23 Mayıs 2015

SEKS ANGARYA MIDIR?


     Çılgın arkadaşlarım arasında en üst sıralarda gelir Slobodan. Sarajevo doğumlu bir Srpski. Öyle candır ki! Dünyanın dört bir yanındaki kongreler olmasa birbirimizi göremeyeceğiz. Kaç dili mükemmelen konuştuğunu sayamıyorum. Edebiyat, tarih, din, her şeyi bilir Slobodan. Rengârenk bir kişiliktir. Dünyanın sayılı komik adamlarındandır. Onun yanında yanlışlıkla bir işi ciddiye almaya kalkmışsanız, boşuna çaba sarf edersiniz. Beyhudedir. İki saniyede kulağınıza bir fıkra anlatıp sizi darmadağın eder. Muhteşem yemekler yapar ve asla kötü yemek yemez. Onun yanında dolaşırken bilmediğiniz tatlarla tanışırsınız. Retz’de bir restoranda yemek yerken tanışmıştık zaten. Almanya’da en güzel eti kasapların yaptığını söylemişti. Kasapların içinde beğendiğiniz eti yiyebileceğiniz masalar olan minik şehirler var, ne tatlı!  Velhasıl yemekten bahsederken gözleri pırıldar. Onun Türk olmasından şüphelendiren en büyük özelliği de enfes bir yemek yerken ve daha sofradan kalkmadan tarifsiz bir heyecanla başka yemeklerden bahsetmesidir. 

       Akdeniz kongresi sayesinde Kıbrıs’ta karşılaştık Slobo’yla. Öldürdü beni gülmekten.  Konu savaşa geldiğinde bile anlatacak şenlikli bir şeyleri olan insan, Slobodan! Sırplar son savaşta Amerikalıların “invisible” bir uçağını vurmuşlar. Sonra da halk tişört yapıp giymiş. Üzerinde:  “Sorry, we didn’t know it was invisible!”. Miloševič’in evinin bombalandığı gün de adamın sokağına şöyle yazmışlar:  “Sadece bir gün sana ihtiyacımız vardı, o gün de evde yoktun”.

      Kongre esnasında bir kahkaha gelirse, bilin ki o bendendir. Bilin ki Slobodan bir iki dakika içinde fısır fısır bir fıkra anlatmıştır. Size akademik dünyayı en lezizinden anlatan bir Slobo fıkrası anlatayım. Efendim, profesörler seks zevk mi yoksa angarya mı, karar verememişler. Doçentlere sormaya karar vermişler. Doçentler düşünmüşler, taşınmışlar, bilememiş yardımcı doçentlere sormuşlar. Onlar da düşünmüşler, evirip çevirip bir cevap bulamamışlar. Soru asistanlara kadar inmiş. Asistanlar fazla düşünmeden cevap vermişler. “Tabii ki zevktir. Angarya olsaydı bize yaptırırdınız!” Koptum doğal olarak. Sapına kadar doğru. İstanbul Üniversitesi’nde hocalara çeviri yapmaktan yıllardır doktorasını veremeyen insanlar var. Ben ellerim doluyken bile öğrencime “çay bardağımı iki dakika tutar mısın?” demeye utanıyorum. Onlar koliler dolusu çeviri yaptırmaya utanmıyor. Türkiye’de akademinin hali bu, öğrenciyi sömürmek, üzerinden geçinmek, dil öğrenmemek, öğrenciye çeviri yaptırmak.

-Özlem, Rus erkekler neden dudaktan öpüşür biliyor musun?

-Hayır, Slobo.

-Birazcık ısınmak için.

     Rus demişken Nikolay’ı da unutmayalım. Şeker bir televizyon programcısı/sosyolog. Kıbrıs’ta beni Petersburg’daki programına davet etti. Yunanlar  “pote min les pote” (Asla ‘asla’ deme)  der. Doğrudur. Daaa da gitmem Petersburg’a, demiştim, yalanmış. (Bu durumda Davos’un güvenli bir yer olmasından şüphe edelim, gidip yerleşmeye kalkmayalım, ters köşeye gelmeyelim.)  Bir Rusperest olarak Özlem’i bile delirtmiş Ruslar.  Rostov’a gitmiş, onlara “Kuzey Karadeniz Lazları” diyor. Haklı.  Özlem Rusça bilmiyor diye bağıra bağıra dertlerini anlatmaya çalışmışlar. “Yabancı dil bağırınca anlaşılır” inancına tek sahip olan Türk anneleri değil ya. (Eve gelen yabancı arkadaşa bağıra bağıra ve heceleye heceleye Türkçe konuşan bir anne memlekette her evde vardır. Bende onun Fransızca bilmeyen arkadaşlarıma Fransızca konuşanı var,  mesela.) Hal böyle olunca Özlem’den respons:

-I didn’t say I can’t hear Russian. I said “I don’t speak Russian”. Haklı kız, anacıımm!

      Velhasıl Kıbrıs muhteşemdi. Yıllar önce ofis arkadaşım Serkan’ın kumpanyasına katılıp gitmiştim. Fazla şanslıydık, oyunculardan birisinin babası barış komutanı idi, onun sayesinde Maraş’ı da görmüştük. Bir film karesi gibiydi. Terk edilmiş koca bir şehir hayal edin. İnşaatı yarım kalan oteller, yıkık binalar, yıllar sonrası için rezervasyonları yapılmış oteller… Afrodit’in neden burada doğduğuna inanıldığını ispatlayan inanılmaz turkuaz bir deniz! (Afrodit’in neden Uranüs’ün hayalarından doğduğu konusuna hiç girmezsek olur sanırım).   Ne çok eğlenmiştik! Son gün hayatımın ilk ve son disko kavgasının ortasının kalmıştım. Bizim çocukları arabaların üzerinde görünce disko kavgası denen şeyin ne menem bir şey olduğunu anlamıştım. “Ağaca Tüneyen Baronu” okuduysanız bilirsiniz. Salyangoz yemek istemediği için ailesine kızıp ağaçlara çıkan Cosimo ömrünün sonuna kadar ağaçta yaşar. Orada yer, içer, âşık olur; ağaçtan ağaca koşar, asla yere ayak basmadan ölür. Hah, işte bizim çocuklar da öyle arabadan arabaya atlayarak aşağıdan saldıranları tepelediler. Ben de gözlerim tavada yumurta vaziyette izledim olanları. Anlatılmaz yaşanır bir andı. (Farkındaysanız tam da anlatamadım).

     Yaşarım ben bu Kıbrıs’ta. Benzin ve alkol bedavadan biraz pahalı, yemyeşil, masmavi, sıcak, 12 adet de gül gibi üniversite var ve ülkede cami neredeyse yok. Zaten Kıbrıslılar camiye hayatta bir kez gidiyormuş, o da çok önemli biri öldüğünde. Cami görevlisi dünya sempatiği bir adam. Hem dindar, hem gülümseyen insan bulmak zor bu devirde. Sanki din gülümsemeyi yasaklıyor! Rahat ol hacı, yok öyle bir yasak.

     Famagusta’da (Mağusa) ruhum kaldı. Çılgın bir Gotik katedrali camiye çevirmişler. Devşirilen katedral görmemiştim hiç, içine girince tuhaf oldum. Bizans kilisesinden cami yaparsan, gideri olur. Kubbesi ve iç mekânı ile camiden çok uzak değildir.  Ama katedralden kasıp cami yapmak ataya çok yakışmamış. Üstelik mihrap da yamuk duruyor çaresiz. Adamlar kiliseyi kıbleye göre yapacak değildi ya. Sonradan çevirince mahvolmuş o uhrevi hava. Slobodan bizi Aziz Yahya ve Tapınak şövalyelerinin yan yana duran iki küçük kilisesine götürdü. Hemen hemen aynı boyda ve yan yana inşa edilmeleri de kardeşliğin simgesi imiş. Tapınak şövalyelerinin kilisesinin içi bugün bar olarak hizmet veriyor. (Bence yeterince kutsal bir hizmet). Dinle derdi olmayan halkları seviyorum, elimde değil. 

     Arapların ıspanak, gül suyu, şeker, muz, alkol gibi şeylerin yanında Avrupa’ya kolokası da götürdüğünü yemek tarihi dersinde anlatırım. Lakin ilk defa tadına bakabildim. Kocaman bir kök bitki, patates gibi pişiriliyor. Tanıştık. Sevdim. Umarım o da beni sevmiştir.  Bu çılgın Kıbrıslılar otlara bayılıyor. Orada yaşamak ve asla İstanbul’a dönmemek için başka bir sebep işte. Kaz ayağı, molehiya, gappar… Gappar, bildiğiniz kapari. Osmanlıca metinlerde gebere diye geçiyor. Yıllar sonra İtalyanlardan özenip adını eskiden yine İtalyancadan aldığımız şeye yeni ad vermişiz: Kapari. (Akıl tutulması) Kaz ayağına, gaz ayağı diyor Gıbrıslılar. Âlem adamlar. Her şeye bir “cik” eki getiriyorlar. Mesala: Gıbrısçık. Ama olması gereken yere koymuyorlar. “Bademcik” değil “badem” diyorlar. Bademlerim şişti, koşun kızlarrr!

       Meşhur kuş turşularından yemedim: Cikla turşusu. Minicik kuşları ağaçlara ökse sürüp avlamak pek sempatik gelmiyor. Yok ya hu, kuşları sevdiğimden değil, kuş etinden yapılan turşuyu masada görmekten hoşlanmadığımdan. Küçükken yaşadığım korkunç bir günden ötürü kuş fobisi baki kaldı bende. Yaz aylarında Malta ve İtalya’ya gidemiyorum. Kuşlar masalardan inmiyor bu enlemlerde.  Tabii bu arada bir insanın kuştan turşu yapması için canının hayli sıkılmış olması lazım. Kapa parantez.

       Reçele de “macun” diyorlar. Badem macunu aldım. Enfes ötesi. Sıvı bir marzipan hayal edin, işte badem macunu. Bir çeşit Jerez (Sherry de Jerez’den türeme,  İngilizler Jerez’den araklamışlar) ya da moscatel diyebileceğimiz Commandaria şarabı da adanın nefasetlerinden. MÖ 800 yılında Hesiod bile yazmış. Arslan yürekli Richard’la Berengaria’nın düğününde de Commandaria sunulmuş. Dünyanın isim taşıyan en eski şaraplarından biri olarak biliniyor hala. Tavsiye edilesi.

      Casino? Hiç işim olmaz. İtalyanca “casino” , kargaşa, karmaşa demek. (Başka bir anlamı daha var, walakin burada gerek yok ortalığı karıştırmaya J ) Kazanma ihtimalim olmayan işlere bulaşmam hayatta. Garantiyi severim.  Otelimizin casinosu bölgenin en büyük casinosu imiş. (Bölge derken Ortadoğu ve Balkanların sanırım, malum bizim süperlatiflerin coğrafi sınırları belli.) Belirli aralıklarla tepeden ahali uyumasın da oyuna devam etsin diye su ve hava servisi yapılıyormuş, duyduğuma göre.  Ben eşlikçi olarak katıldım bizim gençlere.  Çok da eğlendim. Kadın nasıl oynanacağını anlatıyor, üçümüz de anlamıyoruz. (Mal gibi bakıyoruz, demeye utandım bir an, ama durum oydu aslında. Üç adet polyglot akademisyen, leziz okullarda okuyup büyümüşüz, ama kumar zekâsı başka bir şey ve bizde ondan olmadığı kesin. GQ’muz (gambling quotient)  magma seviyesi). İşin özeti, millet çuvalla para bırakırken biz 60 yetele’lik pul ile avanak avanak dolaşıp mekânın maymunu olduk. Hazırsanız hikâyenin sonunu da anlatayım: Oynamayı beceremeyince pulları verip parayı geri aldık.  

      Kleftiko’yla tanıştım nihayet. Kleftis, Yunanca “hırsız” demek. Kuyu kebabı şeklinde yapılan bu yemek, hırsızların yürüttükleri koyundan yapılmaları dolayısıyla bu adı almış. Benim aklıma ise ilk olarak Yunan bağımsızlık gerillaları olan Kleft’ler geldi. Kuzey Yunanistan dağlarında bizlere karşı savaş veren bu haydutların dağda geliştirmiş olduğu bir kuyu kebabı olduğunu düşündüm. Malum adamlar dağda ne bulursa ateşte tatlı vahşi bir şekilde pişirmek zorundalar.

      Son konferansımız da şenlikli geçti. Korsan tarihinin piri Emilio Sola ile düet yaptık Cervantes Enstitüsü’nde, Don Quijote’nin ikinci cildinin 400. yılı şerefine. Yılın sürprizini İlker Hoca yapmış aramıza katılarak. (Aşılabilitesi olmayan sürpriz). Bir baktık, taaa İzmir’den gelmiş! Sürpriz diye buna derim.  Son zamanlarda hangi kıçtan çıktığı (daha da terbiyesiz olabilirim istersem, ama inadına olmıycam)  belli olmayan bir Cervantes’in Kılıç Ali Paşa Camii’nde çalıştığı geyiği çıktı. ( Tam bu esnada bir gülme mekanizması olarak ağız tedavülden kalkıyor). Cervantes’in notere yazdırdığı bir vasiyeti var elimizde. İstanbul’dan bahsetmiyor bile. Kaldı ki buna gerek de yok. Görmeden İstanbul’un anlatıldığı bir dönemde İstanbul’u gören bir Cervantes ona sayfalar değil ciltlerce yer ayırırdı. Emilio da bu tezi hararetle savundu. Bu uydurmayı ortaya salanlara son sözüm: Çok cahilsiniz, keşke ölseniz.  Konferansın sonunda İspanya konsolosu gelip “Beni çocukluğuma döndürdünüz, çocuklar gibi mutlu oldum”, dedi. Ne zarif teşekkür. Kibarlar kibarı.

     Emilio ile karidesli-biralı özlem giderdik. Emilio İspanya’nın en değerli hippi tarihçilerindendir. Beş koca yılını Cezayir’de geçirip Alcalá de Henares’e dönmüş ve evini devrin entelektüellerine açmıştır. Bugün bile hala yolu Alcalá’ya düşen onun müze-evinde kalır. Kitaplara tebelleş olmaktan uyuyamazsınız. Rüya mı, ev mi belli değil. Emilio’nun no-novela (Roman-değil) adıyla yarattığı bir edebi janr var. Ayrıca Türk denizcilerle ilgili yazdıkları bütün deniz tarihçilerimizden daha çok. Kılıç Ali Paşa’nın  biyografisini de o yazdı. Onun peyniri çok sevdiğini ve o dönemde herkesin ona değerli peynirler hediye ettiğini anlattı. Kılıç Ali Calabria’lı, adam peynir sevmeyip ne yapsın.

       Buradan Ali Hoca’ya kucak dolusu selam.  Kıbrıs’ta sohbet edecek vakit bulduk. Kendisi Girit’te hayatımı kurtarmıştır. Yunanın sert be sert içkisi zivaniya’dan kazanla içip ayakta duramayanlar hayata döndürülür. %45lik, shot içiliyor. Yunancanlar varille içip dimdik ayakta kalıyor, ben iki shot’ta: sefaletün sefaletün sefilün. Zivaniya’dan çıkmak, hah işte, bu da Türk diline hediyemiz olsun. Ali Hoca’yla pek yakında enfes bir korsanlık tarihi kitabıyla karşınıza çıkabiliriz.

       Konferanslar, sempozyumlar, çalıştaylar bitti. “Tay” Türkçede yer bildirir. O işin yapıldığı yeri gösterir. Sayıştaş, danıştay, çalıştaş .. “Danışmak” Türkçe değildir, ama idare edin artık. Farîsîdir.  Dânişmend, “bilge, âlim” demek. Farsça üniversite kelimesi de buradan geliyor: Dâneşgâh. Neyse, ben artık mışıltay’a çufçuf…  Beni özlerseniz  fotoğrafıma bakın. (Telafatın resmini yapabilir misin, Abidin?) Ekte.