5 Ağustos 2015

SEN İSTİYOR LAVAJ, VERECEK 100 LEK


 

         Arnavutluk? Ne biçim memleket adı la bu, dutluk gibi. Allah hiçbir ülkeyi dilimize düşürmesin. Neyse, Ohri’den basıp Arnavutluk’a daldık. Ayağımızın tozuyla bir bira istedik. “Tirana” nam bir marka getirdiler. Baktık üzerinde cami resmi var, şaşayazdık. Anladık ki camiyle biraya girmişler. Ayağımızın tozuyla diyorum, mecaz değil. Çünkü ülke toz içinde. Al eline bir toz bezi, dört bir yanı sil hissi veriyor. Özlem’in dediği gibi gaz ve toz bulutunda kalmış. Yaradılıştan beri öyle duruyor, anacım. Elini süren olmamış.  Özlem ülkeye “Our country is currently under construction” tabelasını uygun gördü. Ben de biraz bakınıp “Bir gün erken mi geldik acaba?” diye düşündüm. Her yer toz, evler yarım yamalak bırakılmış, plajda yerden inşaat demiri çıkıyor, o derece! Anladık ki Arnavutluk’u daha yapıyorlar. Çaresiz aklıma bir Yiğit Özgür karikatürü geldi: “Yanlış bir zamanda mı geldim Hüseyin Abi? Hüseyin Abi?”

 
       Arnavutça dünyada hiçbir dil ailesine ait olmayan nadir dillerden biri. Neyse ki İtalyanca konuşunca herkes anlıyor. Ülke artık nasıl pisse ve ortalık nasıl toz halinde kalmışsa ilk öğrendiğimiz kelime “lavazh” oldu. İtalyanca “lavare”den geldiği belli. “Yıkama” demek. Yer gök “lavazh” tabelası. Okuya oku delirdik tabii, birkaç saat içinde içmeden geldiğimiz nokta şuydu: “Sen istiyor lavaj, verecek 100 Lek”. Biraz içince: “Sen istiyor benle lavaj, verecek 1000 Lek” oldu. Lek, malum Arnavutluk’un para birimi.

      Herkesin altında yeni, eski bir Mercedes. Zaten ülkede şöyle soruyorlarmış: “Araban mı var, Mercedes’in mi var?” Ülkede yarış artık cep telefonu sayısı ve araba ile yapılıyormuş. Bir yerden tanıdık geldi mi? Bak İtalya’ya, herkesin altında kıçı sokacak kadar araba vardır. medeniyet arabanın büyüklüğü değil küçüklüğü ile ölçülür.

        Vlore’de yayıldık, uzandık şemsiyenin altına. Bir çocuğumuz yok diye şükrettik. Zaten benim çocuğum olsa kısa zamanda onlarla vedalaşır, “Kusura bakmayın çocuklar, ilişkimiz rutine bindi” derdim. Özlem daha iyisini buldu: “Siz daha iyilerine layıksınız” ya da “Şu anda ciddi bir annelik düşünmüyorum.” İşte, biz Türkiye’de yaşayan kadınlar bu jargonu hep ayılardan öğreniyoruz.

      Arnavutluk’ta da eskiden trafik ışıklarında durmak çok tehlikeliymiş. Koşup arabayı söküyor, ihtiyaçlarını alıyorlarmış! Bir keresinde öndeki dört fardan birini sökerken yakalanınca “Sen de dört tane var, bizim evde ampul yok” demiş adam. “Herkese ihtiyacı kadar” düsturuna uyuyorlar yani, yapacak bir şey yok. Adam ülkesindeki rejime uymuş işte zamanında.

       Gecenin bir yarısı Tiran’a vardık. Devasa Skender Beg Meydanı bize kaldı. Araplar 15 milyon dolar vermişler meydanın düzenlenmesi için. Sanırım onlar da tanesi 100 dolardan binlerce çim tanesi almışlar. Ya da en kötü ihtimalle paraları kötü günler için çimlerin altına gömmüşlerdir. Çılgınlar gibi büyük opera binasının önünde boy boy resim çektirdik. Operası olan kentlerden korkmayacaksın arkadaş. Saygı duyacaksın. Neyse, saygımızı duyduk, indik çimlere. Çimlerde debelenirken Arnavut aileler geldi, fotoğraf çektirdiler bize. Ful turist görünümlü aileler. Özlem’in aklına tam o esnada şu geldi. Belçika’da sırf Türklerin gittiği bir kafeye Belçikalılar gelmiş. Kafenin sahibi de “Hasan! Oğlum turistler geldi bir bakıver” demiş. Koptuk tabii. Sıvı gibiyiz la! Yaşadığımız ülkenin şeklini alıyoruz.

     Geceye eski bir pastane arayarak devam ettik. Her şehrin klasik, entelektüellerin gittiği bir pastanesi vardır. Onu aradık Tiran’da. Bulamadık. Ama yol boyunca dünyanın bütün iyi arabalarını gördük. Neyse, sonunca bir krepçiye geldik. Balkanlar’da ve Ruslarda tatlı deyince ilk akla gelen şey olsa gelen: Palačinka. Kendilerini aşmışlar. Enfes bir dört peynirli yedim, Özlem de Malibu’lu bir krep yedi. Gecenin bir yarısı kalacak bir yer bulmamız gerektiğini fark ettik. (Vakitlice fark ettiğimiz iyi oldu tabii). Geçen Arnavutluk’a gelişimde yine aynı durumda kalıp arabada uyuduğumuz için bu sefer bu sona hazır değildim. Sempatik bir Alman otelimsi bulduk. Dikildik kapısına. Kapı açık, post makinası ortada, teyzem yelpazesini bırakmış, ama ortada kimse yok. Girdik içeri. Enfes tahta karyolalar, pembe duvarlar, tahta masalar. Tam bir Bavyera evi. Azimliyiz, burada kalacağız. Kimsecikler yok. Bütün gece kameraya el sallayarak şebeklik ettik. Bu arada “oda var mı?” diye gelenlerden 50’er avro alsaydık, bir hafta merkezdeki International’da kalırdık. Azmi elden bırakmadık. Oturduk bahçeye, bir kahkaha komasına girdik. Özlem Boğaziçi Felsefe’den mezun. Benim üniversitede kaçırdığım şenlikleri anlattı. Erkekler yurduna kızların girişini yasakladıkları gün dağcılık kulübünün kızları halatlarla erkekler yurduna çıkmış. Erkek yurdundan birisini çağırırken oda numarası ve adını aşağıdan feryat figan bağırıyorlarmış: 406 Murat ve Murat çıkıyormuş. “306 Suat” diye bağırınca da 306 no’lu odadan su dolu bir poşet aşağı uçuyormuş. Kaçırmışım eğlenceyi onca yıl. Askeri arazide iki çocuğuyla yakalanıp, ateş edilince korkudan çocukları bırakıp kaçan çingene baba ertesi gün televizyonda şöyle demiş: “Ep babalık duygusundan beya! Evde bunlardan beş tane beni bekler.” Alman otelimsinin kapısında bu ve sair şeylere kahkahalarla gülüp “sabahlar olmasın” tadında bekledik. Ayrılırken Özlem yelpazenin üzerine “We were here, but you were not” yazdı. On günlük gülmüşüzdür. Havamızı alarak başka bir otel bulduk. N’abalım beya!

       Ülke bedavadan biraz pahalı. Babalar gibi yiyip içip birkaç kuruş para veriyorsun. Türkiye’de tatil yapanın aklına şaşayım. Bir lahmacun-kola parasıyla bilet alıyorsun, hooop Övropa’da misler gibi geziyorsun.

      Son günü müzeye ayırdık. Turizm bürosundaki adam “Müze 1’de açılıyor, ama kendi kafalarına göre takılıyorlar” dedi. Bahsettiği yer de Milli Müze! Vakit geçirdik, gittik, teyze demesin mi “2 ile 5 arası kapalı”. Welcome to the jungle, anacım! Adam haklıymış. İtalyanlardan sadece dili değil, öğle tatilini de kapmışlar. Ne diyoruz, Batı’nın iyisini alalım. (Biz niye almıyoz la o zaman Batı’nın iyisini?)  Neyse, en azından Edhem Paşa Camii’ni görmüş olduk. Resmen Romanesk sütunları ve freskleri ile kendisini cami sanan bir kilise. Bunkerden bir tanesini meydana koymuşlar. Dünya gözüyle bir bunker gördük. Gidişata bakılırsa yakında bize de lazım olacak.   Ülkeye girdiğiniz andan itibaren her gök bunker. 1967-85 yılları arasında toplam 700.000 bin tane yapılmış. Merkezde bir tanesinin içine girdik. Ancak iki kişi alıyor. Savaş ne pis şey ya! Burada savaş yokken yapılmış, bir de buradan yakın

      Şehrin dört bir yanında büfeden küçük, minik kitapçılar var. Acil ihtiyaç halinde kitap alınabilecekmiş havası uyandırıyor.

     Yıllardır aradığım bir İskender Bey kitabı ve bir de “Xenophobe’s Guide to the Albanians” aldım. Her millete yapmışlar. Bize henüz yok. Sanırsam bizimkisi 50 ciltlik olacağı için henüz bitmemiş. On numara rehber olmuş. Mesela: “Arnavutlar politika konuşurken en çok bağıran ya da en büyük tehdidi savuran kazanır”. “Arnavutluk’ta Yahudiler Naziler tarafından öldürülmedi. Bisikletle trafiğe çıkarsanız, anlarsınız”. Biz bisiklete binmeden anlayıverdik mesela. Zırhla gezsen yine yok ederler seni. Savaş uçağı kullanıyorlar sanırsın. 2009’da ilk geldiğimde gecenin bir yarısı uyuklayarak otobana ters yönden girmiştim. Dönüşte mahkemeye başvurup adımı “Mucize” yaptırsam olurmuş yani.

      Şekerli Arnavut öğrencim Erisa’ya buradan selam. Bir sonraki sefere onunla gezeceğim bu güzel şehri. Kısacası bir daha gidilesi bir yer Arnavutluk. Hem şansınız varsa döndüğünüzde ülkenin yapımı da bitmiş olur J