26 Şubat 2018

AMOREM VINCIT AMOR ya da GENETİK YATKINLIKTAN MÜTEVELLİT EVDE KALMAK


      Öğleden sonra eve geldim, babam şaşkınlıkla açtı kapıyı: “Aa be ya! Ben seni içeride uyuyorsun sanıyorum?”  “Evet baba,” dedim, “ben de öyle kendimi içeride uyuyor zannediyordum.” 48 saattir toplam iki buçuk saatlik uykuyla dolaştığım için ben de hayal, gerçek ve rüyayı karıştırma kıvamındayım. Alter egom içeride sıcacık uyurken ben dünyanın işini halledip eve gelmişim.  Rüyasında kelebek olduğunu gören bir kelebek yani, Borges’çesi. Meğer bende devreler çoktan yanmış. Düşünsene bir de gerçek olsam, hiç çekilmem. (Tıpta bir adım yok. O derece.)
      Ha, başlık mı? Daniel Arasse’ın tablo okumak üzerine muhteşem bir kitabını okudum, tek celsede. Kitapta Omnia Vincit Amor’a müthiş bir alternatif getirmiş Latin atalarından: Amorem Vincit Amor: Aşk aşkı yener. Kitaba ayrı, buna ayrı bayıldım!
       Kardeş diye besledik, içinden gurme çıktı. Neler yapıyor, neler. En son yaptığı yulaflı, hindistancevizli-muzlu pancake’ler, hurmalı labneler, fesleğenli, kaşkavallı kanepeler, pekmezli fıstık ezmeleri yaktı bizi.  Kardeş gibi kardeş. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor. O diyette, biz olduk mu yüzer kilo! Şiştim of a Down. O sporda, biz babamla iki kişi bir tepsi kıymalı böreğin başında. Resmen içimizde birer Mehmet Yaşin yaşıyormuş. Humburlop, gitti mi köylünün rızkı mideye…
       Soyağacı sorgulama hezeyanı geçmeyeydi iyiydi. Bize iyi eğlence kapısı açılmıştı. Burhan Altıntop’un Sikendinav kokenleri gibi bir şey oldu Türkiye’de. Hande’nin derin Muş kökeni ortaya çıkınca telefonlara “HDP mitingindeyim, canım “ diye çıkmaya başlamaları filan. Zılgıtlarla yaşıyor. Onur’un büyük ninesi Ermeni çıkmış, adı Viktorya. Genetik yatkınlıktan ne topik yapar ama! Trabzonlu olduğunu bilmeyen bir gencin bu gerçeğe uyanması üzerine Fenerbahçe’yi tag’leyip “Verin lan kupamızı geri” demesine yıkıldım. Elif’in “Biz sadece Temmuz’da meyve veren bir aileyiz” yorumuna da az gülmedim. (Soyağacı okuma hatalarında favorim). Yozgatlı çıkmadı Türkiye’de. Herkes Balkanlar’dan geliyor. Soğuk hava gibi. Bizimkisi ayrı şenlikli çıktı. Anne tarafında herkes Havva.  Biz artık evrimi kabul etmek zorundayız, siz kaçıp kendinizi kurtarın. Havva’dan geliyoruz biz, kaçarımız yok. Annemin anneannesinin anneannesi 1859 doğumlu olup boşanmış! Hey yavrum hey, Aytuğ’un dediği gibi daha Medeni Kanun yokken ortada… Medeni yolu bulmuş atalarım. Sonra biz neden evde kaldık. Genetik yatkınlıktan mütevellit. Anne tarafı Konya, baba tarafı Selanik/Serez. Sorarlarsa Selanikliyiz diyoruz. Herkes böyle yaparsa yakında İç Anadolu’dan gelen kimse kalmayacak memlekette. Topluca Balkanlıyız, AB’liyiz. Peki Balkan kelimesinin dağ, hatta sıradağ demek olduğunu biliyor muydunuz? Dağlıyız biz. Ha, bir de babamın dedesinin babasının adı Halil. Babam Ali sanıyormuş. Kardeşim çözdü olayı. “Baba, ona herkes Alil diyordur da ondan”. Trakya’ya oş geldiniz.
        Yakışıklılar yakışıklısı Birol Ünel’in de oynadığı Transilvanya filmini izledikten sonra hayallerimin tepelerini süslemeye başlayan pagan festivali Kuker’e gittim sonunda. Aşırı aşırı güzel bir şeydi… Trakların kıştan kalan kötülüklerden arınmak, baharı kutlamak ve kötü ruhları kovmak için düzenlediği bu şenlik Bulgaristan’ın Yambol’unda kutlanıyor. Devasa hayvan maskeleri, rengarenk zır deli kıyafetler, çatlak teatral bir düzenle akıl kaçırası bir güzellik. Diyonizos şenliklerine kadar geri gidiyor tarihi. Olm, toprakların güzelliğine bak, Diyonizos şenliği filan! Merve korkunç maskeleri görünce “Abla, bence sadece kötü ruhları değil iyi ruhları da korkutuyordur bunlar,” dedi. Çocuk haklı. Bence tam da korkutamamış, çünkü Balkanlar’dan gelen soğuk havayı hiç böyle görmediniz. Hangi baharı karşılıyorlar ben anlamadım. Soğuktan burnum düşüyordu. Yakutsk’u ayağınıza getiriyor Mikail. N’aptın sen Mikail? Böyle soğuk mu olur?
       Sadece köyün bekâr erkeklerinin katıldığı şenlikte gençler bellerinde taşıdıkları kemerlerde 20-30 çan taşıyor. Yetişkin bir kuker tek başına 30-40 kiloluk çanlarla zıplayıp saçma sesler çıkarabiliyor. Zaten festivalden memlekete döndüğünüzde beyniniz zonkluyor, ziller hâlâ kafanızın içinde çalıyor. Favorim kadın kılığındaki erkekler oldu. Bu festival zaten bizim memlekette olmazmış. Köyün erkeklerini saçlarında çiçek, dudaklarında kırmızı rujla görünce anlıyorsunuz. Türk erkeğini bozar. O role girecek abi bulamazsınız. Paganlık güzel şey arkadaş. Bir de bize bak: Kurban bayramı, Ramazan bayramı.
       Yambol’dan sonra Trakların başkenti Kabile’ye götürdü bizi güzel gençler. Adını Kibele’den alıyormuş. Trak dediğin halkın başkenti adını nerden alacağıdı? Antropoloji diye bir bilim olmasa atalarımın Trak olduğuna yemin edebilirim. Kabile Müzesi’nde binlerce yıllık bigudiler gördüm. Boy boy. Üç yaşındayken kafama taktığım bigudileri sokağa çıkarken bile kafamdan çıkartamazlardı. Annemle babam olmak da zor işmiş ha! Düşünsene, bigudili çocuk İffet ve İsmail’in ellerinden tutmuş yürüyor, yüzünde saçma bir mutluluk hali, kafasında bigudiler. O yaşımdan beri değişmeyen tek şey inadım galiba. 80’lerden kalma büyük bir kompozitörün de dediği gibi: nerde Trak, orda bırak J 
      Biricik Metin Uca için yazdığım oyun artık sahnelerde. İlk gösterim için birlikte İzmir’e gittik. Çok Püsürlü Komedi. “Bunu mu demek istedim?” Metin zaten fazla zekâdan gidecek giderse. Yetenek küpü. Kültür, yetek, espri anlayışı fazlası ile bu ülkeye fazla adam. En çok ben gülmüş olabilirim. Ön sırada kahkahadan boğulan ayı bendim. Yok canım, kendi yazdığıma gülmedim. Metinde olmayan, ama Metin’de olan şeylere koptum. Padişahların “very gut” beslendikleri için gut’tan gitmelerini duyunca dağıldık. Papa X. Leo’nun dalkavuğuna cüppesini sosa bandırarak yedirdiğini anlatırken o an aklına gelen şey de öyle: Ama düşünsenize dalkavukların bugünkü halini. “Ye benim ceketi” deyince kareli ceketi lak diye yutuyor.
        İzmir’de, ilk oyunumda beni yalnız bırakmayan canım arkadaşlarıma selam olsun. Nuri Hoca’dan bu arada enfes bir etimolojik sürpriz kaptım. “Sayesinde” Arapça’dan geliyormuş. “Saye” gölge anlamında olunca, bir işi diğerinin gölgesinde yapıyoruz. Gayet anlaşılabülü. Düşünsene 50 derece sıcakta bir işi ancak diğerinin gölgesinde yaparsın zaten. Mantuklu. Trakların Balkanlardan gelen soğuk havayı kovması gibi bişiii yani.
       Tarkan kuşum 20 yıl İstanbul’a konser vermeye geldi. Pek tatlı gece oldu. Gelmeden önce Aytuğ’un kızarttığı enfes küçük balıklardan yüz kilo yiyip Bulgar ve Macar biralarını galonla içtiğim için gereğince zıplayıp hakkını veremedim konserin. ( Bknz. Burhan Altıntop’un balkon savaşı. Balıkların en küçüğü, en kokulusu. Bana küçük balıklarla gelin.)  Çağlan, Metalium Mazhar da Witchtrap’i yalnız bırakmadı. Geceden hatırladığım en güzel karede Tarkan’ın hard case’ini alan Aytuğ, ben ve Tarkan Pera sokaklarında arabaya ulaşmaya çalışıyorduk. Gülmeli, yalpalamalı bir şeydi. Son karede de yıllar sonra 48 saat içinde 3 defa girdiğim Otogar’da Tarkan’la vedalaşıyorduk. Tam 90’ların Otogar uğurlamaları. Olm, ne güzel geceydi ha! Pardon, son sahnede Tarkan cebinden çıkardığı Paskalya yumurtasını bana uzatıp, “Vika gönderdi. Kime emanet edeceğini sonra söyleriz”, diyordu. Normal bir tek arkadaşım yok, di mi? Siz de haklısınız. Bu yüzden hayat bana güzel. Ha, bu sahne çaresizce bana bir Erdil Yaşaroğlu karikatürü hatırlattı.
-007, sana gizli bir görev veriyoruz.
-Nedir?
-Söyleyemeyiz, çok gizli.

      Sultan’ın Mutfağı romanımın Burgarca çevirisi bitmiş. Müthiş çevirmen Sevcan Kence’ye şapka çıkarıyoruz. Kadıncağız yeni bir hayata başlayacak resmen. “Bugün hayatımın çevirmen sınavını verdim sayılır” demiş. Esra’nın dediği gibi “Şimdi Bulgarlar düşünsün” J

    Bu aralar bünyemdeki mutluluk fazlasını ihraç edip zengin olmayı düşünüyorum.  Varsa bir mutluluk siparişiniz, alırım.