şerefine bir yemek yaptık. Bu şehirde onlarla yaşamayı pek sevdiğim, pek az görebildiğim dostlar da geldi. Takdir edersiniz ki zor misyon. Bu işten alnımın akıyla çıkmak için sürprizlerle dolu bir mönü hazırladım. Tito’nun aşçısından enginar çorbası (bir de kitapta kaplumbağa çorbası vardı ki o işe hiç bulaşmadım bittabiii) ve Fidel Castro’nun çok sevdiğini söylediği Mango Toledo tatlısı. Tatlıyı aslında bilmiyoruz. Ben Küba tatlıları bilgimle tatlının yeniden konstrüksiyonunu yaptım. Akıllara ziyan oldu. Bir gece önce gece kalkıp kalkıp birkaç tabak yuvarladım karambolde. İnanmayacaksınız ama hocadan da bu tatlıyla onay aldım. Gece olanca şenliğiye devam ederken Nejat üzümlü-fıstıklı pilavımı “Özlem’in pilavına bakın, nasıl tel tel” diye gösterince bende soru işaretleri belirdi. İlber Hoca’ya dönüp “Hocam, yemek işini de kıvırıyorum, pilav da başarılı, ee ben neden evde kaldım o zaman?” deyince Enver cevabı yapıştırdı. “Çok kolay, davet ettiğin profile bak, bizden bir şey çıkmaz. Şöyle yakışıklı gençlere bir davet verip arasından seçeceksin” dedi. (On numara tavsiye, hemen yerine getiresim var.) Tam o sıra eşi, “Kız evlenmiyor, aşk yaşıyor, ne güzel “ deyince Hoca beni hayatta en güzel anlatan cümleyi kurdu. “Peh, aşk yaşıyor, onu da gidip yanlış adamla yaşıyor!”. Günlerce gülebilirim buna. Tanrım, doğru söze ne denir! Yıllardır yemeklerimle dalga geçen Deniz’in söylediğine göre artık içime bir aşçı girmiş. Ölmeden önce Siros’ta bir restoran açma hayali palazlandırdık kardeşimle. (Yusuf Hoca’nın taksicisi olsa “ölmeden önce” deyince “eh, pek de bir şey kalmamış” derdi.) Son mönümün gideri var bence: Kapari yapraklı domates, tahinli avokado kreması, narlı börülce, fırında turuncu tatlı patates, zencefilli somon, kaparili safranlı yaprak sarma, enginar çorbası, taze kekik salatası, üzümlü fıstıklı pilav, Mango Toledo. Akademiyi bırakıp köşede bir restoran açsam bir yıl sonra Ekvador sahillerinde yan gelip yatarak chirimoya yerim. Hukka nam bir mekân varmış, burjuva ehl-i Müselman’ın gittiği. Her içkinin alkolsüz versiyonu satılıyormuş. Allahım, sen benim aklıma mukayyet olamadın, bari bunlarınkine ol. Neyin kafası. Alkolsüz birayı hayal bile edemiyorum. Düşünsene bira göbeği bile olmaz ondan. Neyin kafası diye sormayacağım, kafa galiba bu kapağın altında. Benim alkolsüz versiyonumu da yapsalar keşke son zamanlarda. Geçen gün Mehmet kendisine twitter’dan “PKK ve CIA’yle birlikte çalışıyor” gibi bir cümle yazan tek kişilik akıl hastanesine enfes bir cevap yazmış hashtag açıp. #BonzaiYasaklansın. Bayıldım wallahi. Günlerce güldüm. İnce zekâ farklı şey arkadaş. Günlerdir 2-3 saat uykuyla yaşıyorum. Tatlı bir zombi kıvamındayım. Geçen gün bir arkadaşımı aradım, “7’de yattım, dünden kalmayım” dedi. “Yok”, dedim, “sen büsbütün bugünden kalmışsın.” Halkım kendini aşıp bugünden kalma seviyesine çıkmış, ama makale yazarak. Bir de bana bak. Safi eyyam. (Eyyam, yevm’den geliyor. Arapça “gün” demek. Yevmiye de oradan, günlük. Kapa parantez.) Son zamanların en iyi fıkrasını Emineciğim anlattı. Temel’e sormuşlar “Güzellik mi, aptallık mı?” diye. “Güzellik geçicidur, aptallık olsun” demiş. Çok sevdiğim bir deyim var. “Non ha un perché”, hayatta bir nedeni olmayan insan. Avrupa’nın IQ’su en düşük 4 ülkesinden biriyimişiz. Bana soracak olursan akıllı olup milletin kahrını çekeceğime, deli olayım millet benim kahrımı çeksin. (Oradan bakınca da zaten öyle olduğu anlaşılıyor değil mi?) Ruhum Arap saçı. Şu kafayı artık bir toparlayayım diyorum, sonra bir bakıyorum aradığım kafaya ulaşılamıyor. İçimdeki salak heyacanı anlatabileceğim tek ünlem efektiyle sahneden ayrılıyor, sizi öpüyorum anacım… Hüloğğğğ!