Ooo, bir de ne göreyim! Sözün bittiği yere
gelmişim. Aytuğ dediydi, “Başka biri olarak döneceksin Japonya’dan”… Onbeş
yaşımdan beri dünyayı geziyorum, böyle tatlı ülke görmedim. Resmen başka biri
olarak döndüm. (Necmi olmuşum meğer). İyi de, niye döndük ki biz Japonya’dan? 97 km yol yürümüş, altı şehir görmüşüz.
(Görmüşüz diyorum, öyle hızlı gezdik ki, saymaya vaktimiz olmadı.) Hızlı trenle
acil değil ama çabuk çabuk gördük J Bir indik
ülkeye, yer gök kar. Dört yıldır yağmıyormuş, o da bizi buldu. Siz Pasifik’ten
gelen soğuk rüzgârın tadını bilir misiniz? Biz de bilmezdik ve inanın merak
ettiğimiz ilk on şey arasında değildi. Bir an kulaklar, burun soğuktan yere
düşüp bedeni terk etti sandık. Neden Sakura’da gidildiğini o an anladık.
Romantikmiş, her yer kiraz çiçeğiymiş, geç. Yazın da nemden nefes alınmıyormuş
zaten. Japonlar da Aytuğ’un başka bir abi için dediği gibi “teknik romantik”.
Aeroflot’la Moskova üzerinden gidip
havaalanındaki en enfes lounge’un bir yıllık erzağını bitirerek yola devam
ettik. Rusya’nın dış borcuyuz biz. Yemek yemeği bilenle takılacaksın arkadaş.
Şöyle foie gras, erikli kaz bacağı, prosecco derken bir baktık Osmanlı-Rus
savaşının intikamını alıp ülkeyi moratoryum ilan etme eşiğine getirmişiz.
Merengue’lerini de peçetelere sarıp çantalarımıza doldurarak gerçek bir Türk
annesi kıvamında uçağa bindik. Neden Aeroflot, değil mi? Çünkü sadece kendi
ülkesi üzerinden uçarak kimseciklere vergi vermeden Japonya’ya ulaşan tek
havayolu olduğu için. Dünya’nın yarısı Rus toprağı zaten. Yoksa o kıtlıkta bile
yenmeyecek leş gibi yemeklerine tav olduğumuz için değil. Kadın hostesler
sadece erkeklere, stewardlar da sadece kadınlara iyi davranıyor uçakta.
Şaşkınlıkla şahit olduk dört koca uçuşta. Bir kadın olarak Rus bir hostesten
dayak yemeden indiyseniz uçaktan, daha fazlasını beklemeyin. Ben de Aytuğ’u
beğenen hosteslerin teker teker getirdikleri biraları löpürdetirken anladım ki,
Aeroflot’a yakışıklı adamla bineceksin. Ha, son nefesini vermek için uçağı
seçmiş olan stewardları da unutmayalım. Yürüyen mezar taşları, Tanrı’ın bekleme
odaları. Lan, git emekli ol. “Tea or coffee” derken (tabii o korkunç Rus
aksanıyla bunu anlayabilmeniz çok zeki olmanızı gerektiriyor), yüz ifadesine
bir alt okuma yaparsanız amcanın “Bana bak kadın, soruyorum ama laf olsun diye,
biz geleneksel olarak çay içiyoruz, sen de çay iç!” dediğini duyabilirsiniz.
Küçücük adada 130 milyon nasıl yaşıyor
anacım? O koca koca gemiler nasıl oluyor da deniz üstünde duruyor? Ona cevap
bulabilen teyzeler gelip buna da bulsunlar. Vığıl vığıl insan kaynayan ülkede
Buddha’nın tek bir kulu gelip de size çarpmıyor. Üstelik derin bir sessizlik
var. Sanırsın milli yas, ya da saygı duruşu. Metroda kimsecikler konuşmuyor.
Ağlamayan çocuk yapmışlar. Olm, çocuk dediğin ağlar, şöyle bir ağzına çarpma
iştahı uyandırır, iki cimcirmek istersin değil mi? Yok, vallahi, yok. Resim gibi
bakıyor çocuklar. İki kelime edince de tatlı tatlı gülmeye, seninle arkadaş
olmaya başlıyorlar. Bir iki tanesini çalıp cebime doldurmamak için zor tuttum
kendimi. Böyle de tatlı olunmaz ki, arkadaş.
Geldik büyülü dünya metroya. Japonca hocam
Mariko Sensei yıllar önce ilk derse geldiğinde “Korkmayın, Japonca yazıldığı
gibi okunur” demişti. Sınıf kopmuştu tabii senkron olarak. (Kimse de “Kadın
haklı beyler, dağılalım” demedi. Deseydi yıllarımı kanji ezberlemekle
çürütmezdim.) Metro istasyonlarındaki haritalarda bunu acı şekilde
görüyorsunuz. Sorun yazıldığı gibi okumasında değil zaten, okunamamasında.
Japonlar demir ağlarla örmüş anayurdu dört baştan. Gideceğiniz yerin resmi var,
adı yok yani. Şansınız yaver giderse bir Latin harfli harita ile bu örümcek
ağında gideceğiniz istasyonun adını bulabiliyorsunuz.
O
dünya tatlısı Japonlar metro istasyonundan içeri girince kimyasal tepkimeye
girmiş gibi birer canavara dönüşüyorlar. Sen iş çıkışı metroya binen insanın
resmini yapabilir misin, Abidin? Sıkar, Abidin.
Sonra fırçanı karaciğerinden zor çıkarırlar, Abidin. Ağzına kadar tıka
basa Japonla dolmuş, beyne oksijen gitme imkânı tanımayan bir metroya binmeye
çalıştık. Bindik de. Bizden sonra bir vagon dolusu insan daha sığdı ayrıca.
Nasıl oldu, bilmiyoruz, çünkü hayatımızın o anlarını hissedecek beş duyu devre
dışıydı o anda. Japon amcaların bir survival yöntemi olarak yandakine dirsek
atma sistemi geliştirdiklerini acıyla fark ettim. (Bayağı acıdı ha). Uzakdoğu
Savuşturma Sporları. Japonlar dirsekleriyle yanlarında kim varsa oymak
suretiyle kendi bireysel mekânlarını yaratıyorlar ayakta. Sağ çıkana aşk olsun.
Çocuğunuz olmuyorsa, bir de Japon metrosunu deneyin derim. Bence garantili bir
çözüm. O normal şartlarda birbirlerine dokunmayan Japonlar metroda tek vücut
yaşıyorlar. Japonca hocam yıllar önce sekiz yaşındaki çocuğunu hiç öpmediğini
söylemişti. Bence zaten bu Japonlar mitozla çoğalıyorlar. Hani o Çin metrosu
videolarında gördüğümüz trene adam tıkmakla yükümlü görevlilerin gerçek olduğunu
görüp şaşakaldık. Tek farkları beyaz eldivenleriyle şık takılıp “arka safları
sıklaştıralım beyler” anlamında elegan hareketlerle milleti istif etmeleri.
Gözlere şenlik. Bu arada Japonların metroda kitap okudukları da şehir
efsanesiymiş. Koskoca ülkede dört kişi gördüm metroda okuyan, zaten ikisi manga
okuyordu. Biri de İngilizce çalışan minik bir Japon evladıydı. Sohbet ettik
Japonca. Etraf kalabalık olmasa eve getirecektim araklayıp yavruyu. (Evdeki
bayağı büyüdü de. Yeni modelle değiştirmek istiyorum.)
Yalnız Japonya’da popo olmak varmış dünyada. O
buz gibi havada metroya girip de oturduğunuzda poponuza sıcak servis yapan
kadife koltuklar var ya! Alttan ısıtmalı koltuk metroya mahsus değil. Tüm
klozetler özel bir elektrik sistemi ile ısıtılıyor. İlk oturduğunuzda “olm, bi
yerden bi sıcak geliyooo laaa” şaşkınlığı yandaki düğmeleri görünce ikiye
katlanıyor. Netekim düğmelerle poponuzu enlem ve boylamlarına göre ayrılmış
şekilde, farklı tazyikte suyla yıkayabiliyorsunuz. Bir de flaş efekti veren
düğme var. (Onun işlevi yoruma açık). Yüzünüzde anlamsız bir mutlulukla çıkıyorsunuz
tuvaletten. Bütün bu elektrikli klozetlerin markasının Toto olduğunu görünce
bedavadan bir de kahkaha yazıyoruz hanenize. Yıllardır yanlış biliyormuşuz, o
yüzden teknolojik olarak bir Japon olamamışız. Totoyu sıcak, kafayı soğuk
tutmak gerekiyormuş. Toto önemli.
Bence atalarımızdan biri şunu söylesin artık:
Güneş girmeyen eve Japon girer. Japonya’da evler, bahçeler minicik. Adamlar bit
kadar adaya sığmak zorunda sonuçta, idmanlılar. Japonların o yüzden geniş
arabalar yaptıklarını iddia ederler ya. Ev zaten küçük, bari arabada gün yüzü
görsünler diye. Sadece evler mi? Her şey küçük Japonya’da. Zaten Japonlar da
küçük. Bir mağazaya girip bir şey denemeye kalkın, kolu dirseğinize çıkar en yi
ihtimalle. Kadınlar 40 kg, erkekler oklava gibi. Kas, omuz bu ülkeyi teğet
geçmiş. Lakin herkes biblo gibi güzel.
Japonya’da sayısız ayakkabısı ayağından çıkan
insan evladı gördük. Önce çocuklara “seneye de giysin” diye Türk anneleri
tarafından büyük alındığını sandık. (Hani Davutoğlu’nun İzmir-İstanbul otoyolu
gibi bir kravatı vardı da “cumhurbaşkanı olunca da taksın” mantığıyla
alındığını sanmıştık, onun gibi yani) Ama pekçok yerde üç boy ayakkabı görünce
şaştık: Büyük, orta, küçük. Olduğu kadarıyla artık J
Japonya’da turist olarak çok yabancılık
geçiyorsunuz. Hele hele bu dünyaya turist olarak gelmiş ben olarak. (Pasaportun
meslek kısmına “turist” yazdırsam ya, senenin büyük kısmını akademisyen değil
turist olarak geçiriyorum resmen) Japonya’da kimse sizi kandırmaya, kazıklamaya
çalışmıyor. Turist için ayrı fiyat yok. Ayrıca havaalanında her şeyin fiyatının
dış dünyayla aynı olduğunu görüp dünyada bir ilk ve teke şaşkınlıkla
bakıyorsunuz.
Yurtdışına ayak basınca saniyede bir
fotoğrafla galaksi rekorları kıran Japonlar ülkelerinde tek bir fotoğraf
çektirmiyorlar. Öyle selfie çeken Japon filan görmedik. Japonlar normal
koşullarda fotoğraf çekmekten ülkeyi göremez ya, biz de trene binmekten,
aktarma yapmaktan göremedik bir şey. Temel ihtiyaçlar dışında ömür trende
geçti. Kapıdan girerken ve çıkarken eğilerek vagonu selamlayan kondüktörler,
sadece Türkçe duyulan vagonlar (bilin bakalım neden?), Fujiyama’yı hızla görebileceğiniz pencereler…
Koskoca ülkede sadece iki Türk gördük.
Biri tahmin ettiğiniz üzere kebapçıydı, diğeri de Türkçe duyup koşarak “Ben de
İzmir’den gelin geldim” diyen bir kız. “Gelin gelmek” tabirini en son ne zaman
duyduğumuzu hatırlayamasak da buna çok güldük. Biz müzmin, ama “artık evlensek
mi acaba, Japonya’yı da gördük” kafasındaki üç bekâr gezmekten yine bir yere
gelin, damat değil olsa olsa turist gideriz yine. (Porto biletlerimiz hazır
bile)
Saçma
sapan şeyler aldık. Adidas’ın kendisinin bile haberi olmayan modeller var
sokaklarda :=) Dünyanın en güzel kâğıtlarını yapıyor Japonlar. Arkadaş, bu kadar
ince zevk mi olur! Bizdeki 1 milyolcular gibi 100 Yenciler var. İhtiyacınız
olmayan her şey orada. Bir çıkıyorsunuz 3-4 torba saçmalık almışsınız. Ama her
şey mi çok, çok güzel olur! Film gibi bir ülke Japonya. Korkarım gerçek değil.
Paraya kıyıp bindiğimiz takside ne gördük?
(Yalan, külli yalan… Paraya kıydığımızdan değil çaresizlikten bindik. Eşekler
gibi dans edip clubbing yaparken son metroyu kaçırdık, bundan mütevellit…)
Japonya’da taksiyle kısa mesafe Türkiye’nin dış borcuna denk geliyor. (Bu
espriyi iyi tutturdum, bir süre gideriz böyle.) Japon taksici abi koltukların tepesini
dantelle kaplamış. O an dedim ki, Japon teknolojisi de bir yere kadar. O yer de
tam televizyonun üzerine örtülen dantel örtünün diagonali. Hah, orada dur.
(Annem çıkabilir!)
Gördüklerim bana kalsın, yediklerimi
anlatayım diyeceğim ama onlar da midemi bozdu. Sushi type bir insan olmadığım
için o oturup da öndeki raydan geçen rengârenk porselenler içindeki endamı
yerinde enfes suşilere yumulamadım. Tam gözlere şenlikti oysa ki. Nilüfer
çiçeği ve bal kabağı tempura’sı ile “okonomiyaki” tabir edilen içinden babanız dâhil
her türlü deniz haşeratının çıkabileceği bir çeşit sebze tortilla’sı favorim
oldu. Japon biraları beni öldürmedi. Zaten çoğunu içmiştim. Sake’ye de
bayılmam. “Shochu” denen, 45 derece alkole kadar çıkabilen ve tatlı patates,
pirinç, arpa vs güzellikten yapılan sert içkiyi de kışın kaynar içiyorlar. Her
gittiğiniz restoranda önce bir yeşil çay geliyor şirketten. Ama esas garip olan
dışarı da kar yağarken sürahilerde hep içinde buzların yüzdüğü sular olması. Her
türlü garipliklerini sevdim adamların. Oldu bu iş bence.
Osaka,
Kyoto, Nara, Hiroşima, Mijayima adası… Ne gezdik be, yalnız iyi gezdik. Tokyo’da
kamp kurduk. Tokyo’da tokyo giymek geyiği yapmak istemezdim ama gerçekten de
odamıza bırakılan tokyolar içinde yaşadık geceleri. Gündüz kırmızı şemsiye,
akşam tokyo. Hayaller/gerçekler.
Bilimadamlarına soruyorum. Bu dünya tatlısı
Japon çocuklardan yapmak için ille Japon mu gerekiyor? Başka bir tarifi varsa
hemen dört-beş tane Japon çocuğum olsun istiyorum. Renk renk, desen desen…
Bütün
fotoğraflarımda mutluluktan öldüğüm bir tatil olmuş. Lannn, mutluluk ne güzel
şeymiş! Fazlası kötü gelmesin, alışık değilim… Fatoş’la salgıladığımız serotonin
fazlasını da Rusya’ya satarız artık.
Ne yapçan, anacım. Hayat, sen yerinde dururken sana olandır.