4 Ağustos 2016

ANAAANE, NANE? (BİR MOJİTO’NU ALIRIM) ya da SON MEMECİ


 

     Yok anacım, ben anlaşılamıyorum. Küçükken de anlaşılamıyordum zaten. Aile fertlerinin hafızasına en köktenci şekilde nüfuz eden bir anı da Beylerbeyi’nde dedemin devasa terasında saksılardaki naneleri koparıp koparıp adamcağızın yanında biterek “Dede, nane?” dememdir. Bin bir emekle ektiği nanelerin hunharca koparılmasından olsa gerek dedem bu jestimden hiç hoşlanmayıp beni kovalarmış. Biri de çıkıp “yaw, bir dakika, bir dakika. Galiba çocuk bize bir şey anlatmaya çalışıyor” dememiş. İşte böyle böyle heba oldu çocukluğum. Belki de “Dede, al nane. Bir mojitonu içerim”, demek istiyordum. Nerden belli? Hiç anlaşılamadım, hiç. Ama kardeşim üç kelime ile kendini ifadeye geçtiğinde savunma sistemini daha hızla geliştirmişti. Çocuk zeki tabii. Müzik röportajları yaptığım zamanlarda onu da götürürdüm. Çoğu zaman bana ayrılan karizmanın o an sonuna gelmek demek olurdu bu. Gömerdi beni oracıkta. Bir keresinde ben röportaj yaparken onu oyalamak için yedirdiğim yemekleri çiğneyip yandaki masada oturanların dibine gidip ağzını açarak göstermişti. (Tibet Ağırtan’dı söz konusu star, hiç unutmam). Magmanın dibinden ona “Merve, ne yapıyorsun?!” dediğimde el-cevap hazırdı: “Aferin desinler diye bekliyorum”. Hah, işte ben getirdiğim naneler için aferin desinler (ya da bir mojitocuk versinler) diye bekleyemeden mangal körüğüyle kovuluyordum.

      Ha, bu arada mojito naneyle değil aynı familyadan “hierbabuena”yla yapılır. Güzel Türkçemizde adı sanırım “kıvırcık nane”. (Botanik vokabülerimiz tavan yapmış).  Daha uzun ve tırtıklı bir bitkidir. Çık sokağa sor, “heee, nane bu leynnn” derler. 100 kişiye sorsan, aldığın 99 popüler cevap bu olur. Amma velakin değildir ve mojitoyla yapılan naneden bir hayır gelmez. Annem Küba’dan dönünce verdiği demeçte “Ayy, gece gündüz rom içiyorlar. Kolayla, hindistancevizi suyuyla, tonikle…” Oradan bakılınca biz farklıyız sanki: “Ayyy, gece gündüz leş gibi anason kokan bir şey içiyorlar”. İyi ki annem yemek tarihi dersine girmiyor.   

          Yeni tatlar konusunda bağnaz ötesi bir aileden geliyorum.  Gezip yediklerimi anlattığımda yüzünü marul gibi buruşturan annem “iykkkkk” diyerek bana daha da cesaret verir. Kurban bayramında evde yaşanmaz mekânlar yaratan kendisi değil sanki. Yaw, arkadaş, sen işkembeden çorba yapıp böbrek yiyen bir insansın, akmayıp kokmayan salyangoza ağzını açıp diyecek lafın olmamalı bence. Kokoreç yersin, ama lokum gibi yumuşacık, mis kokulu eşek etine “iykkkk”. Yıllar önce yemek tarihi dersinde “Çin mutfağını anlatınız” sorusuna “pirinç” diye cevap veren öğrenciyi düşündüm de, annem olsa daha eğlencelisini yazarmış aslında. “Ayy, bu Çinliler gece gündüz pirinç yiyorlar!”. Hayatımın en travmatik sahnesinde unutmak istediğim bir kurban bayramı var: Düdüklü patlamış ve işkembe tavanlara yapışmıştı. Tavanda adeta bir Atlantis haritası oluşturan işkembeler masalara çıkıp temizlenmiş, ama mutfak aylarca leş gibi kokmuştu. Mutfağa giremediğim için anoreksik olmuştum. Dukan, Karatay, Taşdevri… Bırakın bunları. İffet diyeti. Garantili sonuç.

      What’sApp gruplarımız endorfin salgılıyor. İşinden sıkılan bir arkadaşa iş teklifi getirdi bir doktor arkadaş. “Ben Eko yaparken sen de teyzelerin memelerini kaldırırsın. Akşama kadar kolumla meme kaldırmaya çalışmaktan sırtım ağrıyor”. Arkadaşın cevabı “Kavrulmuş anasondan rakı yapmaya başlamışlar şu an Tekirdağ’da, ondan kapıp geleyim o zaman.” Tabii, haliyle olay Trakya’da geçiyor. Ama meme kaldırma işi iyi değil mi? Anacım, doktorların işi de zor. Memeleri paçalarına kadar uğramış teyzelere Eko çekerken ne kol kası biceps, triceps geliştiriyorlardır. Zaman zaman “teyze, şu memeyi şöyle bir tutuver” dedikleri oluyormuş. Bence o memelerin altında Drahmi bile kalmış olabilir. (Heee, muhtemelen teyzeler tarafından en sonra avro’ya geçildiği 2000 yılından beri kullanılmayan bir parçadan bahsediyoruz ne de olsa.) Teyzem oraya sakladığı Drahmileri Ethniki Trapeza’da (Merkez Bankası) bile bozduramaz gari. Uzun lafın kısası “son memeci” aranıyor. (‘Son’ memeci, çünkü bu işi yapan görevlinin sonsuza kadar sadece bir tanesine bile bakmak istemeyeceği garantisi var).

      EKO mu? Ekokardiyografi. Kısaca kalp hakkında bilgi veren kısa bir test. (Kardeşim hayatta sadece MR çekildiğini sanan bendenizle gani gani dalga geçiyor. Bir keresinde gelen mesajdaki MR’ı da “Mister” diye okumam ev tarihinde unutulmayacak. N’abayım, sağlıklıyım maşaaaalllah, hastalıkla işim olmuyor yeavroom.  Terminolojiye hâkim değilim. Kişinin eko görüntüleri kişinin yapısından dolayı iyi olmazsa ona da “ekojenik değil” deniyormuş. Tey tey… Eko çektirmeye ise hiiiiç ihtiyacım yok. Yağları kazıyınca alttan kalp çıktı, olm. Sanırım tıkır tıkır çalışıyor. Eko çektirsem sistemi çöktürür benim kalbim, yeaaaa…. Ekojeniğim ben :P Siz yine de benim yapıp Yunan diline kazandırdığım kelimeyi sevin: kardiyokleptoman. Kullanmayacağı kalbi çalana deniyor. Denmiyor, ama dense sorun yok yani. Ben yaptım kelimeyi, kullanın, canlandırın. Mesela bir çöp kadın yapalım. Adı Ayşe olsun. “Ayşe kardiyokleptoman. Hiç ihtiyacı olmadığı halde kalp çalıyor. Çaldıklarını kötü günler için yastık altında saklıyor. Yüksek yastık seviyor. Ayşe gibi olma”.  Hah, yandı bende devreler.

        Fi tarihinde eski mi eski bir sevgiliyle gece yolda yürüyoruz. Karanlıktan tatlı sarhoş bir amca çıktı. Bana uzaktan “Don’t believe him!” diye bağırdı. Olay San Francisco yokuşlarında filan değil, bildiğin Ataköy’de geçiyor! “Memleketim insanı da iyiden iyiye delirmenin doruğuna geldi” diye gülüşüp geçtik. Sonra bir ortaya çıktı ki adam haklıymış. Epeski sevgili ayaküstü 1000, oturarak 2000 yalan söyleyebilme kapasitesine sahip bir arkadaşımızmış. (Adının doğru olduğundan bile şüpheliyiz. Mesleği gölge yazarlık, devamını siz hayal edin). Böyle absürt ötesi şeyler sadece ve sadece beni bulur. Sonra, ben neden roman yazarken kurguya gerek duymuyorum? Hazır kurulmuş geliyor bana her şey :P

        Seviyorum bu şehri. Bisikletini alıp vapura biniyorsun. Adaya gidiyorsun. Bir bira içelim diyorsun. Oturuyorsun. Midye dolmaları, kalamarlar derken sohbet uzuyor. Gülüp eğleniyorsun, sonra tekrar bisikletine binemeden vapura binip eve dönüyorsun. Hastasıyım bu şehrin. Haa, bu arada MFÖ’nün “Peki, peki anladık”ı “Hastasıyım” Ayhan Sicimoğlu’na yazdığını öğrendim. Bence hak etmiş.

         İlber Hoca’nın en önemli kitabını bilirsiniz: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Oturup içinde bulunduğumuz şu günleri yazıp adını da İmparatorluğun en “Uzun” yüzyılı koymak istiyorum. Yalan Dünya’da Selahattin’in yerlere kadar eğilerek sunduğu replik var ya, “Bitmiyor bugünnnn”, hah, işte bitmiyor bu yüzyıl, bitmiyor anacımm…

         Haydi, biz Bologna’ya kaçtık.  Bir doktora yapar geliriz…

        Sorarlarsa  Almeizer oldum ben… Yok, olm, bildiğin disleksi olmuşum… :P