29 Kasım 2014

Bİ ÇAY DAHA KOİM Mİ, FRAN?

Tersten okununca anlam bulan şehirden geliyorum. Alitalia (Bildiğiniz gibi Always Late In Taking Off Always Late In Arriving’in kısaltması) ile geleydim iyiydi. En kötü ihtimalle abaküsün ilk sırası ile sayıp verdikleri krakerlerden iki tane yer, açlığın doruklarında sürünerek gelirdim. Bonus olarak havada bir iki hostesle kavga eder sinir sistemimi dezenfekte ederdim, filan. Bir an zaman zaman düet, zaman zaman kanon yapan iki veledi kafalarını birbirine sürterek elektriği yeniden bulsam kaç yıl yerim dediysem de, sonra kendimi sakinliğe davete edip bu davete icabet ettim. Geçirdiğim yolculuk sonunda ise THY için renkli bir reklam metin yazdım: “Türk Hava Yolları’na hoş geldiniz. Bavulunuzu buraya verin, Pasifik’te adını bile bilmediğiniz bir adaya gönderelim, bulamayın. Uçaklarımızda zırıl zırıl ağlayan çocuklar var, bir görseniz siz de çok seversiniz. Sevginizle öldürürsünüz. Garanti. “Selamün aleyküm” diye sizi karşılayan pilotlarımız bile var. Kendinizi Suudi topraklarında hissettirip bunun için beş kuruş hizmet bedeli almıyoruz. Size verdiğimiz yemek diğer havayollarının bilet farkının yüz katına çıkıyor, siz “meat or chicken” diye düşünürken biz sizden hacıladığımız avroları altın dişlerimizi göstererek sayıyoruz. Avrupa’da en çok şehre biz uçuyoruz. Sorsanız, haritada bile gösteremeyiz, o başka. Pilot hariç kimsenin yolunu izini bilmediği saçma sapan bütün şehirlere biz gidiyoruz bu dünyada. İsteyin, köyünüze bırakalım. Uçuş hostesleri dışında iler tutar yerimiz yok. Biz bile şahsen başka havayollarıyla uçuyoruz.” /////////////////////// Üzerinize afiyet yarın ölecekmiş gibi bugün için yedim. Pantagruel ve Gargantua tadında yalayıp yuttum. Hatta bir akşam bir garson boğulmama ramak kaldığını görünce dehşet içinde “Di dove sei?” dedi. (Ablam, güzel ablam, sen nerelisin sorması ayıp?” diye çevirsek tercüme hatası olmaz hani. Ya da biraz yaratıcı bir çeviriyle: “Abla, masa örtüsü bize kalsın” ya da “Soy da ye”.) Tüm özlediğim şeylere saldırdım. Sicilya’nın o enfes cassata’sını yapan pastaneye ortak oldum. Korsika’da kestane unundan yapılan bir bira keşfettim, müptelası oldum. Carciofi alla romana (Roma usulü enginar) yedim, ihya oldum. Malum, Avrupa’da enginarı bizim gibi tüketen yok. Onlar enginar kalbi yiyor, biz enginar tabağı. Enginar tabağı sadece Venedik’te vardı, o da malum Osmanlı etkisinden. /////////////////////////////// İlk defa bir sempozyumda gerantoloji sahası açılması. Başka bir deyişle “God’s waiting room” bir grup değildik. Dört farklı dilde sunum yapıldı, çeviri de olmadı, çünkü herkes her dili konuşuyordu. Ana dili gibi Asur tabletleri (cuneiform) okuyan sinir bozucu bir İtalyan vardı. Sonra rüya bitince Törkiye’ye dönüyorsun elif, be seviyesine. /////////////////////////////////// Roma tam babamın alışverişte fahiş fiyatlarla karşılaştığında verdiği tepkiden vermelik olmuş: -Bu ne kadar? -X lira, amca. -Yok evladım, ben 12 tane almayacağım. Bir tanesi kaç lira? //////////////////////////////// İnce kanallardan gelen habere göre öğrenciler arkamdan “deli” diyorlarmış. İltifat kabul ettiğim için kızmadım. Amfinin ortasına gelip koydum ellerimi belime, “Bana deli diyormuşsunuz” dedim. Kahkahayı bastılar. Allah’ın bir kulu da “yok, demedik” demedi. Bildim ben onu :P /////////////////////////// Geçen gün CNN Türk’te Mirgün Cabas’ın yeni başlayan programına konuk oldum. (Dünya tatlısı bir insanmış bu arada, bayıldık.) Aynı gün Emine Ülker Tarhan da konukmuş. Meral’imle geldik kapıya. “Mirgün Bey’in konuğuyum” dedim. “Ah, Emine Ülker Tarhan’sınız değil mi? Hoş geldiniz”, dedi. O an bende alt yazı geçti: Fesuphanallah. Meral “Emine Ülker Tarhan benim”, dedi. Kadın heyecanla elini uzattı. “Hayır, değilim ayol”, deyince kadın bütün bunları hak ettiğini anladı. O an alt yazım: Yuh kızım, medyada çalışıyorsun. Bilmen gereken topu topu 3-4 kişi var zaten. Ben bilmesem, bana yakışır. 15 yıldır televizyonsuz ortamda yaşıyorum. Bir takipçi de pek güzel yazmış: Siz buz ve ateş kadar farklısınız. Evet, Ünlü’den enfes bir parça olan “Buz ve Ateş” gelsin bizden kapıdaki hatuna. //////////////////////////////////// En sevdiğim halim, düşünmeye fırsatım kalmayan halim. Zaten tahmin ettiğiniz gibi düşünmek çok sık yaptığım bir aktivite değil. Düşünmeden yaşayınca hayat daha heyecanlı oluyor. Zombi filmi çekmek için uygun kıvamdayım. Köle gibi çalışıp çılgın gibi eğleniyorum. Uykuyu rafa kaldırdım. Geçen gün eve erken geleyim de uyuyayım biraz dedim. Gelmeden önce de Pazar günkü köşemizin kendime düşen payını yazıp Mehmet’e verdim. İkimizden birisinin akıllı olması harika bir şey. Yazılara son olarak o bakıyor. (Ben baksam doğrudan Ruh Hastalıkları Hastanesi bülteni diye yutturabiliriz, o derece.) Bir cümle kurmuşum, kendim bile anlamıyorum. Artık ne kafasıyla yazdıysam! Uyku arasında defalarca telefonda görüştükten sonra Mehmet’in “sanırım ben anlamaya başladım cümleyi” demesiyle durumu çözdüm. Devreler büsbütün yanmış bende. O da olmasa, şişko bir hiçim. Durun, bitmedi. Uyku arasında Mehmet’in cümleyi düzeltme çalışmalarına telefondan katılınca benim cümleler rüya girmiş. (Malum Kolomb’la yaşıyoruz günlerdir). Yanlış gemilere binip yanlış aktarmalar yaparak bir Hırvat adasında iniyorum karanlığın içinde. Ter içinde uyandım! (Oysaki bu rüyada tek yanlış benim, bu arada. Hırvatistan, ada, gemi filan hepsi doğru.)//////////////////////////////// Kolomb dalgasıyla bir de Müslümanların kâşifliği çıktı başımıza. Dünyanın yuvarlaklığına kadar geldik bu geyikle yuvarlana yuvarlana. Ben size söyleyeyim, Müslümanların keşiflerini geç, icat ettikleri en faydalı şey imbik ve alkoldür. Al kuhl da Arapça kelimelerin en güzelidir. Diğer güzel bir Arap keşfi de ‘arak, yani bildiğiniz rakıdır anacım. Bence onlar bu iki keşifle insanlığa olan fayda kotalarını fazlasıyla doldurmuşlar. //////////////////////////////////////////// Başar’ımdan maceralarla hayatımıza devam edelim. Başar, on numaradır. Evliliğin taze olduğu günlerde kayınvalide yanına çağırmış, “Başar, oğlum, sen kaç tane dua biliyorsun?”. Tam bizim delikanlıya yakışacak cevabı da almış tabii: “4 tane, anne. 3 Kulhu bir Elham”. Hocanın dediği doğru, Tanrı Başar’ı izleyip eğlenmek için yaratmış. Boğaziçi’nde kafasına bir kez monitör, bir kez de otomatik park engeli düşmüş. Ama hikâyelerin en babası Gümüşlük’te geçiyor. Kahramanımız eşiyle deniz kenarında yemek yiyor, bir bakmış suyun içinde bir ahtapot, bir de ıstakoz. Tasmayla bağlamışlar hayvanları kayaya. (Türk aklını seviyorum). Hayvanlar birbirini yemeye başlayınca “sizin mallar birbirini tüketiyor” diye haber vermiş. Adamcağız da ahtapotu tasmasından çıkarmış. Kaldırırken “pısss” diye bir ses gelmiş arkadan. Ve işte o anda Başar topyekûn (tişörtü, saçları, kolları) bir benek yağmuruna tutulmuş. Ahtapot kılığındaki mürekkep balığının beklenmeyen çıkışı sayesinde Başar bir kez daha mekânın kahramanı olmuş. Hem de günlerce geçmeyen mürekkeple. /////////////////////////////////// Patrik Bartholomeos’un hastasıyım. Geçenlerde bir etkinlik sonrasında enfes bir fıkra anlatmış. İsviçreliler pek gülememiştir, ama olsun, bence faiziyle hak ediyorlar. Biz de böyle ruhani lider isteriz! Tanrı İsviçre’yi yaratırken halka sormuş ne istiyorsunuz diye. 3 dilekte bulunmuşlar, dağlar, nehirler ve bol bol inek istemişler. Hepsini vermiş. Bizim İsviçreliler de düşünüp taşınıp sonunda Tanrı’ya bütün bu nimetlerin karşılığı olarak bir bardak süt hediye etmeye karar vermişler. Tanrı sütü alıp teşekkür etmiş. Dördüncü bir dilekte daha bulunabileceklerini söyleyince İsviçreliler “Madem öyle, 2 Frank verin yeter, sütün parası” demişler. ////////////////////////////////////////// Bu fıkranın gerçek olduğunu anlamak için İsviçre’ye bir defa gitmek yeterli oluyor gerçekten. (Tecrübe ile sabit maalesef). Niça anlattı bu fıkrayı. Durun daha bitmedi. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra görev dağıtımı yapıyormuş. İtalyanlar gelip “Biz ne yapalım?” demişler. “Siz pizza, makarna ve bilumum güzel yemekler yapın” demiş Tanrı. Japonlar da gelip aynı soruyu sormuşlar. “Siz yumuk yumuk ellerinizle elektronik eşyalar, arabalar yapın” demiş yüce kudret. Almanlara da “Sosis mosis, patates matates, yapın işte bir şeyler” diye görev vermiş. Sıra Türklere gelip de “Biz ne yapalım, Tanrım?” diye geldiklerinde cevabı net olmuş: “Gözünüzü seveyim, siz bir şey yapmayın. Milletin yaptığını bozmayın, yeter!” ////////////////////////////////////////// Bugün aylardır peşinde olduğum bir hayal gerçekleştirip Agios Dimitrios Kilisesi’ne gittik. Hem de en şenlikli kadromuzla: Niça, Antoş, İrini Hoca, Müge, cümbür cemaat. Hayatımda gördüğü en güzel birkaç kilise arasına girer. Antoş küçükken yaramaz ötesi bir çocukmuş. Annesi çareyi iyileştirici gücüyle bilinen kilisenin rahiplerinin dertlileri halıya yatırıp üzerinden dua ederek geçtikleri ayine götürmekte bulmuş. Kilise gerçekten mucizevi bir şekilde pek çok hastayı iyileştirmesiyle biliniyor. Neyse, bizim küçük yaramazı götürüp zorla yatırmışlar. Şansa bak ki peder üstüne basmış. O da kiliseyi birbirine katmış çığlıklarıyla. Millet korkudan çil yavrusu gibi dağılmış. İşte en aşağı 40-45 yıl sonra Antoş’un ezildiği kilisede ben de ezilmeye gittim. Halının üzerine yatıyorsun, papaz üzerinden atlarken de bir dilek tutuyorsun. Heyecan dün geceden başladı. Antoş “Bence sen akıl dile” dedi. “Yok”, dedim, “Tanrı’yı zora sokmak istemem.” Yatmadan önce de “Tanrım, bu gece erken yat. Yarın senin için zorlu bir gün olacak” demeyi ihmal etmedim. Bana verilecek akıl onu bile zorlar. Velhasıl gitti bugün kiliseye. Rahip üzerimden atladı. (Dileklerim gerçek olursa size Ekvator’dan yazarım). Anacım, bir peder var, akıllara ziyan. Selanik’ten gelmiş, elektrik mühendisliği ve psikoloji okumuş. Üzerine ilahiyat doktorası yapıyor. Bir de yakışıklı ki, sormayın. Ayinden sonra iyi enerjisini almaya gittim. “Depresyonda mısın?” dedi. “Sizi gördüm, girdim”, diyesim geldi. Yavrum, bizde mahalle imamları var, en iyi ihtimalle ilahiyatta bir iki dua öğrenip geliyorlar. Sohbet ettik pederle Yunanca. Her geçen gün Hristiyan sayısı neden artıyor anladım. Bunlardan her kiliseye bir tane koy, gani gani çoğalsın müminler. /////////////////////////////////////////////// Nurten Hoca’nın balıklarını löpletirken biraz eskiye gittik. Niça’nın annesi eskiden 1 Mayıs gösterilerine gitmesine izi vermiyormuş. Gösteriler Mecidiyeköy’de oluyormuş. “Çok uzak, şehir dışı, nasıl gideceksin oralara!” diyormuş. Bahane sanacaksınız, yok ayol, değil. Bugün Taksim’deki Agia Triada Kilisesi’nin yerinde eskiden mezarlık varmış. 19. yüzyılda Şişli’deki yerine taşınmış. Çünkü Şişli o zaman şehir dışıymış güzeller! ////////////////////////////////////////// Dov'è il Papa, ivi è Roma. (Papa neredeyse Roma orasıdır). Zaten İstanbul’un adı da Nea Roma (Yeni Roma). Geçen gün Arthur pek güldürdü bizi. Papa “Karşılamaya gelmeyin, ben metroya biner gelirim”, demiş. Sonuçta ona benzer bir şey oldu, Francisco Mercedes’i reddetti. Hey yavrum! (Bu arada Mercedes de İspanyolca şükranlar demek). Çaykur’a da Papa’lı bir reklam yakışır. Adamı geldiği ilk saatte kendimize benzetip teinperest ettik. Neyse, Renault, çay may derken bu ziyareti ucuza çıkardı hükümet./////////////////////////////// Twitter’de biri yazmıştı da çok gülmüştüm. “Umarım öbür dünyada Türkiye yoktur”. Bence umarım öteki dünya yoktur. Bundan bir tane daha çekemem anacımm…