18 Aralık 2014

SÜNGER NEREDE?

“Morning star” adlı bir silah duydunuz mu? Ben de geçen yaz Slovenya’daki bir şatonun silah bölümünü gezene kadar duymamıştım. Pek sevimsiz doğrusu. Dört bir yanı çivili devasa bir topuz, bir gürz hayal edin. Meydan savaşı bitip de sabah gün ışıdığında hala canlı kalıp sürünenleri kafasına darp suretiyle öldürmek için kullanılıyormuş. İşte ben de sabahları bir morning star şekerliğiyle uyanıyorum son zamanlarda. //////////////// Eve bir geldim, baktım annemle babam yorgun serilmişler koltuğa. “Konkenden geldik” dediler. Annem yetmişinin arifesinde konkene sardırdı. (Şükret ki bu yaşta konkene sardırdı, ya Alev Alatlı gibi yağcılık ilmine sardırsaydı?) Bütün konken kadrosu civarda yaşayıp da bizim eve geldiklerinde önce o gün gelmeyen hatun kişi yerine babamı yedek alarak işe girişmişler. Sonra işi ilerletip babamı da kızlar gününe götürmeye başlamışlar. “Bunlar karanlık bir kuyu gibidir, baba. Seni de içeri çekerler, dikkat oyuna gelme” dediysem de dinletemedim. Babamı kalkan balığıyla kandırmışlar. Öyle ufak ufak sıcak elmalı kurabiyeyle başlayıp kalkana kadar gelmişler. Bizatihi pek tehlikeli. (Yavaş yavaş siz de Osmanlıca kelimeleri cümlede kullanmaya başlasanız iyi edersiniz. Öğrenin birkaç tane cabeca (yer yer) kullanırsınız.) Gerçek ev ev değil, tımarhane anacııım. ////////////////////// Hiç anlamam iskambil oyunlarından. Ben Boğaziçi’nde ders çıkışı İtalyanca, İspanyolca, Japonca kursuna giderken millet kantinler dolusu king oynardı. Hiç anlamadım ben onların dillerinden. Bilmem ne üzerine “sür çekmek” filan. Aşar beni. Şimdi ben de İtalyalarda fink atıp adamlarla kendi dilinde konuşuyorum ya, onlar da benim dilimden anlamıyor. Machiavelli ne bilir misiniz? İtalyanlar 51’e Machiavelli diyor. Ne hoş değil mi? Bizden neden bir mok olmuyor anladınız mı? Adamlar leş gibi iskambil oyununa bile düşünür adı koyuyorlar! Bir de bize bakalım korkmazsanız: pişpirik, papazkaçtı… /////////////////// Bizimkiler yaştan mütevellit her şeyi unutmaya başladılar. Ta Lipsi adasından özene bezene getirdiğim koca süngerimi yok etmişler, hatırlamıyorlar. Sünger avcısı Dimitris’le sohbet edip almıştım o güzelim süngeri. Banyoya bir girdim, sünger yok! Kesin attılar, hatırlamıyorlar. Benden haber alamazsanız apartmanın bahçesine bakın. Keza beni atıp hatırlamama ihtimalleri gün geçtikçe artıyor. Ara sıra hafıza yoklaması yapıyorum. O yüzden evde şöyle cümleler sıkça duyuluyor: “Anne, yemek çok güzel olmuş. Sünger nerede?” “Camları mı sildiler? … Sünger nerede?” /////////////////////// Çaktırmadan İstanbul bayağı ayakaltı bir şehir olmaya başladı. Canı sıkılan İstanbul’a geliyor. Her hafta bir ecnebi misafir kalıyor başıma, yoruldum anacım. Bu hafta da Encarna geldi Napoli’den. Ülkeyi alıp Kore’ye taşımak istiyorum. Herkesin uyuduğu bir saati bekliyorum. Hatta Süper Mario’nun resmi ziyarete gittiği bir an taşıyayım da, geldiğinde bulamasın bizi, biraz rahat nefes alalım. (Bir duanızı alırım artık)/////////////////// Dolmuş şoförü dağıttı beni. Dolmabahçe’de trafik felç olmuş. Malum bizim cumhurbaşkanı cumaları AkSaray’ın kapısına “Cumaya gittim, geleceğim” yazıp Dolmabahçe’ye geliyor. Olan bize oluyor tabii. Neyse, dolmuşta fenalık geçirirken şoför “Tabii abla ya, bugün Cuma. Süper Mario geliyor”, dedi. Dolmuşlar da olmasa gülecek yerim yok .///////////////////////////// 2013 yapımı enfes bir Hint filmi var: Lunchbox. Yemek Tarihi dersimde gösterilmeyi de hak etti. Hindistan’daki leziz bir gelenek üzerine kurulmuş. Öğlen bisikletli bir amca gelip kocalarına yemek gönderen kadınların sefertaslarını alıp iş yerlerinde dağıtıyor, akşam da topluyor. Kendisini aldatan kocası yerine yanlışlıkla başka bir adama yemek gönderen bir kadının hikâyesi. Yanlış ortaya çıktığında sefertası içinde birbirlerine mektup göndermeye başlıyorlar. Filmde beni vuran iki sürpriz oldu. İlki, yüzünü hiç görmediğimiz üst katta oturan ve sürekli sesi kahramanımızın mutfağının içinde olan bir “teyze”. Yemekle baştan çıkarma sanatı için sepetiyle üst kattan malzemeler gönderiyor. Teyzeyi film boyunca inip çıkan bir sepet formunda görüyoruz. İkincisi ise bir anneannenin sözü: “Bazen yanlış trene biner doğru istasyona gidersin”. Ne tatlı değil mi? Mesela bana hiç olmaz. Ben doğru trene bindiğimde de yanlış istasyona giderim. ////////////////////// Tanrı kimseyi bizim kardeşin eline düşürmesin. Malumunuz, 8000 kişi içerisinden ilk 150’ye girip kardiyoloji kazandı. Buna evde sevinemeyen tek ben oldum. (Malum kalp olmadığı, ya da arkadaşların dediği gibi “sızdırdığı” için). Hande de plastik cerrahiye girmediği için ona sitem ediyordu. Bu sitem esnasında bir elinde sigarı, diğerinde de kadeh vardı bittabi. “Hande Abla, bence mevcut halinle plastik cerrahiden önce bana ihtiyacın olacak” dedi bizimki. Hande de altında kalmadı: “Öyle Atatürk dövmesi yaptırmakla Ata’nın izinden gidilmez. İçki ve sigarada da izinden gideceksin”, dedi. Başka bir âlemde duyduğum beyaz leblebinin siroz yaptığı esprisi de aklımdan çıktı sanmayın.///////////////////// Tatlı bir kriz halinde saçlarımı kesip kâkül yapmıştım kendime. Okula ilk ayak bastığım an İrini Hoca tarafından görülüp “Özlem, saçlarını mı kestin?” denmesi aslında saçlarımı kesemediğim gerçeğinin yüzüme löp diye çarpılması demekti. Sonunda vakit bulup kuaföre gittik. İçeri girdik. Kardeşim kuaföre dönüp “çocuk saçlarıyla oynamış da” demez mi! Yok anam, kardeşin var mı derdin var. Hatırlarsanız geçen aylardan birinde üniversiteye gelmiş ve ayrılırken de hoca grubuna “çocuk size emanet” demişti.////////////////////// Canımın sıkıntısı geçsin diye çocuk yapmamı öneren çıktı. Bence de geçer o zaman, hayatıma renk gelir. Her gün bir yerde unutur çarşı pazar çocuk ararım, ona mama yapmaya üşendiğim için kendimi beslediğim sıvılarla beslerim onu da (bolca arpa suyu). Benim evde çiçek bile yetişmiyor ayol bakımsızlıktan. Kedi beslesem o bile bir daha evi hatırlamamak üzere evden kaçar. Kardeşimi de Kemancı’da büyütmüştüm, sigaralı, yüksek volüm iyi gelmiş sanırım. ///////////////////// Bir insanın kendi gençliğinin kılığına girip televizyonda reklama çıktığı tek ülke Türkiye bence. Bir baktım, Harun Kolçak! Gençliğinin kılığında, “Gir kanıma”yı söylüyor. Düşünsenenize, yaş 40 olmuş hayatımızda hala bir Harun Kolçak var. Harun, sana sesleniyorum, gençliğimi yedin! Çık artık hayatımdan! “Saçların dağılır aklımın rüzgârında hiçbir rüzgâr esmese bile”. Keşke “enstrümantal olsaymış” dedirten sözlerle tam 22 yıldır hayatımızdasın. Ben bu yılları unutmak için hafızamın yarısı aldırdım, hala kurtulamadım. (Klibi izlerseniz beni anlarsınız. Sınıfta devreleri yaktığım bir an Harun’un bu klipteki dansını yapmak istiyorum. Ders yılı için iyi bir final bence. Yıllarca unutulmaz.) “Hani bekârlık sultanlık derdin, yetti canıma” diye diye evlenip hayatımızdan çıkmadın ya Harun, alacağın olsun. Yoksa biz seninle mi evlendik de yıllar yılı tepemizdesin? O dansla nereye kadar Harun? Bence o dansla senin hayatını çizen motto “bekarlık sultanlık” olmalı zaten. Kapa parantez. ///////////////////////// 40 yaş bir insan evladı için yereli bir ömür bence. Gayet fiyakalı. Fazlası cildi bozuyor. Geçenlerde bunu yazdığımda arkadaşlar telaşa düşmüş. “Alo, Azrooo? Levent sapağındayım gel beni al”, yazmıştım. Orada tatlı bir gönderme vardı, gözden kaçmış. Evden kaçan kedilerden mütevellit burada hatırlayalım Andon’u. En sevdiğim karikatürlerdendir. ///////////////
Geleceğe dair tek hayalim biranın sudan ucuz olduğu bir ülkeye taşınmak. Bu ülke Hırvatistan. Mesela ben Hırvatistan’da kaldığım 2 ay boyunca suyun kaç kuna olduğunu hiç öğrenmemişim, çünkü hiç su almamışım. Şimdi şaka sanacaksınız, ama öyle. Kahvenin yanında verilen su dışında sadece ve sadece bira içmişim. İşte tam da bu yüzden yuvarlanarak geldim. Sınırda kapıları yağladılar ben rahat geçeyi diye. Bavulu yapın, bu yaz yine oradayız. //////////////////////// Bu sayıyı beni sürekli blog yazmaya zorlayan Çağlar arkadaşımıza adıyorum. //////////////////////// Haydi ben sızıntıya kaçtım… Şey, sünger nerede?