7 Ağustos 2016

AVUKAT İSTEDİM, AVOKADO GELDİ


 
       Yazdan nefret ediyorum ben galiba. Yaz gelince yapılması gereken şeyleri iki emir cümlesi ile özetlersek: Şimdi sakince otur ve geçmesini bekle. Evet, evet. En azından ben öyle yapıyorum. Bu sıcakta Fas’taki nem ve sıcaklık durumunu hayal bile edemiyorum. Güney Amerika planımızı “Yok yaw, orası şimdi kış” diye bozup planı yumurtanın asfaltta pişirildiği Fas’a, hem de Kayzer Augustus’un ayının göbeğinde çevirdiğim için hayır duaları alacağım. Arkadaşımın Fas’ta bisiklete binme planlarını (binerse o bisiklet vücuda kaynar, kendisi de altı bisiklet üstü insan bir mitolojik hayvana dönüşür çünkü) çaktırmadan, “Ayy, ne güzel okyanusa gireriz” şeklinde saptırıp kendisini daha serin hayaller kurmaya teşvik ediyorum. İşe yaramazsa beni boğarken o sıcakta kaynayıp bir Androgynous’a dönüşürüz maazallah. Bu fantastik saçmalarıma hep sıcak ve nem sebep oluyor. Kaç Fahrenheit olm bu sıcaklar?

        Eco’nun ne kadar komik bir herif olduğunu unutmuşum. Toprağı begayet bol olsun.Sanırım İstanbul’a geldiğinde İtalyan Kültür’de verdiği İtalyanca konferansta ona sorduğum tek soruya cevap veremeyince bana sinir olup gani gani kıl davranmasından mütevellit. “Bologna’ya gidiniz, Massimo Montanari’ye sorunuz” dedi. Oysaki ben Bologna’ya gitmiş ve Montanari’yle görüşmüş, ona bu soruyu sormuştum. Bunu da söyleyince Eco’yla aşkımız oracıkta başlayamadan bitiverdi. Yeniden Bologna yollarına düşmeden bir Eco daha okuyayım diye Somon Balığıyla Yolculuk’u aldım. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. İsveç’ten alıp otelde mini buzdolabına koyduğu, ona yer açmak için dolaptan çıkardığı her şeyin her gün açıkta içilmeden ve yenilmeden görüldüğü halde kural gereği bilgisayara kaydedilip çıkışta kendisinden dünyayı kalkındıracak kadar para istendiğini acayip şeker dille yazmış. “Bir avukat istiyorum dedim, bana bir avokado getirdiler” diyerek de İsveç halkının anlayışına noktayı koymuş. Neden ona Stockholm Sendromu deniyor sanıyorsunuz? (Atina, Marsilya ya da Lecce Sendromu değil?) İsveç çekilir bir yer olsaydı sendromun adı Stochkholm olur muydu hiç? (Şükür mantık dersine girmiyorum).

     Seviiiim koş, memleketin en iyi çevirmeni ne hata yapmış bak! Editörlük ve çevirmenlik konusunda eline zor su dökülen biri çevirmiş Eco’nun bu kitabını. Bir de ne göreyim! Frederick Barbarossa ile Barbaros Hayreddin’i karıştırmış! Aradaki 400 yıl fark yetmiyormuş gibi, millet, din, ülke, konum, görev farklarını da eklersen yanlış anlamak için hayli çaba sarf edilmesi gereken bir kontekst. “Editör Uyuyor mu?” diye bir kitap projemiz var. Ama yazdıktan sonra yanımıza çift tendonlu iki iri kıyım zenci alıp İstanbul sokaklarında korunaklı dolaşmaktan başka çare kalmayacak. Kitap çıkınca bir tek arkadaşımız zaten kalmayacak.

      “Tanıdık yüzler görülünce nasıl tepki verilir” bölümünde Umberto Amcam beni anlatmış. Yıllar önce New York’ta gezerken kendisine gülmekte olan adam yaklaştıkça paniğe kapılır, ya şimdi “Ne haber?” ya da “Bana sözünü ettiğin o şeyi yapabildin mi?” derse ne yaparım diye korkudan kaldırımın karşısına kaçmaya çalışır. Ama çok geçtir. Adam onu yakalayıp gülümser. Yaklaşınca fark eder ki tanıdık sandığı kişi Anthony Quinn’dir! Yılladır aynı sendromdan mustaribim. Sık sık Beşiktaş’ta  “Arkadaşım, ama nereden arkadaşım bilmiyorum” diyerek durup dururken her gördüğümde heyecanla güldüğüm biri var. Gülümseyip geçerken “Olm, okuldan değil, mahalleden değil, yayın dünyasından değil, müzik dünyasından değil… Nereden arkadaşım leyn bu adam benim” diye düşünürken bir fark ettim ki adam aslında Yalan Dünya’da kötü film yönetmenini oynayan Tuna Orhan. Yalan Dünya izlemekten (ve defalarca yeniden izlemekten) oyuncularla nasıl bir içsellik kurduysam oyuncuyu her gördüğümde (sonrasında arkadaşım olmadığını anlamama rağmen) yeniden arkadaşım sanarak selamlıyorum. O da hiç bozmuyor sağ olsun. Bir gün birilerinden çok pis dayak yiyeceğim, haydi hayırlısı… Hah, işte Eco bunun çağımızın yeni kitle iletişim sendromlarından biri olduğunu yazıyor. O benim işte.

      Ahali sıcak iklimlere göç edince biz de evde en yaşanabilecek mekân olan babamın yatağına taşındık kardeşimle. Dün gece tuhaf bir şey oldu (ki yine ancak ve ancak bana olabilen şeyler kabilinden). Rüyamda lenslerimi kutuya yerleştiriyorum, bir bakıyorum içinde başka lensler var, yorgunluktan geberdiğim için hepsini bir kutuya tıkıp yatıyorum. O esnada yanı başımda uyuyan kardeşim de dağ bayır gezip bana bir lens kutusu arıyormuş rüyasında. Konserden gelip zıbardığım için yatmadan önce kardeşimle konuşmadığım gibi lens kutusu meselesi hiç söz konusu bile olmadı. Telepatide devrim yarattık galiba. Zaten yıllardır konuşmadan ne dediğimizi hissedip aynı anda gülüyoruz. Lens kutusu ortamı cilaladı.

     Yarım bıraktığımız kitaplar ve filmler Alzheimer yapıyormuş, anacımmm. Beğenmediği her şeyi yarım bırakan bendenizin sonu hiç hayırlı değil. Eti Balık Kraker reklamındaki balıklardan birini oynayacak kıvama gelirim ben yakın gelecekte. Peki ya yarım bıraktığımız aşklar da Alzheimer yapıyor mu aciiiba? Hiçbir şey doğası gereği yarım kalmaz tabii ama, Alzheimer olmaktan iyidir bence. Sizin için söylüyorum, bende öyle dertler yok.

       Bir süre konuşmamayı düşündüğüm bir arkadaşıma bunu söyleyince bana olanca kibarlığıyla “Sana hep bir telefon kadar yakınım” dedi. Memlekette azalan cinsten kibar insanlar bunlar. (Ben olsam “Allah belanı versin, haydi ciaoooo canımmm” der telefonu da şırrrakk diye kapatırdım, yalan yok.) Kardeşimin buna yorumu: “Ne var bunda? Cenaze Hizmetleri de bir telefon kadar yakın”.

     Kitaplarını sayıp her yerde söyleyen bir insan tipi var. Çok komik buluyorum bu tipleri. Her hafta bunlardan bir tane çıktığına göre hayli kalabalıklar. Çok sayıda kitabım var, ama bir kere bile aklıma onları saymak gelmedi. Bunlar metreyle kitap alanlarla aynı familyadan. Ben şu anda sadece kitaplarımı silmekte bana yardım edecek arkadaşlarla ilgileniyorum. Bir Balina Cif lazım bana. Bana yardım edecek sabırlı arkadaşlara yeşil şarap, Mancha peyniri ve sürpriz yemekler vaat ediyorum. İlgileniyorsanız ıslık çalın.

       Ayyy, aklımı başımdan alan Almanın adı neydi? Heee, Alzheimer’dı…